31 Aralık 2009

Medyada 2009'un en çok konuşulanları


Yılın en çok konuşulan spor kulübü: Fenerbahçe
Yılın en çok konuşulan kulüp yöneticisi: Aziz Yıldırım
Yılın en çok konuşulan teknik direktörü: Mustafa Denizli
Yılın en çok konuşulan futbolcusu: Arda Turan
Yılın en çok transferleri: Mehmet Topuz, Cassio Lincoln, Gökhan Zan ve Tabata.
Yılın en çok konuşulan antrenör transferi: Frank Rijkaard
Yılın en çok konuşulan basketbolcusu: Hidayet Türkoğlu
Yılın en çok konuşulan basketbol takımı: Efes Pilsen Basketbol Takımı
Yılın en çok konuşulan voleybol takımı: A Milli Bayan Voleybol Takımı
Yılın en dikkat çekici gelişmesi: 7. FİBA Bayanlar Avrupa Kupası’nda finalde İtalyan Cras Basket Taranto mağlup eden Galatasaray Bayan Basketbol Takımı şampiyon oldu.

Not: 2009'un son postudur kendisi.

Kazıklarınız hayırlı olsun, isteyen yağlayabilir


Her şey, "Biz hiç zam yapmadık"la başladı, "Biz, başkaları gibi dışa bağımlı zam yapmadık"la devam etti, sonra "Mecbur kaldığımız için zam yapabiliriz"le devam etti ve geldiğimiz noktada, (af buyurun) kol gibi zamlarla yeni yıla giriyoruz.

Senede bir gün Ramazan çadırına gidip, başka bir gün gecekonduda görünerek halktan yana olduğunu söyleyen, o imajı veren Başbakansa, her tatil zamanında oluğu gibi ülkenin en lüks otellerinden birinde 'yan gelip yatarak' 2010'u karşılayacak.

Ne güzel değil mi, aklınızın alabildiği her şeye zam yapıp, asgari ücreti açlık sınırının altında tutup, halkı kamplaştırıp, vicdanını rahat tutup lüks ve sefahat içinde yaşamak.

Şimdiden belirteyim, bu zamların ardından yenileri geliyor. Şu an için mecburen her şeye yapamadılar, ikinci perde 1 Şubat 2010'da.

Bu halkın 'güzel' insanlarına, en delikanlı başbakanlarından yeni yıl hediyesi.. Herkese kutlu olsun..

Bu arada aşağıdaki fotoğraflar, yan gelinip yatılan yerden...



Savaşsız-sömürüsüz yeni yıl dileğiyle...



Bugün bir şey yazıp çizmeyeceğim. Aslında şu Ali Turan meselesine el atmak istiyordum ama hafta sonuna kalsın dedim.

Okuyan, takip eden herkesin yeni yılını kutlarım. Savaşların olmadığı, insan emeğinin sömürülmediği, açlıktan kimsenin ölmediği, çocukların öldürülmediği, hayvanların eziyet görmediği, herkesin birbirine tahammül edebildiği bir yeni yıl dileğiyle... Herkes kendine iyi davransın....

TERTEMİZ ŞEYLERDEN SÖZEDEYİM

Tertemiz şeylerden sözedeyim
İlk sevdalarımdan, ilk dostlarımdan.
Ne toprağın kokulu çiçekleri
Ne yıldızlar
Ne vahşi gönüllü, vahşi ruhlu insanlar;
Hiç, hiç bir şey kalmıyor ebedi olarak,
Her şey kuruyor sabah çiğleri gibi.
Ama bir şeyler kalıyor ki çok kıymetli.
İşte bu kalıntıların parıltısı
Bir emanet sanki sonsuzluğa.
Çimenler üstünde oturmak
Dostlarla bir şeyler okumak
Dolaşmak yıldızların altında
Gelecekten konuşmak...
Rüyalar boyunca fakir çocuklar
Zengin görünüyor insana
Bir kız sevmiştim bir zamanlar
Sessiz - sedasız
Ne dilerse yapacaktım benden
On dördünde ay gibi tamdı sevdamız
Ama şimdi zamanın külleriyle örtülüdür
Gönlüm baştan başa.
Uzun uzadıya yeretti bunlar hafızamda
Koca bir ömür boyu
Mezarlarında kaldı sevdalarım
Artık genç de değilim ki
Zaman gelip geçiyor yanımdan.
Hala gençlik var ya dünyada
Ve her yerde açılıyor ya genç gönüller
Gelin ey genç dostlarım
Vahşi diyarlara göç edelim
Ve masmavi göğün altında
Temiz, tertemiz şeylerden sözedelim
Huzur ve rahatlık bunda.

Ho Chih-Fang

30 Aralık 2009

Futbolun içine kaliteli sıçmak!


Bütün bir haftadan beri NTV'nin bütün yayın yaptığı kuruluşlarda oley.com reklamı, videosu, banner'ı, boku püsürüğü var.

İlk çıktığı günden bu yana 'kalite' üstünden giden, ekmeğini bundan yiyen, bu özellik sayesinde rakiplerinden sıyrılan bir kurumun, bahis pastasından ekmek yeme çabasının artık suyu çıktı.

Türkiye halen bahis-şike skandalı ile boğuşup dururken, hakkındaki ciddi ithamları ve iddiaları aklamadan bahis oyunlarının tümünün durdurulması gerekiyor.

Ama burası Türkiye, burada her şeyi serbestçe yapabilirsiniz. Yeter ki, kılıfınızı bulun, o kılıfa isterseniz gemi(-cik) bile sığdırabilirsiniz.

Şimdi temel sorun şu; biz futbolu seviyor muyuz? Seviyorsak, bahis oyunlarının bu oyunu kirlettiğini düşünüyor muyuz? Düşünüyorsak, bu konu hakkında herhangi bir şey yapıyor muyuz?

Kendi adıma; Rıdvan Dilmen, Sergen Yalçın, Kaan Kural ve her kim varsa (Siteye girip bakmadım sadece haber portalından gördüğüm isimleri sayıyorum) spor insanı olarak kabul etmiyorum. Çünkü bu isimlerin her biri, benim için suyu yeni temizlenmiş bir yüzme havuzuna işiyor. Sonra da, herkese "Haydi ne duruyorsunuz? Su çok güzel, yüzsenize" diyor.

Bu saydığım isimlere iddaa bültenleri için maç yorumlayan, yazı yazan isimleri de dahil ediyorum.

Herkes biliyor ve kabul ediyor ki, bahisin girdiği her ülkede futbol çok seri biçimde kirleniyor. Bu denli büyük paraların döndüğü bir sektörün temiz kalmasını beklemek, çocukça bir hayal çünkü.

"Neremiz doğru ki?" tezini savunacaklar için şimdiden söyleyeyim, bari her yerimizi kirletmeyelim. Neyi yazıp çiziyoruz ki, o zaman, neyi seviyoruz?

"Biz yaparsak her bokun kalitelisini yaparız" anlayışı ile hareket edenler de, pisliğin içine kadar gömülmüş durumdadır. Hoş, o kaliteyi kaybedeli en az 2-3 yıl oluyor ya o da ayrı bir konu.

Son sözüm de herkese gitsin; Afrikalı'nın vuvuzelası'na laf edeceğinize, futbolu boka bulaştıranlara laf edin...

Biz bize benzeriz

En baştan eteğimdeki taşı dökeyim sonra taarruza geçeceğim. Bu blog hadisesine girmeden önce öyle takip ettiğim bir blog filan yoktu. "Zaten işim başımdan aşkın" cümlesiyle işin içinden sıyrılmayacağım ama bir taraftan da öyleydi.

Bir Temmuz akşamı evde otururken, "Niye olmasın ki?" dedim, oturdum yazmaya başladım. Tabii yazdıktan sonra sağı-solu takip etmeye başladım. Şahane işler yapan insanlar var tabii, tek-tek isim-isim vermeye gerek yok. Zaten arada sırada 'takip edilmeli' diye burada da yazıyorum.

Neyse, aslında söylemek istediğim bu değil, başka bir şey. Artık konunun özüne gireyim. Bunu "Blog söyleşileri" hadisesinde yazacaktım ama sivri adam görüntüsünün tepe noktalarında görünmek istemediğimden "Bırak" dedim.

Bir kelebek etkisi söz konusu oluyor bloglarda zaman zaman. Elbette, konu futbol olduğunda benzerlikler olabilir fakat bazen öyle şeyler oluyor ki, çok net biçimde birinin yaptığı ya da yazdığının farklı versiyonları, birdenbire türeyiveriyor.

Misal 'Blog söyleşileri'. Ben, yazanın kim olduğunu, nasıl biri olduğunu filan önemsemiyorum. Belki normal hayatta elini sıksam o an nefret edeceğim biridir ama adam döktürüyordur kelimeleri, belki de tam tersi. Ancak birçok kişi merak ediyor olmalı, blogların sahipleri kimdir, nedir, necidir, ne değildir, neyi sever filan. Bu iş zaten Türk halkının bu denli magazin sevmesinin de nedenlerinden biridir, ya o kadar derine inmeyelim.

Biri blog söyleşi yapıyor, bir bakıyorum; pek çok kişi söyleşi yapmaya başlamış. Sakın kötü anlamda eleştirdiğim sanılmasın, cidden böyle bir niyetim yok. Kişisel olarak, ben bir yerde bir yazı bile görsem yazmaktan imtina ediyorum, çekiniyorum. Tabii ki, herkesten benimle aynı tepkileri göstermesini beklemiyorum.

Son günlerde de 2000-2010 arası envai çeşit; karşılaştırma, değerlendirme, en iyi ve en kötü 11'ler gibi postlarla karşı karşıyayız. "Sana ne kardeşim okuma" diyen varsa, zaten okumama yolunu seçiyorum.

Özgün olmak, yaptığınız her işte sizi farklı kılar, benzerlerinizden ayırt etmeye yarar. Özellikle ayırt edilmek için çaba göstermekle karıştırmamak gerekir, özgünlüğü. Zaten o yüzden bazı yazarları seviyoruz, bazılarını sevmiyoruz.

Verilen emeğe, düşünceye sözüm yok ama iğneyi kendine çok görürken, başkalarının böğrüne çuvaldız sokmamak gerekir.

Yok, hayır bir de, bu kadar birbirimize benzersek yaşanmaz bu dünyada.

29 Aralık 2009

2010'da yeni bir dünya istiyoruz


Bütün bir yıl boyunca attığınız bombalardan biz zarar gördük,


Kimi zaman toprak altında kaldık,


Kimi zaman silahlarınızın hedefi olduk.


Sizin zenginliğinize, biz zenginlik katarken,


Siz, bir damla suyu bile bizimle paylaşmadınız.


Bazen onurumuz için isyan ettik,


Bazen de boyun eğdik.


Siz sırça köşklerinizde yaşarken, bizi evsiz bıraktınız,


Siz tonlarca yemeği çöpe atarken, bizi aç bıraktınız.


Bir dağın tepesinde kimsesizliği,


Bir çölün ortasında çaresizliği öğrendik.


Yaktınız,


Öldürdünüz,


Sakat bıraktınız.


Yine de umudumuz var,


Çünkü yeni bir dünya mümkün........

Nedir Murat Özyer'in Galatasaray'dan çektiği?

Pazar günü Galatasaray'a 87-71 yenilen, ligde ve Avrupa'da son 10 yılın en başarısız sezonunu geçiren Türk Telekom Yönetim Kurulu'nun bugün gerçekleştirdiği toplantıda, Murat Özyer ile yollar ayrıldı. Görevi yardımcı antrenör Merih Çakıroğlu getirildi.

Murat Özyer, daha önce de Galatasaray'dan gönderilmişti. Valla ben çok severim kendisini, ısrarlı bir biçimde işine son verilmesinin müsebbibi Galatasaray oluyor. Tabii ki, kötü anlamda değil. Fakat yine de, insan üzülmeden edemiyor.

Gerçi, Galatasaraylıların büyük bir kısmı kendisini sevmez, neden bilmiyorum. Umuyorum, yolu açık olur...

Fırtına kopmak üzere


Biz buralarda futbol çizip duralım, Türkiye'de gün be gün garip olaylar olmakta. Sadece bugün yaşananlar bile, Türkiye'de nasıl bir savaşın yaşandığı konusunda ipuçları veriyor.

* Genelkurmay Özel Kuvvetler'de 4. arama yapılıyor

* BDP'li Ahmet Türk, Emine Ayna, Selahattin Demirtaş ve Aysel Tuğluk için yakalama kararı çıkartıldı. Görüldükleri yerde gözaltına alınacaklar. Söz konusu kişilerse ifade vermeyeceklerini açıkladılar.

* Daha önce İsmailağa Cemaati'ne açtığı soruşturmayla ismi gündeme gelen Erzincan Cumhuriyet Başsavcısı İlhan Cihaner hakkında yargılama kararı çıkartıldı.

* Danıştay, Adalet Bakanlığı müfettişlerine, hakim ve yargıçları dinleme imkânı tanıyan yönetmeliği durdurdu.

Bu olaylardan sadece biri bile herhangi bir ülkede olsa, yer yerinden oynar. İşin ilginci bizim için rutin oldu. Hiçbirinde "Hoop ne oluyoruz?" tepkisini bile göstermiyoruz.

Gösteremiyoruz çünkü o kadar kanıksadık ki yaşananları. Yakın bir zamanda fırtına kopacak. Keman teli gibi gerildi ülke, daha fazla ne kadar gerilebilir, tahminim yok.

Bugün ya da yarın BDP'liler kelepçelerle gözaltına alındığında (BDP'lilerin amacı bu ama hükümetin bunu isteyeceğini sanmıyorum) işler daha sarpa saracak, benden söylemesi

Günün sözü


"İngiltere’ye dönmek istiyorum. Hislerini gizleyen erkeklerden değilim. Burada olmayı seviyorum."

Herkes Kewell'ı alıyor

Kewell'ın gösterdiği performans ve sezon sonu mukavelesinin bitecek olması, kendini spor gazetesi sanan, paçavralar tarafından da ancak yeni fark edildi.

Vücutlarının en nadide bölgelerinden uydurdukları haberleri, Avustralya sitelere (ismi nedense yok, kaynak Avustralya siteleri) ve Avustralya basınına (burada da gazete ismi yok, sadece basını) dayandırarak, bir tanesi Kewell'ı Beşiktaş'a yollarken, bir diğeri ise Fenerbahçe'ye yollamış.

Sezon sonu Kewell, Fenerbahçe ya da Beşiktaş'a gider mi? Futbol bu, gayet doğal bir durum gitmesi. Üzülür müyüz, evet üzülürüz o ayrı mesele fakat dövünüp, ağlayacak halimiz yok. (En azından ben ağlamam)

Şimdi kilit soru şu: Kewell, sezonun ilk yarısında bu performansı göstermeseydi, bugün bu haberler çıkar mıydı? Bence çıkmazdı.

Misal, şu an Elano hakkında herkes atıp tutuyor, iki yıl iyi oynasın yeter. Mukavelesinin bitmesine yarım sezon kala, Fenerbahçe'deki Brezilyalıların arkadaşlığını kıskanır, onların arasında olmak ister ve Fenerbahçe'ye transfer olur kesin (!)

Hiçbir futbolcu hiçbir takım için vazgeçilmez değildir. Bunun aksini düşünen birinin futbol bilgisi ve zekâsını sorgularım. Ama şu bir gerçek ki, Hagi'den bu yana hiçbir yabancı oyuncu bu kadar sevilmedi. Şeytan tüyü var adamda, iyi futbol oynamasa da insanlar onu seviyor.

Tahminim, yönetimin kendisiyle anlaşacağı yönünde. Söylediğim gibi anlaşamazsa da oturup ağlamam. Nereye giderse gitsin, başarılı olmasını çok isterim.

28 Aralık 2009

Beckham AC Milan'la antrenmanda


David Beckham'ın 2010 Güney Afrika inadı sürüyor. Görünen o ki, 2010'da o da, takım arkadaşlarıyla birlikte uçaca binecek.

Capello, bugün İtalyan basınına "Ben yaşa değil, kaliteye bakarım. Beckham çok kaliteli bir oyuncu. Ciddi, profesyonel ve de dünya kupasına da çok önem veren bir oyuncu" diyerek, sinyali çaktı.

Beckham da, AC Milan'la sözleşme imzalayarak ve kuvvetle muhtemeldir ki, forma giyerek 2010 için elinden geleni yapıyor. Bugün geldiği İtalya'da vakit geçirmeden antrenmana çıktı.

Güney Afrika'ya giderse, ne gibi bir etkisi olur bilinmez ama bu çabasını takdirle karşılamıyor da değilim. Kendisini çok da seven biri olmayarak....

Modric futbolu özlemiş


Ağustos ayı gibiydi, Birmingham maçında ayağı kırıldı Hırvat gencin. Noel, yeni yıl iplemeyen Premier League'nin bugünkü ilk maçında Tottenham ve West Ham United karşı karşıya geldi.

Luka Modric, futbolu ne denli özlediğini 11. dakikada attığı golle gösterdi. White Hart Lane de, kendisini özlemiş...

Haberi ilişkilendirirken, insanlıktan azalmak

River Plate'in genç yıldızı Diego Buonanotte'nin ölümle pençeleştiği haberini bilmeyen ya da okumayan yok gibidir. Şimdiden acil şifalar kendisine.

Bu genç adamın, ölümle burun buruna gelmesi pek ilgi çekmemiş olacak ki, Milliyet haberi "Beşiktaş'ın listesinden, ölüm döşeğine!" şeklinde sunmuş.

Her olguyu, her haberi "biz"leştirme çabası, bazen böyle iğrenç işlerin yapılmasına neden oluyor. Bir adam ölümle savaşıyor ama bunların derdi "Nasıl olur da, habere daha çok ilgi çekmek için, Türkiye'ye ait unsurlar serpiştiririz içine" düşüncesi.

Bunların normalleşeceği yok, aksine düzgün olanlar bile bunlara benzemeye başladı. Demek ki, bu işin doğrusunu başından beri bunlar yapıyormuş! Öyle ya, adam gibi haber verenler, neden bunlara benzesin yoksa?

Ne söylesem boş. Her seferinde sesimi çıkarmayacağım diyorum ama her gördüğümde de sinirlenmekten ve yazmaktan kendimi alamıyorum.

Not: River Pla-te yazmayı bilmiyormuşuz bugüne dek. Onu da öğrenmiş olduk.

27 Aralık 2009

İtiraf ediyorum....

Küçükken rüya gördüğümde hemen anneme koşardım "Anne rüyamda şunu gördüm, ne demek" diye sorardım. Annem "Hayır olsun, oğlum" derdi ve benim de aynı cümleyi söylememi isterdi.

Bugün sabah kalktım ve 'hayır olsun' dedim. Şimdi siz diyeceksiniz ki., "Bize ne senin rüyandan." Eh, tabii haklısınız ama 'sportif' bir rüya gördüğüm için kaleme alıyorum.

Baştan söyleyeyim, rüyayı yazınca "Senin kıçın açıkta kalmış" demeyin sakın...

Rüyamda; Henry, Messi ve benim aynı takımda olduğumuz bir halı saha maçı vardı. İşin ilginci başka kimseyi tanımıyorum. Sağdan bir top getiriyorum, Messi'ye veriyorum eleman iki çalım yapıp topu kaptırıyor. Bağırmaya başlıyorum "Lan oğlum adam gibi top oyna" diye. Elini, Sabrivari bir utangaçlıkla havaya kaldırıp özür diliyor.

"Peki Henry ne yapıyor?" diye soracaksınız. Zaten rüyanın en ilginç yanı da bu. Ben Messi'yi azarlarken, Henry rakip kalenin orada gülmekten yerlere yatıp, "Abi valla hastasın sen, bu herifi senden başka azarlayan kimse yok" diyor. (Neden abi diyor, nasıl Türkçe söylüyor hiçbir bilgim yok)

Bu rüyayı görmemin yegane sebebi, doğum günümde bana şahane ve çok fiyakalı Barcelona sweat t-shirt'ü alan kuzenimdir (Siz onu yorum yapan Saunders82 olarak tanıyorsunuz). Karambolde hem ona teşekkür, size de açıkça itiraf edeyim. Evet, benim de tahminim odur ki, kıçım açıkta kalmış....

İyi pazarlar....

Kuzene not: Emre de aynı rüyayı görebilir, şimdiden uyarıyorum.

2009 biterken Türk futbolunun durumu


1- Halen ulusal takımın bir teknik direktörü yok. Hiddink'ten başlayıp Klinsmann'a uzanan listede, Hakan Şükür ve Bülent Uygun gibi iki felaket isim bulunuyor. 7 Şubat'ta çekilecek kuralar öncesi bir soru işareti halinde duruyor, teknik direktör konusu.

2- Tıpkı 10 yıl önceki gibi ufak hesaplar şark kurnazlıkları ile yönetilmeye çalışan bir futbol anlayışı mevcut. Talip olduğu Avrupa Şampiyonası'nda, neredeyse birbirine yürüme mesafesiyle gidilebilecek şehirler seçilirken, ülkenin batısı dışında her yer yok sayılmış durumda.

3- Hâlâ kulüplerin başkanları, yöneticileri birbiriyle sidik yarıştırıyor, tansiyonu yükseltmek için adeta birbiriyle yarışıyor. Takım ve renk gözetmezsizin, kendi küçük ırmaklarında yüzebilmek ve hakimiyet kurmak için çabalıyorlar. Gösterdikleri çaba, Türk futbolunu daha da küçültmekten başka bir işe yaramıyor.

4- Ne yazık ki, birkaç kelimeyi biraraya getirecek futbolcu sayısı her zamanki gibi bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar. Futbol dışındaki hayatlarını; play station, ultra lüks arabalar ve gece kulüpleri ile lüks restoranlar üstüne kurgulamış Türk futbolcusuysa hedefi, ismi olan bir Avrupa kulübüne gitmekten çok uzakta.

5- Eskiye nazaran tribünlerde şiddet daha baskın. 2000'li yıllarda tribünlerde tabancalar patlıyor, insanlar bıçaklanarak öldürülüyor, yönetimlerin beslediği sözüm ona taraftarlar birbirine tahammül sınırına bile yaklaşamıyor.

6- Aslında ismi spor medyası olması gereken futbol medyasında okunabilecek insan sayısı gün geçtikçe azalıyor. Klişe sözcüklerle yazılmış makaleler, analizler, maç yorumları (!) artık daha fazla yer buluyor gazetelerde. Televizyonlarda, gazeteciler yerine yorumcu olarak futbolcu eskilerini izliyoruz. Yalan transfer haberleri, sağdan-soldan çalınmış yazılarla kendini bir ileri boyuta atmış durumdalar.

7- Türk hakemleri de 2000'li yıllarda daha geriye gitti. Yapılan hatalar artık facia boyutunda. 90'lı yıllarda bütün bir sene 3-5 maç konuşulurken hata açısından şimdi artık her hafta 3-5 maç bulabiliyoruz. Bu yüzden kendileri, tıpkı futbol kulüplerimiz gibi Avrupa'da Mart ayında sıcacık evlerinde oturup, televizyondan izliyorlar maçları.

8- Daha önce şike gibi kavramlar sadece iddia boyutundayken (tabii ki yapılıyordu), artık UEFA nezdine yükselmiş birçok maçımız var. Şike-bahis skandalları önce konuşulup sonra sumen altı ediliyor. Ama tabii ki, mızrağın çuvala sığmayacağı günler yakın.

9- Hâlâ Galatasaray-Fenerbahçe-Beşiktaş dışında şampiyon çıkartabilmiş değil, ülke futbolu. Her yıl bu üçünden hangisi şampiyon olacak diye papatya falları açıyoruz. Herhangi bir takım ligi forse etmeye başladığında derhal yılın takımı ilan ediliyor. Ancak Mayıs ayına geldiğimizde arkasından sadece "Bu bile büyük başarı" cümlesini kuruyoruz.

10- İstikrar tıpkı 80'li ve 90'lı yıllarda olduğu gibi ülkeye uğramıyor. Her sezon başında (hatta sezon bitiminde) uzun vadeli planlar yapıp, daha Ocak ayı gelmeden günü kurtarmanın peşine düşüyoruz. Birkaç yenilgide adam asmaca oynayıp, "Sen zaten ne anlarsın?", "X kişi futboldan anlamıyor" türünden yazılarla, mezar taşı hazırlıyoruz.

11- Yakaladığımız Dünya ve Avrupa üçüncülüğüne karşın, halen bir futbol stilimiz yok. Günlük başarıları, başarı olarak kabul edip, anın esiri oluyoruz.

12- Artık tribünlerde daha bir ana-avrat-sülale küfür ediyoruz. "Hakeme de maaşallah, gelin olur inşallah", "Bir baba hindi" tezahüratlarından direkt olarak anne ve eş gibi seksist yaklaşımlar sergiliyoruz.

13- Artık ülkeye gelen yabancı futbolcuları ve teknik direktörleri ırkçı yaklaşımlar göstererek eleştiriyoruz.

14- Ölmez sağ kalırsak, 2019 yılında da benzer bir yazıyı kaleme alacağımızı tahmin ediyoruz. Kendi kendimizi yiyip-bitirmekten mazoşist yapımızdan ötürü zevk alıyoruz. Çünkü büyük denizde küçük balık olmaktansa, küçük denizde büyük balık olmak daha kolay geliyor.

15- Birbirimizden nefret ediyoruz. Nefretimizi gün be gün içimizde büyütüyoruz.

16- Futbolun altı üstü bir oyun olduğunu, ne yazık ki algılayamıyoruz.

26 Aralık 2009

Vefa vefa diye ağlayanlar

Galatasaray Kulübü'ne yeni üye olan 583 kişiye berat ve üyelik kartları verildi.

Galatasaray Lisesi Tevfik Fikret Salonu’nda düzenlenen törende kulübe üye olanlar arasında Hakan Şükür, Bülent Korkmaz, Ümit Davala, Arif Erdem, Ergün Penbe, Hakan Ünsal, Hasan Şaş, Tugay Kerimoğlu ve Vedat İnceefe de vardı.

Sanırım kimsenin şikayeti olmaz (gerçi benim bazı isimlere itirazım var) bu isimlere üyelik verilmesine. Ancak neredeyse her gün televizyona çıkıp, gazetelerindeki köşelerinden "Galatasaray'da vefa yok" diye salya sümük ağlayan bu arkadaşların hiçbiri törene teşrif etmemiş.

Tabii neden gelecekler ki, eğer gelirlerse ağlamak için nedenleri kalmayacak. Terbiyesizlik başka bir meziyet. Siz iyisi mi, tam da mevsimi birer bardak boza için. O kulübün üyeliği size fazla...

Trabzon ve İnönü'süz 2016 Avrupa Şampiyonası

Öncelikle dünü pas geçtim okuyan, takip edenler kusura bakmasın. Fena bir baş ağrısı ve evde geçen istirahattan ötürü olduğunu belirtmek boynumun borcudur. Şimdi yazıya geçelim...

Euro 2016 için adaylık süreci resmen başlatıldı. İşin ekonomik boyutu aslında ayrı bir yazı konusu. Ancak resmi tanıtım kampanyasının yapıldığı gün, statlar konusu kafamı kurcaladı. Açıklamaya göre İstanbul'daki maçlar sadece Olimpiyat Stadı ve Türk Telekom Arena olacak. Ciddi bir itirazım var sadece bu iki stat olmasına.

Dünyanın mekân açısından en güzel, en büyüleyici statlarından biri olan İnönü Stadyumu'nun olmaması büyük bir saçmalık. Dünyanın neresinde, böylesine bir konuma sahip olan stat vardır ki? Siz burayı ıskalayıp, Olimpiyat Stadı gibi ucubik -kimse kusura bakmasın- bir yerde, onlarca handikaba sahip bir stadyumu seçersiniz?

Bu işin ekonomik boyutu var değil mi? Amaç sadece "Hadi bizim ülkemizde yapalım da, dosta-düşmana kim olduğumuz gösterelim" gibi bir düşünce değil.

İnönü ve Olampiyat statlarını karşılaştıralım. Örneğin; İngiltere ve Fransa maç yapıyor. Karşılaşma Olimpiyat Stadı'nda. Maç bitiyor ve insanlar dağılıyor. 80 bin seyirci maçtan sonra bir şeyler yemek, bir şeyler içmek isteyecek. Bu kadar insan nerede, ne yiyip içecek? En yakın mesafede ne gibi eğlence yerleri var? O stada gittiğim için gayet iyi biliyorum, bildiğin Bulgaristan sınırında. Etrafta stadı kıskandıracak biçimde in-cin çift kale maç yapıyor. Yani işin ekonomisi açısından berbat bir seçim.

Peki aynı maç İnönü Stadı'nda olsa. Maç bitmiş, insanlar yürüme mesafesinde yüzlerce yere gidip; üzülen kafayı dağıtmak, yenilen zaferi kutlamaya gidebilir. Herhangi bir yere gitmeyi bırakın, stattan birkaç adım atıp, deniz kenarında bile bu işi yapabilir. Üstelik bu seyircilerin birçoğu da, o civardaki otellerde kalacak.

Yahu bırakalım işin ekonomisini. Sadece konumundan ötürü İnönü Stadı kesinlikle 2016 listesinde olmalı.

Şimdi İstanbul dışındaki diğer statların hangi şehirlerde olacağına bakalım. İzmir, Konya, Antalya, Bursa, Eskişehir ve Ankara. Bu şehirlere yeni statlar yapılacakmış. Eyvallah, tamam.

İyi de, gözünüzü seveyim Türkiye'nin en futbol kokan şehri Trabzon neden bu listede yok? Nasıl olur da bir Avrupa şampiyonasında Trabzon'da maç oynanmaz. 7'sinden 70'ine herkesin futbolla yatıp kalktığı bir şehirin Avrupa Şampiyonası göremeyecek olması nasıl bir anlayıştır?

Tıpkı İnönü Stadı'nda verdiğim örnekte olduğu gibi işin ekonomik boyutundan ötürü de Trabzon'un olması gerekir. Konya'ya giden insanlara Konya Ovası'nı ve buğday ambarlarını mı gezdireceksiniz? (Konya'da sadece bu mu var demeyin, çünkü Konya'yı gayet iyi biliyorum)Buraya gelecek insanların sadece stada gidip geleceğini mi düşünüyorlar acaba.

Bu insanlar gezecek, bu insanlar eğlenecek, bu insanlar para harcayacak gittikleri yerde. Trabzon gibi turizm cenneti bir yeri es geçmek, kelimenin tam anlamıyla aptallık.

Şahsen, futbol dendiği zaman benim aklıma ilk gelen şehirlerden biridir Trabzon. İstanbul hegemanyosını yıkıp, bu ülkeden bir başka şampiyon çıkardığı için bile hak ediyor Trabzon ve halkı. Sadece bu bile, benim açımdan yeterli.

Hiç kusura bakmasınlar ama bu stat seçimi işini kim ya da kimler yapmışsa, hangi kriterlere göre yapmışsa şu an yaptıkları işi bıraksınlar, başka iş arasınlar. Çünkü berbat seçimlerde bulunmuşlar. Bir işe girişip, o işi yarım yamalak yapmak, tam da bize göre bir anlayış.

Son sözümü söyleyeyim. Avrupa Şampiyonası'nda Trabzon listede yoksa, umarım o organizasyonu alamayız.

Not: Ne Trabzonlu'yum ne de Karadenizli.

24 Aralık 2009

Bu t-shirt'ü Arda giyseydi


Atılacak olası haber başlıkları...

"Gençleri intihara sürüklüyor"

"Dikkatsiz Arda"

"Arda, eski Arda değil"

"Kaptanlığı taşıyamadı"

"Bu kadarına da pes!"

.............

Yırtın kıçınızı yırtın, Arda'dan Cristiano Ronaldo yaratmaya çabalayın.

Cüneyt Gökçer efsanesi

Dün akşam Galatasaray-Trabzonspor maçı sonrası almıştım öldüğü haberini. Cidden kötü oldum. Türk tiyatrosunun yaşayan en büyük efsanelerinden biriydi çünkü. Neler yaptığını, geride neleri bıraktığını görünce insan daha bir üzülüyor. Bilmeyenler öğrensin...

Bu ülkede, skandallarla, dangalaklıklarla hatırlanan insanlar dışında, böylesi harika işlerle anılan insanlar olduğunu da unutmamak gerekir.

ROL ALDIĞI ESERLER

Otelci Kadın (Goldoni) 1941, Antigone (Sophokles) 1941, Julius Caesar (Shakespeare) 1942, Kral Oidipus (Sophokles) 1943, Asker Saadeti (G. E. Lessing) 1943, Kibarlık Budalası (Moliére) 1944, Yanlışlıklar Komedyası (Shakespeare) 1945, Bizim Şehir (Wilder) 1945, Anasının Kuzusu (Fonvizin) 1946, Faust (Goethe) 1946, Köşebaşı (A. K. Tecer) 1947, Size Öyle Geliyorsa Öyledir (Pirandello) 1948, Paydos (C.F. Başkurt) 1948, Onikinci Gece (Shakespeare) 1948, Eskisi Gibi Eskisinden Üstün (Pirandello) 1949, Faust (Goethe) 1949, Peer Gynt (Ibsen) 1950, Altı Şahıs Yazarını Arıyor (Pirandello) 1950, Hamlet ((Shakespeare) 1950, Eski Şarkı (R.N. Güntekin) 1951, Cyrano De Bergerac (Rostand) 1952, Köşebaşı (A. K. Tecer) 1952, Bir Yaz Gecesi ((Shakespeare) 1952, Fatih (N. Kurşunlu) 1953, Maria Stuart (j. C. F. Schiller) 1953, Çayhane (J. Patrick) 1955, Şatoya Davet (J. Anouilh) 1955, Ruhlar Gelirse (Coward) 1955, Kral Oidipus (Sophokles) 1959, Don Juan (Moliére) 1963, Kiss Me Kate (Sam Bela Spaweach) 1963, Vanya Dayı (Cheov) 1965, My Fair Lady (Alan Jay Lerner) 1967, IV. Henri (Pirandello) 1968, Damdaki Kemancı (Shetdon Harnıcı, Joseph Stain) 1969, IV. Murat (t. Oflazoğlu) 1970, Mançalı Don Kişot (Cervantes) 1971, Bejket (Anouilh) 1972, Hastalık Hastası (Moliére) 1973, Kral Lear (Shakespeare) 1981, Damdaki Kemancı (Shetdon Harnıcı, Joseph Stain).

ROL ALDIĞI VE SAHNEYE KOYDUĞU ESERLER

Gelin (Zola) 1954, Keçiler Adası (Betti) 1954, Tanrılar ve İnsanlar (O. Asena) 1954, Onikinci Gece (Shakespeare) 1955, IV. Henri (Pirandello) 1956, Bir Yastıkta (Hartog) 1956, Su Kızı (Giraudoux) 1957, Anna Frank’ın Hatıra Defteri (Godrich, Hackett) 1957, Onikinci Gece (Shakespeare) 1958, Kral Lear (Shakespeare) 1958, Hamlet (Shakespeare) 1961, Onikinci Gece (Shakespeare) 1964-Paris, Julius Caesar (Shakespeare) 1964.

SAHNEYE KOYDUĞU ESERLER

Şamdancı (A. De Mussed) 1948, Hekimliğin Zaferi (Romains) 1949, Hile ve Sevgi (Schiller) 1950, Miras (James) 1955, Derin Mavi Deniz (Rattigan) 1953, Tilki (Johnson) 1955, Trafik Cezası (Paulo) 1956, Tahta Çanaklar (Morris) 1956, Çöpçatan (Wilder) 1957, Cadı Kazanı (Miller) 1958, Cephede Piknik (Arabal) 1960, Gergedan (Ionesco) 1960, Andora (Frisch) 1962, Kireçli Bahçe (Bagnold) 1966, Küskünler Kahvesi (Cullers) 1966, Cadı Kazanı (Miller) 1970, Andora (Frisch) 1972, Bağdat Hatun (G. Dilmen) 1974, Tarla Kuşuydu Juliet (Kishon) 1976, Kim Korkar Hain Kurttan (Albee) 1987, Ustalar Sınıfı-Maria Callas (Terence Mc Nally) 1997.

SAHNEYE KOYDUĞU OPERALAR

Salome (R. Strauss) 1959, Van Gogh (Nevit Kodallı) 1974/1985, Romeo-Juliet (C. Gounod) 1975, Midasın Kulakları (F. Tüzün) 1977/1988/1993, Gılgameş (Nevit Kodallı) 1978, Nasrettin Hoca (S. Kalender) 1979/1983, IV. Murat (O. Demiriş) 1979/1983, La Boheme (G. Puccini) 1988, Gülbahar (Ç. Işıközlü) 1988, Yusuf ile Züleyha (O. Demiriş) 1989, Madame Butterfly (G. Puccini) 1992, Damdaki Kemancı (Jerr Bock)1991, Dudaktan Kalbe (Ç. Işıközlü) 1997.

ROL ALDIĞI FİLMLER

1951 yılında Cahide Sonku ile Vatan ve Namık kemal adlı ilk film çalışmasını gerçekleştirir. Bu ilk filmi, daha sonra diğerleri izler: Akdeniz Fatihi (Barbaros Hayrettin) 1951, Lale Devri 1951, Kaldırım Çiçeği 1953, Nilgün 1954, İlahi Davet, Mevlana, Yaprak Dökümü 1966, Sinekli Bakkal, 501 Numaralı Hücre 1967, Damdaki kemancı, Mektup 1997, Hz. Ömer’in adaleti, Hacı Bektaş-ı Veli.

Ancak Türkiye'de olur!

Yer: Şanlıurfa
Fotoğraf: Gerçek

Böylesi ancak Türkiye'de olur cidden. İlk bakıldığında, şöyle hafiften gülümsüyorsun. Bir Renault'un içinde 13 kişi var. Sadece bagajda 4 çocuk var.

Dedim ya, ilk baktığında gülüyorsun diye ama bir saniye duraksayıp düşündüğünde "Ne oluyoruz ya" demekten alamıyor, insan kendisini.

Hakikaten, hangi devirdeyiz, kendi evladına köpeğin yavrusuna bile yapmayacağı bir davranışta bulunmak nasıl bir insanlıktır? Bu kadar cahillik, bu kadar aptallık, hangi izana sığar?

Zamanın birinde aptalın teki "Benim oyumla dağdaki çobanın oyu bir olmamalı" demişti, Türkiye yerinden oynamıştı. An geliyor, hak veriyorum. Aynı havayı soluyoruz bu davranışı sergileyenlerle, aynı gökyüzüne bakıyoruz, aynı sokaklarda yürüyoruz.

Bu kadar cahil bırakılan bir halkın, verdiği kararların sonuçlarına hepimiz katlanıyoruz. Yemin ediyorum içim bunaldı....