31 Aralık 2010
İnsan onuruna yaraşır bir yeni yıl dileğiyle
Savaşsız, silahların sustuğu, insan emeğinin sömürülmediği, çocukların öldürülmediği, ezilenlerin olmadığı, açlıktan ölümlerin yaşanmadığı, herkesin birbirine tahammül edebildiği, insan onuruna yaraşır bir yeni yıl dilerim herkese.
Umarım, geride bıraktığımız yılın tüm pisliklerinden arınmış ve arındırılmış bir yıl yaşarız.
BİR UMUT
Yorgunsun,uzaklardan gelmişsin;
Yitirmişsin neyin varsa birer birer.
Bir sağlık, bir sevinç, bir umut...
Onlar da neredeyse gitti gider.
Dost bildiğin insanların yüzleri
Aynalar gibi kapkara.
Suyu mu çekilmiş bulutların?
Dönmüşsün kuruyan ırmaklara.
Taşlara düşen saat gibi,
Ne artı, ne eksi.
Bir sağlık, bir sevinç, bir umut
Hikâye hepsi.
Cahit Sıtkı Tarancı
Anadolu Ajansı 'yalama' ustası
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, eşi Sare Davutoğlu ile birlikte küçük kızları Hacer’in voleybol maçını izledi.
Dışişleri Bakanı Davutoğlu, ilkokul 5. sınıf öğrencisi olan Hacer Davutoğlu’nun oynadığı Maya Koleji Voleybol Takımı’nın, Büyük Kolej Voleybol Takımı ile yaptığı hazırlık maçını izlemek için Büyük Kolej Spor Salonu’na geldi.
Salona eşi ile birlikte gelen Davutoğlu, karşılaşmayı Büyük Kolej öğrencilerinin arasında, Büyük Kolej Yönetim Kurulu üyesi Tansu Doğay ile birlikte izledi.
Maya Koleji’nin 3-2 kazandığı maç sonunda iki takım sporcularını tek tek kutlayan ve her bir sporcuya ismini soran Bakan Davutoğlu, Maya Koleji ve Büyük Kolej sporcuları ile birlikte hatıra fotoğrafı da çektirdi.
Yalayın gençler yalayın. Akanları yalayın, akmazsa akıtmak için yalayın. Bir kurum bu kadar yalaka bu kadar yavşak olur ancak. Bu haber Anadolu Ajansı'nın 'spor' kategorisinden geçti.
Cidden hayatımda örneğine rastlamadığım türden haberler bunlar. Kaç yıldır şu masaların başındayım, bir tane örneğine rastlamamıştım.
Vıcık vıcık yalakalık ve yavşaklık akıyor heriflerden.
30 Aralık 2010
Lan bir kere kabul edin mağlubiyeti
Fenerbahçe Ülker Şube Direktörü Nedim Karakaş: "Onlar vuracak kıracak, hakem çalmadığı zaman prim vermiş oluyor. Yapılan 4 faulden bir tanesini çalarsan, oyunun en kritik anlarında yapılan faulleri es geçersen olmaz. Oyunu koparmamıza müsaade edilmedi. Çalınan ve verilmeyen faullerin oyun neticesinde etkili olduğunu düşünüyorum. 6 sayı öndeyken Ömer’e yapılan sert faulün es geçilmesi ve itiraz eden antrenörümüz Spahija’ya teknik faul verilmesinin ardından oyunun momentumu Galatasaray’a döndü. Sporcularımız sinirlenerek, oyundan düştüler. Spahija’ya teknik faul çalan hakem, keşke daha önce sahanın içine kadar girip, hatta bizim bence kadar gelen Oktay Mahmuti’ye de aynı tepkiyi gösterseydi. Ev sahibi olmanın avantajı sahadaki hakemlerin yürekleriyle ilgili. Dün yüreksiz olduklarını gördük.
6 sayı öndeyken Ömer pata küte indirildi. Koç sinirlendi, teknik faul aldı. Maç kafa kafaya geldi. Olayın tersini düşünsek, 8 sayı öne geçeceksin rakibin elleri titremeye başlayacak. 32 dakika mücadele içinde bütün taktikleri oydu, vur vurabildiğin kadar hakemler de çalabildiği kadar çalsınlar. Maçta 27 faulden 12’sini kaçırdık. Bunlar takım sinirlenip oyundan düştükten sonra kaçan fauller. Oyuncularımız 31-32 dakika çok güzel mücadele ettiler. Devamlı faullerin es geçilmesi ve emeğinin boşa gitmesini görmeleri onları da sinirlendirdi.
Nedim Karakaş, maçtan sonra başantrenör Neven Spahija’nın kendisine çalınan teknik faulün haklı olduğunu söylediğinin hatırlatılması üzerine "Antrenörümüz faulün haklı olduğunu düşünüyor olabilir. Ama antrenörümüze çalınan teknik faule kadar Oktay Mahmuti’nin yaptığı itirazlarda dakikalarca izahat vereceklerine bir tane teknik faul verselerdi. Ben illaki ’Oktay’a da teknik faul versinler’ demiyorum, düdüklerinde standart olmayan davranışları dile getiriyorum. Eğer Oktay’a verilmiyorsa, antrenörümüze verilen teknik faul de ağırdı. Düdüklerde standart olmamasından şikayetçiyim."
37 yaşına geldim. Ben daha Fenerbahçe'nin herhangi bir branşta Galatasaray'a yenilip de, "Tebrik"ler dediğini duymadım. Lan bütün hayatım şu heriflerin ağlayıp sızlamasını görmekle geçti. Merdiven diyeni duydum lan. Sanki merdivenlerden ruhani bir güç geliyor sahanın içine.
Ya bir kere abi, bir kere, "Galatasaray hak etti" deyin be. Bir yeriniz mi eksilecek anlamıyorum. Rakibini alkışlamak, elini sıkmak, tebrik etmek senin büyüklüğüne büyüklük katar.
U17, U17 diye dünya ayağa kalktı. Bir olay benim evimde gerçekleşmişse sorulmusu benimdir. O yüzden özür dilendi, zaten polis ve savcılık devrede. Aziz Yıldırım çıkmış "Bizde olsa tepkiyi daha farklı koyardık. Ama onlar koyamıyorlar" diye açıklama yapıyor.
Ulan angut, açtırmayın adamın ağzını. Dünya spor tarihinde yaşanmamış şeyler gördük Saraçoğlu'nda. Kimin aklına gelir koltuklara tezek sürmek, bok sürmek. Kimin aklına gelir sidik torbalarını yağdırmak. Gerets'in kafasını yararken, Mondragon'un kulağında ses bombası patlatırken neredeydin. Farklı tepki koyarmış. Götveren, bunları yapanları çükünden tavana astı sanki sikko sikko konuşuyor şimdi.
Lan hakikaten boku çıktı hadisenin. Polisin olaya karışanları yakaladığı, savcılığın işin içinde olduğu bir hadisede ne yapılabilir başka acaba? Florya'da asacak mıyız, bu olaylara karışanları. Yoksa TT Arena'nın açılışında kurban niyetini kafalarını mı keseceğiz.
İbnelerin evladı önce yaptığınız bokları kabul edin, özür dileyin, tebrik edin. Sonra başkalarına akıl fikir verin. Bunların hepsi kanatlı melek, biz şeytanın önde gideniyiz.
Ama suç bunlarda değil, suç Aziz Yıldırım'ın eteğine yapışıp her medyaya çıkışında "Aziz Başkan" lafını ağzından düşürmeyenlerde.
Fenerbahçeli dostlar alınmasın, yeri geldiği için söyleyeceğim -Nedim ve onun gibi düşünen herkese- Nedimciğim adamı böyle sikerler.
'Giden gitmiş, hüznü ayaklandırmak boşuna'
"Şimdi sessiz duruyoruz kıyısında bir düşüncenin
Unutmamak için çünkü unutuşun kolay ülkesindeyiz
Ölü balıklar geçiyor kırışık bir denizin sofrasında
Ve ellerinde fenerleriyle benim arkadaşlarım
Durmadan düşünüyorum
Ne kadar çok öldük yaşamak için."
Onat Kutlar
16 yıl önce bir bombaya kurban gitti Onat Kutlar ve Yasemin Cebenoyan. Olayı gerçekleştirenler pişman oldular.
Ne yazık ki, son pişmanlık keşke fayda getirebilse. Ne çok aydınlık beyin öldürüldü, idam edildi, hapishanelerde çürütüldü bu ülkede.
Karanlık sulardayız şimdilerde. Attığımız her kulaç bizi biraz daha karanlığa sürüklüyor.
Bazen çok şey yazmak yerine sözü üstadlara bırakmak en iyisidir.
SAAT SEKİZİ GEÇ VURDU
Kime ne desem
Boyuna kendimi dinliyordum eski yağmurları dinliyordum
Düşünmeden biliyordum deniz ılıdı
Dökülen çelik katı
Yürüyenler yan yana
Yüzümü güneşe dinlendirsem
Dağın dağ olduğunu bilsem ovanın ova ağacın ağaç
Kurtulurdum
Çok köprülü sular gibi git git bitmedi
Boyuna kendimi dinliyordum eski yağmurları dinliyordum
Saat sekizi geç vurdu
Giden gitmiş hüznü ayaklandırmak boşuna
Düşünmeden biliyordum.
Arif Damar
29 Aralık 2010
Galatasaraylı olmayı özlemişim
Futbolcu arkadaşlara ev ödevi Galatasaray Basketbol Takımı izlenecek.
Bir takımın nasıl mücadele ettiği görülecek.
Oyun kurucu nasıl olur Tutku'dan öğrenecek.
Takım nasıl olunur dikkatle takip edilecek.
Uzun zamandır izlediğim en sıkı maçlardan biriydi. Tutku, her sporcuya beyin kullanıldığında ne kadar etkili oluyor, onu gösterdi her hücumda. Son zamanlarda izlediğim en iyi performans diyebilirim.
Çok net bir itirafta bulunmam gerekirse, uzun zaman sonra Galatasaraylı olduğumu hissettim ve Galatasaraylı olduğum için gurur duydum. Yenilseler de umrumda değildi çünkü kazanmak için acayip mücadele ettiler. Şu takıma alınabilecek bir uzunla tadından yenmez bir hal alır.
Taraftarın görmek istediği şey bu. Mutlaka sonuçlar için kızanlar da vardır ama genel olarak herkesin öfke nedeni Galatasaray futbol takımının sahadaki tavrı.
Cidden ders almaları gerekir. Kıssadan hisse olsun kendilerine. Bize de bu akşamın ve liderliğin keyfini sürmek kalsın.
Neven Spahija'yı da tebrik etmek lazım, akil ve mantıklı açıklaması nedeniyle.
Sporda Şiddet Yasası, fişlemeye dönüyor
Galatasara-Fenerbahçe U17 maçında yaşananlardan sonra Sporda Şiddet Yasası hızlandırıldı. Dün Bakanlar Kurulu'ndan geçen yasa tasarısında olumlu denebilecek maddelerin yanı sıra onaylanmayacak pek çok maddeyi de beraberinde getiriyor.
Buna göre, maçlara gideceklere gideceklere (Süper Lig ve Bank Asya, voleybol ve basketbol 1. ligleri) parmak izi ve fotoğraflı kart verilecek.
Bu karta daha sonra maça göre bilet girişi yüklenebilecek. Karta para yatırmak suretiyle her maça göre de yükleme yapılabilecek. Bu kartla stadyuma girilebilecek. Stadyumda elektronik donanımların da yer alacağı sistem kurulacak.
Sistemde kartınız geçerli ise içeriye girebileceksiniz. Geçerli değilse girilemeyecek. Parası eksikse de girilemeyecek. Daha önce maçlarda olay çıkarmış, ya da yasaklanmış olan bir kişi ise, onun kartı iptal, ya da belirlenen bir süre içinde iptal edilecek.
Her şeyi anladım da, parmak izi almak ne oluyor anlamadım. Hayatımda pek çok maça gittim, hiçbirinde ne olaya karıştım, ne de olumsuz bir davranışta bulundum. Benim gibi insanların suçu nedir de, parmak izi vereceğiz.
Parmak izi dünyanın her yerinde suçluların belirlenmesinde kullanılır. Bir suç oluştuğunda ya da suçun oluşmasının ardından yetkililer tarafından alınır. Bu işin spor karşılaşmasıyla ne gibi bir ilgisi var, anlayamadım.
Bir spor müsabakasına gideceğim diye kimse parmak izimi alamaz. Eğer bu uygulama ciddi anlamda gerçekleştirilecekse, şimdiden televizyon başındaki yerimi almam lazım. Çünkü kusura bakmazlarsa kimseye parmak izimi vermem.
Adam gibi yasa çıkartamayacak aptallar tarafından yönetilmek, iyiden iyiye ağrıma gitmeye başladı. Her yasanın güvenlik adı altında fişlemeye evrilmesi de cabası.
Samsun'un İlkadım ilçesi sapık yuvası mı?
Gün içinde pek çok haber okumak zorunda kalıyorum. Bir süre sonra algı farklı yerlere kayıyor haliyle. Bugün okuduğum bir haberden sonra iyice karar verdim ki, Türkiye'nin en sapıklarla dolu yeri Samsun'un "İlkadım"
ilçesi.
Neredeyse her gün hiç sektirmeden taciz, tecavüz haberi geliyor buradan. Bir gün ara verdiklerine bile rastlamadım. Siz siz olun, Samsun'a yolunuz düşerse İlkadım'a gitmeyin. Götü kaybedip gelme ihtimaliniz çok yüksek.
Buyurun, bakın neler yaşanıyor burada. Hakikaten şaka gibi ama gerçek.
"Samsun'da evden kaçan 11 yaşındaki D.K.'yı erkeklere pazarladığı iddia edilen 38 yaşındaki M.K. ile cinsel ilişkiye girdiği öne sürülen 3 kişi tutuklandı."
"Samsun'un İlkadım ilçesinde, araçlarına aldıkları kadına tecavüz ve çantasını gasp ettikleri iddiasıyla yargılanan 4 kişi çeşitli hapis cezalarına çarptırıldı."
"Samsun İlkadım'da 17 yaşındaki İ.S., 15 gün önce tanıştığı kız öğrenci 13 yaşındaki B.B'ye tecavüz ettiği iddiasıyla tutuklandı."
"Samsun'un İlkadım İlçesi'nde 19 yaşındaki G.G., facebook'tan tanışarak arkadaş olduğu 16 yaşındaki F.T.'ye evine giderek tecavüz ettiği iddiasıyla gözaltına alındı."
"Samsun'un İlkadım İlçesi'nde karısıyla aynı yatakta yakaladığı arkadaşını baltayla 10 parçaya bölen 37 yaşındaki Engin Payaz tutuklandı."
"Samsun'da (İlkadım yine) 13 yaşındaki K.A., teyzesinin kızları, 11 yaşındaki M.A. ve 8 yaşındaki İ.A.'ya cep telefonundan porno izlettirip taciz ettiği iddiasıyla tutuklanan 24 yaşındaki İbrahim C.'nin yargılanmasına devam edildi."
"İlkadım İlçesi Hürriyet Mahallesi'nde seyyar arabada balık satan Mustafa Baş ile yine seyyar satıcılık yapan arkadaşı Engin Menteşe birlikte eve gitti. Bekar olan iki arkadaş birlikte yemek yiyip alkol aldıktan sonra aynı yatağa girip uyudu. İddiaya göre gece Baş, arkadaşını taciz etmeye başladı."
"Samsun İlkadım'da işsiz olan 43 yaşındaki Musa Alaca, birlikte yaşadığı annesi 70 yaşındaki Asiye Alaca'ya bıçak çekip, ölümle tehdit ederek 3 bin TL istedi."
Daha bunlardan en az 35-40 tane var. Ben elime ilk geçenleri seçtim.
28 Aralık 2010
Faşizm mi, faşizan uygulamalar mı?
outlaw, şahane bir yazı yazmış FAŞİSTİM, FAŞİSTSİN, FAŞİST! diye. Fırsatı olan mutlaka bir okusun derim.
Tam bu yazının üstüne denk geldi İstanbul Üniversitesi'ndeki 'uygulama'.
İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü, savcılığa başvurarak, okulun ilçe sınırlarında -yani Fatih'in tamamında- polisin her üniversite binasında hatta çevresinde istediği zaman, istediği öğrencinin çantasını, poşetini, kağıtlarını v.s. v.s. arama yetkisi verilmesini istemiş. Mahkeme bu isteği geri çevirir mi hiç. Tabii ki İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü'nün bu isteği hemen yerine getirilmiş.
Artık polis 1 yıl boyunca, -1 yıl diyorum bak, dikkatini çekerim- Fatih'te hangi genci görse, kimliğinden kıçındaki donuna kadar arama hakkına sahip olacak.
Böylesi bir skandal kararın alınmasının yanı sıra, arama izninin 1 yıl olması ayrıca kendi içinde daha büyük bir skandal. Dünyanın neresinde polise sınırsız bir arama izni ile birlikte 1 yıllık zaman verilir acaba?
Haa bak şimdi derdim ne? İleri demokrasi hikâyelerini zaten geçtim, bunun koskoca bir yalan olduğunu aptal olmayan herkes görüyor. Bu karara kim, nasıl tepki verecek onu merak ediyorum.
Üniversitelerde gerçekten özgürlük isteyenler ve özgürlüğü duruma göre isteyenlerin ortaya çıkacağı bir süreç olacak.
Öğrencilerin açtığı karşı davadan eğer bir sonuç çıkmazsa, İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü'nün bu isteği pek çok üniversiteye de ilham (!) kaynağı olacaktır. Özelllikle Anadolu'daki üniversitelerde var olan baskıları düşündüğümüzde bir nevi kabir azabına dönüşecektir.
Şu kesin ki, iktidar ve onun atadığı rektörler, üniversitelerde kendisini göstermeye başlayan. hafif hafif kıpırdanan öğrenci eylemlerinden fazlasıyla rahatsız. Her iktidar gibi polisin devreye sokulmasıyla bu olayların bastırılabileceği düşünülüyor, ki bu düşüncede doğruluk payı yok değil.
Son 7 yılda 140 bin olan polis sayısı 250 bine gelmiş durumda. Hayatın her alanında polisin fazlasıyla hakim olduğu bir ülke haline geliyoruz. Bugün kimse konuşmuyor ama mahremiyet denen olgu yok olmaya başladı. Her sokakta, her cadde başında güvenlik gerekçesiyle konulmuş MOBESE kameraları, polisin her yerde gözümüze çarpması, öğrenci-sendika başkanı ayırt etmeden istediğini coplayabilmesi can sıkıca bir hal almaya başladı.
Özgürlük, özgürlük diye kıçını yırtan öğrencilerin bu süreçte nasıl bir tavır takınacağını görebileceğiz.
Ne yazık ki, Türkiye'de faşizmin ayak sesleri duyulmaya başlandı. Hayatın her alanında faşizan uygulamalar, siyasi iktidar ve onun atadığı, göreve getirdiği kişiler tarafından hayata geçiriliyor.
Toplum ekonomik ve siyasi yönden sıkıştırılmış durumda. Kafasını yukarı çıkartanlar içinse hazırlanmış bir plan var mutlaka.
NOT: Tam bu yazının üstüne şu haber eklenince durumun ne kadar vahim olduğu daha bir ortaya çıkıyor. Buyurun okuyun
POLİS ŞİDDETİ LİSEDE
27 Aralık 2010
Şiddetin rengi sadece sarı-kırmızı mı?
Türkiye'de şiddet ciddi bir sorun. Bunu sadece futbolla ilişkilendirmek, ismine futbol ya da tribün terörü ismi verilerek, "Bu işi nasıl hallederiz" demek, sorunun temelini gözmezden gelmektir.
Dün Florya'da yaşanan rezaletle, polis tekmesiyle bebeği öldürülen genç kız olayı arasında, benim adıma bir fark yok. Babası tarafından dövülen genç, okulda öğretmeninden dayak yiyen liseli, trafikte birbirine girişen sürücüler ya da eşinden dayak yiyen kadın.
Şiddet özünde, iktidar yani güç kavramı ile birbiriyle girift bir ilişki yaşar. En basitinden, ilkel bir el koyma aracı olarak kabul edebiliriz.
Şimdi bunlara bakıp da, dün Florya'da yaşananları salt Galatasaray'la ilişkilendirmek, kusura bakmazsanız dangalaklıktan başka bir şey değil. Bu ülkenin her yanında şiddeti her an, her dakika yaşıyoruz.
Eğer şiddetin karşısındaysak, Florya'da dayak yiyen Fenerbahçeli çocuklar için ayağa kalkan insanlar, üniversiteli gençler polisten dayak yerken, işkenceden geçirilirken, neden üç maymun rolünü kendine uygun görür?
Tipik Türkiye fotoğrafıdır bu. Neden? Çünkü bu ülkede insanlar, kendinden güçlüye boyun eğmeyi alışkanlık haline getirmiştir. Ya kendinden güçsüz ya da kendine denk kişiler, kurumlarla kavga etmeyi sever. Daha anlaşılır biçimde yazayım: Götünün yemediğine boyun eğer.
Sen, ülkede olup biten hiçbir şeye sesini çıkartmayacaksın ama iş bir futbol maçında olup bitenlere gelince, birdenbire şahlanacaksın. O iş öyle olmaz.
Haa, işin tabii bir de "Senin şiddetin", "Benim şiddetim" boyutu var. Şiddeti her kim yapıyorsa savunuyor ve bunu olumlama çabasına giriyor ama karşı taraf aynı şiddeti sergilediğinde ortalığı velveleye veriyor. Şiddet karşısında ortak bir dil geliştirilmezse, verdiğin tepkilerin hiçbir geçirliliği kalmıyor. Şiddet sadece renk değiştirmiş oluyor.
Geçen sezon kendi stadını yakan insanların, dün olan bitene tepki göstermesi ya da Gerets'in kafası yarılırken "İyi oldu amına koyayım, zuhahhaaha" diye gülerken, bugün melaike kesilmesi kusura bakmazsanız hiç mi hiç gerçekçi olmuyor. Tam aksine insann götüyle gülme refleksini harekete geçiriyor.
Daha her iki taraftan onlarca örneği bir çırpıda sayabilmek mümkün. Ancak sorunun çözümü için şiddetin her türlüsüne ve her rengine karşı gelmemiz gerekiyor. Devlet şiddetine de tepki göstermeliyiz, tribündeki şiddete de.
Adını koyalım ve dürüstçe itiraf edelim. Bize uzak olan her türden şiddet uygulaması, kimsenin umurunda olmuyor. Hatta futbol dışında uygulanan hiçbir şiddete tepki göstermiyoruz.
Sağda-solda işi "Bravo delikanlı Galatasaray taraftarı" gibi genellemeye döken arkadaşlara, kardeşlere ilk anlatılması gereken şey şiddete yekvücut tepki gösterilmesi gerektiğidir.
"Dün akşam Başakşehir'de 300 kişi tarafından cemevi basıldı, camları kırıldı, içerideki insanlar linç edilmeye çalışıldı. Haydi tepki koymaya gidelim" desem, kimse götünü bile kıpırdatmaz.
Ama "Yürüyün Florya'ya dün olanlar için tepkimizi ortaya koyalım" desem, bir çırpıda 50 tane adam bulurum.
Bak güzel kardeşim, dün yaşananlar şiddet miydi? Evet şiddetti, hem de en adisinden. Ama bunu daha önce de başka biçimlerde sen sergiledin, seninle aynı rengi sevenler uyguladı. O zaman bir şey olmamış gibi bir köşeye çekildiysen bugün konuşmaya hakkın yok.
O yüzdendir ki, ben rahatlıkla Şükrü Saraçoğlu'nda Gerets'in kafasını yaranlara da orospu çocuğu diyorum, dün 16 yaşındaki çocuklara tekme atanlara da orospu çocuğu diyorum.
Bugün senin milli takımının kaptanı soyunma odasına kadar adam kovalayıp, arkadan rakibine tekme atıyorsa oturup neyi konuşuyoruz burada.
Galatasaray forması giyiyor diye "Katil, Piç" diye bağırdığın adama bugün "Cesur Yürek" ismini takıyorsan Fenerbahçe forması giydiği için şiddetin en alasını sen gösteriyorsun demektir.
Şiddetin rengi sadece sarı-kırmızı değil bu ülkede. Sarı-lacivert, siyah-beyaz, yeşil-beyaz, kırmızı-beyaz. Şiddet her yerde ve her alanda var. Ortak tepki geliştiremedikten sonra yangına körükle gitmekten başka bir şey yapmış olmayız.
Bırakın bu sahtekâr söylemleri, bir kez olsun götünüz başınız oynamadan konuşun.
Not: Eeee, niye kimse bir laf etmiyor, yorum yapmıyor. Herkes kendi şiddetiyle yüzleşince, sessiz kalmayı tercih ediyor...
Dün Florya'da yaşanan rezaletle, polis tekmesiyle bebeği öldürülen genç kız olayı arasında, benim adıma bir fark yok. Babası tarafından dövülen genç, okulda öğretmeninden dayak yiyen liseli, trafikte birbirine girişen sürücüler ya da eşinden dayak yiyen kadın.
Şiddet özünde, iktidar yani güç kavramı ile birbiriyle girift bir ilişki yaşar. En basitinden, ilkel bir el koyma aracı olarak kabul edebiliriz.
Şimdi bunlara bakıp da, dün Florya'da yaşananları salt Galatasaray'la ilişkilendirmek, kusura bakmazsanız dangalaklıktan başka bir şey değil. Bu ülkenin her yanında şiddeti her an, her dakika yaşıyoruz.
Eğer şiddetin karşısındaysak, Florya'da dayak yiyen Fenerbahçeli çocuklar için ayağa kalkan insanlar, üniversiteli gençler polisten dayak yerken, işkenceden geçirilirken, neden üç maymun rolünü kendine uygun görür?
Tipik Türkiye fotoğrafıdır bu. Neden? Çünkü bu ülkede insanlar, kendinden güçlüye boyun eğmeyi alışkanlık haline getirmiştir. Ya kendinden güçsüz ya da kendine denk kişiler, kurumlarla kavga etmeyi sever. Daha anlaşılır biçimde yazayım: Götünün yemediğine boyun eğer.
Sen, ülkede olup biten hiçbir şeye sesini çıkartmayacaksın ama iş bir futbol maçında olup bitenlere gelince, birdenbire şahlanacaksın. O iş öyle olmaz.
Haa, işin tabii bir de "Senin şiddetin", "Benim şiddetim" boyutu var. Şiddeti her kim yapıyorsa savunuyor ve bunu olumlama çabasına giriyor ama karşı taraf aynı şiddeti sergilediğinde ortalığı velveleye veriyor. Şiddet karşısında ortak bir dil geliştirilmezse, verdiğin tepkilerin hiçbir geçirliliği kalmıyor. Şiddet sadece renk değiştirmiş oluyor.
Geçen sezon kendi stadını yakan insanların, dün olan bitene tepki göstermesi ya da Gerets'in kafası yarılırken "İyi oldu amına koyayım, zuhahhaaha" diye gülerken, bugün melaike kesilmesi kusura bakmazsanız hiç mi hiç gerçekçi olmuyor. Tam aksine insann götüyle gülme refleksini harekete geçiriyor.
Daha her iki taraftan onlarca örneği bir çırpıda sayabilmek mümkün. Ancak sorunun çözümü için şiddetin her türlüsüne ve her rengine karşı gelmemiz gerekiyor. Devlet şiddetine de tepki göstermeliyiz, tribündeki şiddete de.
Adını koyalım ve dürüstçe itiraf edelim. Bize uzak olan her türden şiddet uygulaması, kimsenin umurunda olmuyor. Hatta futbol dışında uygulanan hiçbir şiddete tepki göstermiyoruz.
Sağda-solda işi "Bravo delikanlı Galatasaray taraftarı" gibi genellemeye döken arkadaşlara, kardeşlere ilk anlatılması gereken şey şiddete yekvücut tepki gösterilmesi gerektiğidir.
"Dün akşam Başakşehir'de 300 kişi tarafından cemevi basıldı, camları kırıldı, içerideki insanlar linç edilmeye çalışıldı. Haydi tepki koymaya gidelim" desem, kimse götünü bile kıpırdatmaz.
Ama "Yürüyün Florya'ya dün olanlar için tepkimizi ortaya koyalım" desem, bir çırpıda 50 tane adam bulurum.
Bak güzel kardeşim, dün yaşananlar şiddet miydi? Evet şiddetti, hem de en adisinden. Ama bunu daha önce de başka biçimlerde sen sergiledin, seninle aynı rengi sevenler uyguladı. O zaman bir şey olmamış gibi bir köşeye çekildiysen bugün konuşmaya hakkın yok.
O yüzdendir ki, ben rahatlıkla Şükrü Saraçoğlu'nda Gerets'in kafasını yaranlara da orospu çocuğu diyorum, dün 16 yaşındaki çocuklara tekme atanlara da orospu çocuğu diyorum.
Bugün senin milli takımının kaptanı soyunma odasına kadar adam kovalayıp, arkadan rakibine tekme atıyorsa oturup neyi konuşuyoruz burada.
Galatasaray forması giyiyor diye "Katil, Piç" diye bağırdığın adama bugün "Cesur Yürek" ismini takıyorsan Fenerbahçe forması giydiği için şiddetin en alasını sen gösteriyorsun demektir.
Şiddetin rengi sadece sarı-kırmızı değil bu ülkede. Sarı-lacivert, siyah-beyaz, yeşil-beyaz, kırmızı-beyaz. Şiddet her yerde ve her alanda var. Ortak tepki geliştiremedikten sonra yangına körükle gitmekten başka bir şey yapmış olmayız.
Bırakın bu sahtekâr söylemleri, bir kez olsun götünüz başınız oynamadan konuşun.
Not: Eeee, niye kimse bir laf etmiyor, yorum yapmıyor. Herkes kendi şiddetiyle yüzleşince, sessiz kalmayı tercih ediyor...
26 Aralık 2010
Topunuzun geçmişini sikeyim
Demek ki neymiş, yavşaklık takım renginden bağımsızmış. 15-16 yaşındaki çocukların burunlarını kıracak, öldüresiye dövecek nefret, tıpkı Sivas'ta insanları yakanların içindeki nefretle aynı şey.
Ezeli rekabet geyiği yapıladursun, hayatımda böyle bir şey duymadım. Bu işin gerekçesi filan olmaz. Bunun adı direkt orospu çocukluğudur.
Koskoca bir kulübü 20 tane piçin bu duruma düşürmeye hakkı yok. Nasıl bir nefret ve nasıl bir kindir bu ki, ufacık çocuklara saldırmaya hatta linç etmeye kadar gider. Kimse ucundan köşesinden bile savunmaya kalkışmasın, şu hadiseyi.
Bizde genelde öyledir çünkü, tahrik deyiverip, işin içinden sıyırmaya kalkarlar.
Her kimin parmağı varsa, her kim bunu yapmışsa topunuzun geçmişini sikeyim.
Galatasaray taraftarının geçirdiği evrim bakımından dikkat çekici bir hadisedir. Tribünleri faşist, köktendinci anlayıştan oluşan bir güruh oluşuyor. Zorla insanları bağırtmaya çalışanlar mı dersin, tribünde körkütük sarhoş olanlar mı, insanların kız arkadaşlarına asılanlar mı, ne ararsan var. Bunları besleyen yöneticilerin ayrıca Allah belasını versin.
Galatasaray'un kurtuluş reçetelerinin başında gelir tribünlerinin düzeltilmesi ve insana benzeyen canlılar yerine gerçekten insan olanların yer alması gerekir.
Şimdi birkaç foruma girdim ve bakındım, tıpkı dediğim gibi tahrikten söz ediliyor. Yok Galatasaray kaptanına omuz atmış Fenerbahçe kalecisi de, millet de tahrik olmuş.
Sokakta tecavüz eden tahrik olur, tribünden sahaya bıçak atan tahrik olur, 16 yaşındaki çocukların maçlarında ibneler tahrik olur. Ne tahrikmiş bu, nasıl bir duyguymuş bu?
Şu olayı aklayan, bir biçimde üste çıkmaya çalışan adamlarla aynı takım taraftarı olduğum için utanıyorum.
Ezeli rekabet geyiği yapıladursun, hayatımda böyle bir şey duymadım. Bu işin gerekçesi filan olmaz. Bunun adı direkt orospu çocukluğudur.
Koskoca bir kulübü 20 tane piçin bu duruma düşürmeye hakkı yok. Nasıl bir nefret ve nasıl bir kindir bu ki, ufacık çocuklara saldırmaya hatta linç etmeye kadar gider. Kimse ucundan köşesinden bile savunmaya kalkışmasın, şu hadiseyi.
Bizde genelde öyledir çünkü, tahrik deyiverip, işin içinden sıyırmaya kalkarlar.
Her kimin parmağı varsa, her kim bunu yapmışsa topunuzun geçmişini sikeyim.
Galatasaray taraftarının geçirdiği evrim bakımından dikkat çekici bir hadisedir. Tribünleri faşist, köktendinci anlayıştan oluşan bir güruh oluşuyor. Zorla insanları bağırtmaya çalışanlar mı dersin, tribünde körkütük sarhoş olanlar mı, insanların kız arkadaşlarına asılanlar mı, ne ararsan var. Bunları besleyen yöneticilerin ayrıca Allah belasını versin.
Galatasaray'un kurtuluş reçetelerinin başında gelir tribünlerinin düzeltilmesi ve insana benzeyen canlılar yerine gerçekten insan olanların yer alması gerekir.
Şimdi birkaç foruma girdim ve bakındım, tıpkı dediğim gibi tahrikten söz ediliyor. Yok Galatasaray kaptanına omuz atmış Fenerbahçe kalecisi de, millet de tahrik olmuş.
Sokakta tecavüz eden tahrik olur, tribünden sahaya bıçak atan tahrik olur, 16 yaşındaki çocukların maçlarında ibneler tahrik olur. Ne tahrikmiş bu, nasıl bir duyguymuş bu?
Şu olayı aklayan, bir biçimde üste çıkmaya çalışan adamlarla aynı takım taraftarı olduğum için utanıyorum.
25 Aralık 2010
Başka bir dünya istiyoruz
Biz paylaşmayı biliyoruz,
Karşılıksız sevginin anlamını da,
Silahların gölgesinde yaşattığınız bu dünyada,
yaşamak hepimizi çok yordu
Çöpten beslenmek,
bir lokmaya muhtaç olmak,
ve açlıkla terbiye edilmek istemiyoruz.
Bizi sömürmeyin bırakın,
kullanmaktan vazgeçin.
İnsanca bir dünyada,
gözyaşlarımızı akıtmak değil
gülümsemek istiyoruz.
Kan görmek değil,
mutlu olmak istiyoruz.
Çünkü artık başka bir dünya istiyoruz...
Böyle başa böyle tarak
24 Aralık 2010
Emre sen yarrak ölçmeye devam etsen iyiydi be yavrum
Emre Aköz'ü okuyup, küfür etmeyen var mı bilmiyorum ama ben her gün hatrını soruyorum. Son günlerde öğrenci eylemleri merkezli yazılarında, paralı eğitimin yılmaz savaşçısı ve eylemci öğrencilerin geleceklerinde ne olacağına dair müthiş fikirler üretmekte.
Emre Aköz kimdir önce ona bakmak gerekir. Bugünün muhafazakâr yiğidi Aköz, meşhur porno dergisi Penthouse'da yayın yönetmenliği yapmıştır. Yayın Yönetmenliği sırasında dergide yapılan "En uzun penis" yarışmacısının da mucidi olan kişidir.
Tabii dünya durduğu yerde durmuyor. Her şey gelişiyor, insanlar kulvar atlıyor. Bizim 'yarrakölçer Emre' de, Sabah Gazetesi'ne geçiş yapıyor. Akp'nin Sabah'ı karga tulumba mantığıyla iki kamu bankasından verilen kredilerle Ahmet Çalık'a pazarlamasından sonra, 'yarrakölçer Emre' artık yarrak ölçmekten, siyasi nabız yoklamaya dikey geçiş yapıyor.
Siyasi nabızı da, siyasi iktidarın istekleri doğrultusunda yokluyor. Kâh Alevilere gönderme yapıyor, kâh öğrencileri bedavacı olarak niteliyor, kâh Çanakkale Savaşı'nın abartıldığını söylüyor, kâh askere bindiriyor, kâh yargıdaki çürük elmaların temizlenmesi gerektiği yönünde akıl hocalığı yapıyor.
Yani 'yarrakölçer Emre'nin gazetecilikten anladığı şey, siyasi iktidarın kalın bağırsağı işlevi görmesinden ibaret.
Emre Aköz'ün son dönem öğrenci olayları ve eylemlerine ilişkin tespitleriyle çarpıcı. İçindeki sosyalizm nefretini kusmak için, ODTÜ'lü öğrencilerin gayet neşeli bir eyleminden yola çıkarak, aklı sıra eski-yeni tüm ODTÜ'lülere geçiriyor.
Öğrencilerin sosyalizmi bir oyun olarak algıladıklarını ve bu algının ilerleyen yıllarda değişeceğine dair yorumlar yapıyor. Tam bu noktada okumamış olanlar için Habervesaire'deki o şahane haberi salık veririm. Barış Uygur imzalı "O protestocu öğrencilerin halleri" aslında gururu olan bir adamın bir daha asla konuşmamasını sağlayacak nitelikte. O yüzden okumayanlar mutlaka, okusun.
'Yarrakölçer Emre'ye dönecek olursak, aslında öğrencilere söylediği "Bu protestocu öğrencilerin 10 yıl sonraki hallerini çok merak ediyorum. Sosyalistlik oynadıkları için, kapitalizmin göbeğinde sermayeye karşılar ya... Bakalım 10 yıl sonra nerelerde olacaklar? Mesela Yumurtacı Hilal, parası daha iyi olmasına rağmen, özel bir okulda öğretmenlik yapmayı ret mi edecek? İletişim fakültesinde okuyan yumurtacılar, sermayeye bulaşmamak için "gerici" TRT'ye mi girecek?" cümlesi, kendisinin ne olduğunu gösterir nitelikte.
Çünkü 20 yıl önce yarrak ölçen bir adamın bugün muhafazakâr çizgide olabildiğinin kanıtı ta kendisi. Yani insan değişiminin ne denli gerçekleşebileceğinin tipik bir örneği.
Dile kolay, bundan 20 yıl önce dalga dümen ölçmüşsün, bugün muhafazakâr-demokrat çizgiye oturuvermişsin. O yüzden de herkesin değişebileceğini düşünüyor.
'Yarrakölçer Emre'nin eğitimin paralı olmasına yönelik fikirleri ve önerileri ise takdire şayan (!)
Parasız yüksek eğitim talebini; asalaklık, tembellik, avantacılık olarak niteleyen 'Yarrakölçer Emre' asalaklığın, tembelliğin ve avantacılığın ne olduğunu çok iyi biliyor çünkü.
Neden iyi biliyor? Çalıştığı kurumdan. 1.1 milyar dolarlık Sabah-atv ihalesinin 750 milyon doları iki kamu bankasından sağlandı. 'Yarrakölçer Emre' bu bakımdan avantanın, asalaklığın ne anlama geldiğini çok çok iyi biliyor.
Sosyal devlet gereği, babalarının, annelerinin eşek gibi çalışarak verdiği vergiler yetmeyecek, bir de üstüne öğrencilerden harç adı altında haraç alacaksınız ve bunun bile yetersiz olduğunu savunacaksın. Ciddi anlamda hastalıklı bir kişiliğin beyninin üretebileceği türden şeyler bunlar.
'Yarrakölçer Emre' eğer bedavacılık, avantacılık, asalaklık ne demek görmek istiyorsa, Beşiktaş'ta bulunduğu binanın tüm katlarını dolaşsın, tüm yazar odalarına bir girsin, onbinlerce dolar maaş alan, arkadaşlarının suratına bir baksın, ardından da tuvalete gidip aynaya baksın.
Avantacı kim? Asalak kim? Bedavacı kim?
Emre Aköz şundan emin olsun, yarrak ölçmeye devam etseydi, şu ankinden daha onurlu bir iş yapmış olurdu.
Öğrencilere akıl hocalığı yapmaya çalışacağına, kendi boktan dünyasını sorgulayıversin bir zahmet.
Değil cumhuriyet kumdan kale savunamazsın
Türkiye Gençlik Birliği İl Başkanı Erdem Özdemir: Siz Atatürk´ün Nutku´nun son kuplesini okuyun. `Cumhuriyeti ilelebet muhafaza ve müdafa edecek güç gençliktir' der. Türk gençliği devrimlerin ve cumhuriyetin bekçisidir. Size yetkiyi aldığımız yeri açıklıyoruz. Siz diyorsunuz ki, `Ben size bu görevi vermedim?' Ama diyorum ki, `Bu görevi sizden değil, Atatürk´ten aldık.
Rektör Mehmet Pakdemirli: Sizler Atatürk´ten görev alamazsınız. Cumhuriyeti savunacaksam ben savunurum. Ben burada rektörüm. Size kalmaz bunu savunmak. Ben, size cumhuriyeti savunmak için görev vermedim. Net bir şey söylüyorum size. Siyasi slogan atarsanız. Kimliklerinizi toplarım. Üniversiteden atarım hepinizi. Hemen dağılıyorsunuz. Burası benim ve hepinizin üniversitesi. Burada slogan atamazsınız.
Rektördeki özgüvene bak. Herif, "Ben, size cumhuriyeti savunmak için görev vermedim. Hemen dağılıyorsunuz" diye ayar veriyor öğrencilere.
Cumhuriyeti savunacakmış arkadaş. Lan, bırak cumhuriyeti savunmayı, kumdan kale versem onu savunamazsın. Herif rektör değil, polis. Kimlik toplayacakmış. Neye ve hangi yetkiye dayanarak acaba?
Üniversite rektörlerinin geldiği durum açısından acı verici bir durum. Karşısında ilkokul öğrencisi varmışcasına sergilediği tavır, siyasi iktidarın özgürlük anlayışının tam karşılığıdır.
Karşılarındaki öğrencilerin terbiyelerine dua etmesi lazım bu zihniyetin. Hiçbiri ciddi anlamda efendiliklerini bozmadan hareket ediyor.
Sürekli bir vesayet muhabbeti aldı gidiyor 7 yıldan beri. Asker, yargı vesayeti diye diye geldik bugünlere. Vesayeti yaşayan bu halk, bu öğrenciler, işçiler, emekçiler, memurlardır. Kimin vesayeti, siyasi erk vesayeti. Yüzde bilmem kaç aldıkları oyla, onların belirlediği sınırlar dahilinde yaşamak zorundaymışız gibi hareket ediyorlar.
Her bok bunlardan soruluyor. Cumhuriyeti bunlar korur, gerekirse bunlar yıkar, sosyalist nasıl olur, çizgisini bunlar çizer, nasıl eylem yapılmalı, bunlar belirler. Yani kim, ne yapacaksa, bunun çizgisi önceden belirlenmiştir ve bu belirlenin çizgi dahilinde yapılacak, her ne yapılacaksa.
Paşalar, dikensiz gül bahçesi istiyor. Her şeyden arındırılmış, istedikleri şekilde muhalefet yapılacak, istedikleri gibi eylem gerçekleştirilecek, yargı istedikleri gibi olacak, sokaktaki adam istedikleri şekle bürünecek v.s. v.s.
Zaten bürünmeyenler için baskı, yıldırma, tehdit, şantaj gibi yollarla gözdağı veriliyor. Bakınız Hüseyin Çelik'in yaptığı İzmir açıklaması. Kirli, burnu akan, pis çocuk yani. Arkadaş, İzmir'e yol göstermek için Kayseri ve Konya'yı örnek veriyor. Neymiş herkes tek sesliymiş, uyum içindeymiş. Biz ona otoriter rejim diyoruz, arkadaşlar uyum ve tek seslilik ismini takmış.
Daha dün, sabah işe gelirken, şoför abi ile sohbet ediyoruz. Uzunköprülü'ymüş. Geçtiğimiz seçim, Kemal Unakıtan aynen "Oy vermezseniz elektriği unutun" demiş. Dedim ki, "Bunu mu kast etti yoksa bunu aynen söyledi mi?" "Yok abi tek bir hizmet bile alamazsınız dedi, üstüne de elektriği unutun" demiş. -Elektrik elektrik diyorum, Uzunköprü'de ismini şu an hatırlamıyorum ama köylerinde elektrik yokmuş.-
Ne diyordum, hah. Ehlileştiremedikleri insanları, terbiye edemedikleri şehirleri, kasabaları, köyleri aleni olarak tehdit ediyorlar. İsmine de "Uyum içinde çalışmak" diyorlar.
Bazen kendi kendime söyleniyorum, "Bu kadar mı kötüler?" diye. Yok bu kadar kötü değiller. Hayalimdekinden bile daha kötüler. Hiçbir siyasi iktidarın; bu denli faşist, bu denli baskıcı, bu denli hain bir siyasi iktidar görmedim, Türkiye sınırları dahilinde.
Baskıyı yiyen halk, baskıdan bunalan öğrenciler ama bunlar vesayetten şikâyet ediyor. Bu iktidarın en büyük sihirlerinden biri işte. Her ne olursa olsun bir biçimde kendisini ezilen ve baskı altında taraf olduğunu gösteriyor. Ele geçirmediğin kurum kalmamış, vesayetten dem vuruyorlar.
Rektör cumhuriyeti kendisinin koruyacağını söylemiş ama korunmadan ortaya çıkmış bir ürün olduğu polis ağzından belli oluyor. Demek ki ana fikir neymiş, korunacakmışız. Yoksa Pakdemirli gibi mamuller ortalık yere saçılabilirmiş.
Bu arada rektör arkadaşın savunduğu şey, Bülent Arınç. Vay arkadaş, sahibine itaat duygusu bu kadar mı baskındır?
23 Aralık 2010
ntvmsnbc özelinde Türkiye'de gazeteciliğin gidişi
Diğerleri için aynı şeyi söylemeyeceğim ama ntvmsnbc'nin bendeki yeri ayrıdır. Fazlaca emeğim var ve oradaki (şu an orada bulunmayan) bazı insanların da üstümde fazlaca emeği var.
Günde bir kez bile olsa mutlaka girerim. Türkiye'de haber portallarının içinde açık ara en iyisiydi. Sayfayı açtığınızda o güne dair her şeyi bulabilirdiniz. Spordan, siyasete, kültür sanattan, ekonomiye kadar.
Son 2 yıldan bu yana tek kelimeyle berbatlar. Son iki genel yayın yönetmeni (Ebru Çapa ve Ahmet Yeşiltepe -halen görevde-) yönetiminde hemen her gün daha berbat nasıl olunur, ince örneklerini veriyorlar.
Gündemle uzaktan yakından ilgisi olmayan yapay haberlerle donatılmış, haber portalından çok life style'a dönüş yapmış durumda. Suya sabuna dokunmadan, kimseyi kızdırmadan, çok fazla dikkat çekmeden sözümona habercilik yapmaya çalışıyorlar.
An itibariyle var olan sayfada, "2010'un en iyi otomobilleri", "En iyi yılbaşı filmleri", "Komik tabelalar", "UFO gören masum köylü" gibi saçma sapan bile diyemeyeceğim galerilerin yanında, "Burcunuz yeni yılda size ne getirecek?", "Natalie Portman'a sansür", "73 yaşında gibi görünüyor mu?", "Skype’a nazar değdi", "En sevdiğim 5 kış şarkısı", "Türk zombiler Amerika`da" gibi ipe sapa gelmeyen hangi salağın fikri olduğunu bilmediğim haberlerle donatılmış durumda.
Zaman zaman gayet iyi haberler de çıkmıyor değil. Ancak sayfayı ne zaman açıp baksam, ciddi bir haber portalı değil de, birkaç liseli gencin çıkarttığı web sayfası izlenimi uyandırıyor bende.
Gündeme uzak, Türkiye'ye uzak, dünyaya uzak, neresine dokunursanız dokunun reklamın patladığı bir site haline geldiğini görmek neden bilmem canımı sıkmıyor değil.
Ülkenin durumundan bağımsız değil elbet, ntvmsnbc'nin durumu.
İnsan bir süre sonra sorguluyor haliyle. Sistematik gibi sanki olup bitenler. İnsanlara haber vermek gibi bir niyet yerine, insanlara hiç kimsenin ilgilenmeyeceği ve bir gün sonra unutulacak onlarca haberle gerçek gündem herkesin gözünden kaçırılmaya çalışılıyor.
Bunda tabii ki, sadece çalışan insanları suçlamamak gerekir. Tepeden birileri yönlendiriyor olan biteni. Önce kafası çalışan insanlara yol veriliyor -ulan yaran mı var demesin diye belirteyim, ben kendi isteğimle ayrıldım gidişatı görünce-, sonra yerlerine çoluk çocukla doldurup, yönlendirilebilecek kitle yaratılıyor. Ve sonuç ortada.
Bazen, "Sana ne ya" diyorum kendi kendime ama o kadar emekten sonra insanın ağrına gidiyor.
Garip olan, işleyen bu boktan sürece kimsenin sesini çıkarmadan paşa paşa çalışması. Kendi adıma söylemek gerekirse, şöyle bir sayfanın yapılmasına karşı çıkardım ya da bunun en azından bir dengeyle yürütülmesi için çabalardım.
Kendilerine gazeteci -ki birkaç kişi dışında artık kimseyi tanımıyorum ve sadece o birkaç kişiden gazeteci olur- diyen insanların, öyle mal mal her gelen emre koyun gibi uymasını çok anlamlı bulamıyorum.
İşte tam bu noktadan sonra Türkiye'yi gelecekte bekleyen tehlikeyle karşı karşıya kalıyoruz. Bu çocukların çoğu ileride gazeteci olacaklar. Düşünmek bile korkutucu oluyor. Hiçbir şeye tepki veremeyen, sesini çıkartamayan insanlar, 10-15 yıl sonra gazetelere yayılacaklar. O zaman Türkiye'de nasıl bir medya olacak? Ya da daha doğrusu olacak mı?
Uğur Mumcu'nun gazetecilik yaptığı bir ülkede bu çocuklar da gazetecilik yapacak. Kıyaslamıyorum bile, lakin çok ayıp olur.
Gazeteciliğin Türkiye'de bitmesine az kaldı, haberiniz olsun.
Aslında bu kadarla bırakmamak lazım ama ben inceden giriş yapayım dedim. İlerleyen vakitlerde mutlaka üstüne koyar, öyle yazarım.
22 Aralık 2010
Tayyo, Memo, Abadullah ateş sizi bekler hacılar
İddianın doğru olduğuna ilk başından beri inanmıştım. Ancak CHP yönetimi ısrarlı bir biçimde iddiayı kanıtlama yöntemini becerememişti.
Ak Parti'nin uğruna Cumhurbaşkanı'nın 'kefil' olduğu Kayseri Belediye Başkanı Mehmet Özhaseki'nin en başından beri reddettiği, Hacı Ali Hamurcu'nun topladığı rüşvete teminat olarak Belediye Başkanı Özhaseki'nin verdiğini ileri sürdüğü 10 milyon TL'lik senedin tahsil edildiğine dair belge en sonunda ortaya çıktı.
Şimdi tabii burada pek çok soru akla geliyor. Misal, Cumhurbaşkanı Gül kefilliğinde ısrarlı mı?
Başbakan Erdoğan hâlâ belediye başkanına sahip çıkmaya devam edecek mi?
Ak Parti Mehmet Özhaseki'nin arkasında durmayı sürdürecek mi?
Bu gerizekâlı halk, ortada hiçbir şey olmamış gibi davranmaya devam edecek mi?
Kefillik ne lan ayrıca? Hangi cumhurbaşkanı, kime kefil olmuş.
Bozacının şahidi şıracı, bizimki de tam o hesap. Adama, "Sen Kayıp Trilyon'dan aklan sonra başkasına kefil ol" derler.
Derler demesine de, bu ülkede demezler. Deveyi hamuduyla götürdüler, yemin ediyorum. Hatta deveyi hamuduyla götürdüler, yetmedi götünden bile siktiler, her biçimde yararlanmak için.
Kefilmiş? Sana kim kefil olacak acaba?
Hazırlanan koçerolar, öte tarafta mangal partisi var. Ateşi harlamak için sizi kullanacaklar. Sırat köprüsünden geçerken, tık diye düşüvereceksiniz sıcacık bir ortama.
Artık o sıcak ortamda bugün götürdüğünüz parayı pulu da bir tarafınızda kullanıverirsiniz.
Tayyo, Memo, Cemo, Kemo, Abadullah, Bülo, size söylüyorum lan. Diğer tarafta ateşin altını açmaya başladılar sizin için. Şimdi kısık ateşte, siz gidince havai fişekler patlayacak, gelişinizin şerefine ve her yanınız sımsıcak olacak. Siz orada "Ama ama biz namaz kıldık, hacca da gitmiştik" filan derken, hoppidi gubbidi ateş sizi sarıverecek.
Şimdi siz tadını çıkartın buranın, sonra diğer tarafta apaçi müziği (Niye bu müzik cidden bilmiyorum. Ama sahne gözümde bir canlanınca o müzik iyi gider diye düşündüm. Canlandırın gözünüzde, süper eğlenceli lan) eşliğinde ateş dansı yapacaksınız.
Haydi! Hoppa...
21 Aralık 2010
Kasap yağı bol bulunca
"Kasap yağı bol bulunca taşaklarına sürermiş" gibi güzel mi güzel atasözünü ilk annemden duymuştum. Favorilerimden biridir, o yüzden.
Bursa'da bir otel bu söze denk düşen bir uygulamaya başlamış. Restoranındaki yemekleri artık 24 ayar saf altınla bezemeye başlamışlar.
Yemekler arasında altın parçacıklı badem çorbası, krep yaprağında altın somon, patlıcan yatağında altın soslu bonfile ve altın tozlu çikolatalı sufle, altın peynir tabağı, üç renkli altın tortellini, altın ıspanak yatağında levrek ve altın browni varmış.
Orospu çocukları, millet karnını doyuramıyor, bunlar altından menü yapıyor. Hakikaten, birtakım iğrenç Arap ülkelerine dönmeye başladık. Gösterişin, şatafatın bini bin para.
Otun bokun en büyüğünü yapıp Guinness'e girmeye çalışılıyor; sokaklarda bir parça ekmeğe muhtaç duyan yüzbinlerce insan varken, altından yemek yapılıyor.
Birkaç tane yavşak, sağa-sola altın kaplı yemekler yediğini anlatacak ya, aman eksik olmasın, hemen altın kaplı, altın soslu yemekler yapalım diye düşündüler herhalde.
Bir tane doğru düzgün bir şey yapılsın ülkede dişimi kıracağım. Her yanımızdan gösteriş, sonradan görmeliğin verdiği iğrenç bir küstahlık akıyor.
Altın kaplı yemekmiş. Hazırlayanın, yiyenin geçmişinden geleceğine yol yapıp sikmek lazım.
bss yorum: Altın tozuna bulanmış at y.rr..ı verseler onuda yer bu şerefsizler ama tutup fakire fukaraya 1 kuruş verip de sevindirmezler.
Dayanamadım yorum çok güzeldi, yazının içine koyayım dedim.
Helal 'Ulan' Arda
Yarın konuşuruz, tartışırız. Daha uzun uzadıya yazarım Aziz Yıldırım ve Arda arasındaki şu diyalogdan söz ediyorum.
Aziz Yıldırım: ULAN, Arda sen de mi buradasın.
Arda Turan: Açılışlardayım artık Başkanım, futbolu bıraktım.
Arda için idam sehpaları kurulmuştur ya da kurulacaktır. Arda hakkındaki fikirlerimi az-çok biliyor insanlar. Ne yazık ki, çok büyük bir sempati ile bakamıyorum eskisi gibi. Fakat şu diyalogdan çıkardığım sonuç; Arda ile Aziz Yıldırım arasındaki terbiye farkıdır.
İşte bu yüzden, Galatasaray isterse küme düşsün, sarı-kırmızı sevdanın gönül vereniyim.
Uzun zaman sonra ilk kez "Helal olsun Arda" cümlesi ağzımdan çıkıverdi.
Umarım Arda bu hareket ile kurban edilmez -ki, Galatasaray'dan gönderilmesi taraftarıyım-.
Herkes nasıl bakar bu olaya bilmiyorum ama benim bakış açımda koskoca Fenerbahçe Kulübü Başkanı'nın "Ulan", hitabına "Başkanım" diye yanıt vermesini Galatasaray terbiyesine bağlıyorum.
Ortadaki terbiyesizlik Arda'ya ait değildir. Tam tersi, tam da bir kaptana yakışacak şekilde davranmıştır.
Haa, şu olay dışında Arda eleştirilmez mi? Hem de fazlasıyla ama bu diyalogdan Arda'yı asarsak, "Ulan" hitabını kendine yakıştıranların seviyesine düşmüş oluruz.
Helal lan Arda! Kedi olalı fare tuttun. Belki de, ilk kez kolundaki o kaptanlık bandının gereğini yerine getirdin.
Bu arada şu anki tartışma ile alevlendirilecek tartışma işin hikâyesi. Alex'in son demleri, Arda'ya yer yapılmaya çalışılıyor. Ama bizimkilerde onu anlayacak beyin yok, o ayrı.
20 Aralık 2010
eruditomonarca denen puşta sesleniyorum
Bu bir tek benim başıma mı geliyor bilmiyorum ama 3. kez aynı şeyle karşı karşıyayım. Yazılarımı birileri alıyor ve sanki kendi yazılarıymış gibi bloglarında yayınlıyor.
Hayır anlamadığım şey, tonla blog var benden fazla okunan ve benden fazla takip edilen. Niye başka bloglar değil de benim başıma geliyor.
Birkaç hafta önce fark ettim. Önce dedim ki, "Muhtemelen altına link yazmayı unutmuştur." Çünkü bir yazıda, linkini koymuş, diğerinde unuttuğunu sandım.
Yok ama öyle değil, eleman bildiğin benim yazıları birebir, kendi emeğiymiş gibi yayınlıyor. Aslında o emeğin çalınmasından daha fazla kızdığım şey, herif başlıkları değiştiriyor.
Sevgili, eruditomonarca isimli arkadaş bloğu yeni mi takip etmeye başladın bilmiyorum ama bak daha önce yapanlara söylediğim şey bol küfür etmekti.
Sen diyorsan ki, "Benim hoşuma gidiyor, et edebildiğin kadar küfür" eyvallah, onu da yaparım.
Sen iyisi mi amacını söyle. De ki, "Güzel yazıyorsun, ondan yaptım" ya da "Kendiminmiş gibi yazmamıştım aslında. Sadece aşağıda belirtmeyi unutmuşum."
Geçerli bir sebebin varsa tamam kabul. Bir daha yapmaman kaydıyla, olayı unutacağım. Ama eğer geçerli bir sebebin yoksa yaptığının gerizekâlılık olduğunu anla. Yapmaya çalıştığın şeyle hiçbir noktaya varamayacağını da anla.
Ayrıca evladım bir siktirip gidin yahu. Kendi halinde, çokça sinirimi dökmek için yazan bir adamım. Ne kimseden beklentim ne de ileriye dönük bir amacım var.
Kaç vakittir özellikle küfür etmemeye çabalıyorum ama götverenlikte sınır tanımayan senin gibiler, sabır zorlayarak benim bu iyimser çabamı boşa çıkartıyorsun.
Efendi gibi altlarına yazının gerçek sahibini yaz mümkünse. Yok yazmayacaksan da bu aptallıkla gideceğin noktanın ancak nokta büyüklüğünde olacağını da anlayıver.
Sabahın 6.30'unda uyanmam gerekir ama ben bu puştlarla uğraşıyorum. Beynimi sikeyim.
Balkon güzeli Ökkeş ve melek Muhsin (!)
İşte böyle pervasız bir ülkede yaşıyoruz. Ökkeş Kengir gibi heriflerin milletvekili olduğu, katliam yaptıkları yerde rahat rahat balkona çıkarak, piçlerinin "Burası Maraş, buradan çıkış yok" diyerek, katliamdan ötürü ne denli rahat oldukları bir ülkede yani.
Bu katliamda parmağı olanlardan biri, melek yapıldı ölünce. Helikopter kazasında cesedi bile bulunamadı. O zaman ilk yorumum, "Çok sevdiği 'kurtlar' leşini bırakmamıştır" olmuştu. Adına destanlar yazılmasına az kalmıştı neredeyse. Senelerce parti genel başkanlığı yaptı ve Meclis'te rahat rahat volta attı.
Bu ülkenin tarihi utançlarından biri olan Maraş Katliamı, sessiz sedasız kapatıltı.
İnsanlar nasıl mı öldürüldü? Bebeklerin bacaklarını ayırarak, 90 yaşındaki ninelerin gözlerini oyularak, insanların bedenlerine kamalarla üç hilaller çizilerek, çoluk-çocuk demeden evlerinde canlı canlı yakılarak yapılmış iğrenç bir katliamdır.
Muhsin Yazıcıoğlu, Ökkeş Kengir gibi herifler, askere ait piyade tüfekleriyle insanları taradılar. Dönemin Kahramanmaraş Emniyet Müdürü'yse tanıdık bir isim, Türkiye'nin her dönem İçişleri Bakanlığı'nı yapmış, Tayyip'in has adamı Abdülkadir Aksu.
Demokratik ve özgürlükçü iktidarın elindeki kurum TRT yıllar sonra Ökkeş denen herifi ekrana çıkarttı ve Maraş olaylarının planlayıcısı olarak Hrant Dink'i adres gösterdi. Hrant Dink'i sokak ortasında kurşunladıkları yetmedi, devlet kanalıyla katliam sanığı yapıverdiler. Hem de katliamın asıl sorumlusu tarafından.
Devletin ve polisin tüm şefkati hâlâ bu zihniyeti sarıp, sarmalıyor ama yumurta atan öğrenciye katlanamıyor. Yumurtalı eylemleri 'terörist' sınıfına sokanlara Maraş'ı hatırlatmak gerekir. Çorum'u, Malatya'yı, Sivas'ı ve nice katliamları.
'Balkon güzeli Ökkeş' eski alışkanlıklarından vazgeçmemiş olacak ki, dün de Maraş'ta sahnedeydi, piçleriyle birlikte.
Katillerin bu kadar kutsandığı, iktidar gözetmeksizin devlet tarafından korunup kollandığı başka bir ülke var mı merak ediyorum.
Umarım onun da sonu Muhsin gibi olur? Bir dağ başında leşi bile bulunamayacak derecede kurtlar tarafından parçalanmış olarak.
19 Aralık 2010
Cana'nın eline, Kewell'ın beynine, Anıl'ın yüreğine sağlık
Galatasaray'ı izlemek artık işkence halini aldı. Futbola benzer bir oyun ama ortada futboldan eser yok. Sene başında sepetlemeye çalıştıkları Kewell olmasa hücum açısından hiçbir zenginlik sergilenmeyecek.
Hagi'ye inancım zaten yoktu. Ama Hakan Balta denen, ömrü hayatımda gördüğüm en ağır adamdan orta alan oyuncusu yaratmaya çabalayarak, ihtimalleri de yok ediyor. Herif bildiğin tank. Ne pas verebiliyor, ne alan savunması yapabiliyor, ne rakibe baskı yapabiliyor. Cidden niye sahada anlam veremiyorum. Ama işte herif anlamsız bir pasla golün gelmesini sağladı. Futbolun cilvesi bu olsa gerek.
90 dakika boyunca parçalı forma içinde Cana-Neill-Kewell-Anıl ve Çağlar dışında izlemeye tahammül edebileceğim adam yoktu. Serdar Özkan menajerlik faaliyetlerinden fırsat buldukça gelip Galatasaray formasında takılıyor. Takılıyor takılmasına da, 80 dakika nasıl sahada kalıyor bu futbolla ona da anlam veremedim. Güçsüz, orta yapamıyor, adam eksiltemiyor, defansa yardım edemiyor, pas veremiyor. Bu kadar ucuz mu Galatasaray forması. Ona vereceğin formayı ver A2'den başka bir adama. Olmadı ona forma verme, 10 kişi kalsın Galatasaray sahada. Yemin ediyorum fark ederse adam değilim. İşin ahlaki boyutunu çoktan geçtim, çünkü zaten ondan çok az kaldı Galatasaray'da.
Geçiş dönemi diyerek geçiyor zaman. Servet'ten, Hakan Balta'dan, Serdar Özkan'dan, Ayhan'dan medet umacaksak vay halimize. Geçiş dönemi filan bilmem ben, yaparsın radikal değişiklikler, herkes de ona göre izler. Zaten kimsenin bir umudu kalmadı, kimse bir şey beklemiyor ki. En azından genç çocuklar heyecan yaratır.
Anıl için bir şey söylemeyeceğim, dilimi ısırıyorum sadece. Kime ne desek, ya götü kalkıyor, ya sakatlanıp gidiyor. Ama şu belli oldu ki, bu formayı herkesten çok hak ediyor. Umarım 66 numarayı sırtından çıkartmaz. Çünkü 66'yı daha çok sevmiştim, 10'dan.
Devre arasında neler yaşanacak, cidden merak ediyorum. Zira Brezilya dizisi kıvamında kulüp. Keşke transferlerle dolduracaklarına Anıl'a başka isimler eklense. Sahada atılan gole ruhsuz gibi tepkisiz kalıp 1-0 kazanacağımıza, Berk'le, Cumhur'la, Berkin'le, Musa'la savaşarak ve mücadele ederek 3-0 kaybedelim. Sorunun sonuç olmadığını görmek için daha ne kadar bekleyeceğiz.
Cana'nın da eline sağlık diyorum. Öyle gelen geçenin posta attığı adamlardan oluşan bir takım olmadığımız zaman, Galatasaray'ın geri geldiğinin farkına varırız umarım.
Haaa, unutmadan. Dün Yunus Yıldırım gözü önünde Ceyhun'un yumruklanmasını izlemişti. Yumruk Konya'da başka Kadıköy'de başka mı algılanıyor acaba? Trabzonspor'un penaltılarının sorgulanmasını isteyen dürüstlük abidesi Aykut Kocaman, bir zahmet sorgulayıversin bunu da.
Bu da Posta'ya yazdığım yazıdır. İsteyen tık'lasın.
18 Aralık 2010
Kefil, sefil, zam, türban, şemsiye
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Kayseri Belediye Başkanı Mehmet Özhaseki'yi 'kefil' oldu.
İyi de, Kayıp Trilyon davasından yargılanırken, cumhurbaşkanı seçilme marifetiyle yırttığı bir ortamda; kim, kime, nasıl kefil oluyor anlaşılabilir bir durum değil.
Hayır, insanın sorası geliyor, Sayın Cumhurbaşkanı Abdullah Gül yargılanacağı zaman kendisine kim kefil olacak. Mehmet Özhaseki de, kefil olur mu acaba?
Ya da vatandaşın biri bankadan kredi çekmek istese, Sayın Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, vatandaşa da kefil olur mu? Yoksa vatandaş her zamanki gibi sefil mi olur?
İşin ilginci ülkenin Başbakanı hakkında kalpazanlık suçundan fezleke hazırlanmış. Yine aynı ülkenin Cumhurbaşkanı hakkında kayıp trilyon davasında yargılanma kararı var ama önce milletvekilliği ardından da cumhurbaşkanlığı makamı imdada yetişiyor.
Cidden arkadaş, nasıl bir ülkede yaşıyoruz biz? Bir ülkenin cumhurbaşkanı ve başbakanı hakkıda böylesi suçlamalar olacak ve bu isimler görevlerinde kalacak? Başka bir ülkede olsa, yemin ediyorum arkalarından teneke çalarak gönderirlerdi.
Yolsuzluk, kalpazanlık, para kaçırmak, sahte belge hazırlamak. Bunlar çok ama çok ciddi suçlamalar. İnsanların bu suçlamalardan aklanmadan, herhangi bir devlet görevinde bulunmaları bile, insana zûl gelir.
Ama rahat olun, seçim sattı mahaline giriyoruz. Ocak ayı ortalarında bilemedin Şubat başlangıcıyla birlikte şahane bir türban tartışması başlayacak ülkede.
Çünkü Ocak'tan itibaren zam yağmuru başlıyor. O yağmurun şemsiyesi tabii ki türban. Artık bokunu çıkartana kadar tartışır herkes. Siyasetçisinden basınına, eşiktekinden beşiktekine kadar konuşmayan kimse kalmaz.
Güneşli bir cumartesi günü, biz giren çıkanla idare etmeye devam diyelim. Benzin 4 lira olmuş -pardon 2 kuruş ucuzladı- Haydarpaşa Garı'na gitmeyen helikopterler İsrail'de orman yangınına gönderilmiş, referandumda 'özgürlük' türküleri çığrılırken, hemen sonrasında üniversiteliler şehir ortalarında polis işkencesine maruz kalmış, YÖK'ü kaldıracağız diye kıç yırtanlar, şimdi isim değişikliğine giderek işi halletme peşinde.
Amannn canım, bize ne değil mi? Siz bana türbandan haber verin.
17 Aralık 2010
Gulbettin Hikmetyar'ı hatırlatsan yeter
Baştan söyleyeyim, CHP'li değilim, çok uzun zamandan beri de oy vermedim. Vermeyi düşünür müyüm? Pek sanmıyorum.
Kayseri'de olan bitene Başbakan Erdoğan'dan bugün yanıt geldi. Bildik, tanıdık Erdoğan üslubu. Bel altı vuruşlar, tarihten örnekler v.s. v.s.
Erdoğan ne dedi ona bakalım; "İlla yolsuzluk görmek istiyorlarsa, gitsinler, aynaya baksınlar, orada İSKİ’yi görecekler, orada Kocaeli’ni görecekler, orada Anayasa Mahkemesi’nin kendileri hakkında verdiği, trilyon davasını görecekler. Orada nasıl yolsuzluk yapmışlar onu görecekler."
'İSKİ' diyor Erdoğan. Yaşandı mı? Yaşandı. Peki sorumlular hakkında dava açıldı mı? Açıldı. Dava sonuçlanıp yargılama oldu mu? Oldu. Eee, o zaman nedir bu İSKİ örneği. Herifler yargılandı içeri girdi. Yani olayın üstü kapatılmadı.
'Kocaeli' diyor Erdoğan. Kocaeli Büyükşehir Belediyesi'yle ilgili dava açıldı mı? Açıldı. Olay mahkemeye düştü mü? Düştü. Yani olayın üstü kapatılmadı.
Anayasa Mahkemesi'nin CHP hakkındaki kararına dikkat çekiyor Erdoğan. Anayasa Mahkemesi böyle bir karar vermiş mi? Vermiş. Mahkeme zaten gereğini yapmış. Olayın üstü kapatılmamış yani.
Hah gel şimdi CHP'ye. Karşında sürekli olarak bel altı vuran biri var. Deniz Baykal'la ilgili kaset ortaya çıktığı günün ertesi, "Böyle olayları siyasete karıştırmayız" deyip, bir hafta sonra "Sayın Baykal başka işlerle meşgul" diye gayet çirkince siyaset yürüten bir parti ve genel başkanı var karşında.
Sen ne yapıyorsun? Vıdı vıdı vıdı. Tek bir şey söyleyemiyorsun. Ortaya çıkarttığın yolsuzluğun üstüne bile gidemiyorsun. Deniz Feneri davası halen açılamadı Türkiye'de. Almanya'da karar verileli 2 yıl oluyor neredeyse. Burada dava açılmadı. 3 ayda bir Deniz Feneri'ni gündeme getiriyorsun. Onu da beceremiyorsun.
Şimdi tek tek açıklamalı yazmayacağım. Ama Ak Parti iktidarının bulaştığı onlarca olayı şöyle bir çırpıda yazabilirim -İsteyene geniş açıklamalarını da yazarım-.
- Halk Bankası'nın 30 milyon dolar zarara uğratılması.
- İstanbul Büyükşehir Belediyesi Araç Sigorta İhalesi.
- Gebze Akaryakıt kaçakçılığı olayı.
- TOKİ'nin kamu kurumlarının paralarını kamu bankalarına yatırması ilkesini çiğneyerek, 280 trilyonunu Asya Finans'a yatırması.
- Dönemin Bakanı Kürşat Tüzmen'in 1 milyar 162 milyon $'lık hayali ihracat yaptığının Gümrük Müsteşarlığı Teftiş Kurulu Başkanlığı tarafından belgelenmesi.
- Derince arazisinin 30 milyon $'a özel bir şirkete satılması. Sonra devlet kuruluşu olan Erdemir aynı araziyi 20 gün sonra 82 milyon $'la satın alması.
- AKP Grup Başkanvekili Sadullah Ergin'in, bürokratlara, ildeki ihalelerin partili arkadaşlarına dağıtılması ile ilgili liste verdiği yönündeki haberlerle gündeme gelen Hatay'da önemli kamu ihalelerin AKP'liler arasında paylaşıldığı da ortaya çıkması.
- TMSF, Ceylan Grubu'ndan, banka borcuna karşılık 52,5 milyon $'a Antalya'daki Deluxe Resort Otel'i alıyor. Aynı otelin 25.3 milyon $'a Ulusoy Grubuna satılması.
- Roche’un, SSK’ya sattığı ilaçları kol fiyatına getirip toplamda 6 milyar $ fazla kâr etmesi.
- Bir dönem öncenin Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik'in döneminde eşi Şahsenem Çelik’in hummer jip arkadaşı Melek İpek’in ortak olduğu şirketin, okullarda dağıtılan bedava kitap kampanyasına katılıp ihaleyi 9.8 trilyona alması.
Daha sayayım mı? İlk aklıma gelenler bunlar. Bu kadar yolsuzluk varken, derdini anlatamıyorsan, tabii ki iktidar olamazsın.
Her şeyi geçtim. Sürekli bel altı vurup, tarihi deşen rakibin karşısında, hiçbir şey yapamasan, Süper Mario Şevki (Şevki Yılmaz) ile Gulbettin Hikmetyar'ın dizinin dibinde ninni dinlemesini gündeme getirsen yeter. Madem öyle, işte böyle mantığıyla sen de geçmişi deşip dur.
Ama ne yazık ki, CHP yönetimi çağ dışı beyinlerin elinde. O yüzden de iktidar olmasına imkân yok.
Geçmiş olsun Baba
Lefter'in şekeri kritik sınırın epey üstünde ilerliyormuş. Bu yüzden Türkiye'ye getirilemiyormuş.
Atina'dada bir hastanede tedavi altında. Ancak şekeri kontrol altına alınabilirse, Türkiye'ye getirilecekmiş.
Lefter, büyük futbolcu, büyük adam ve bu ülkenin en büyük efsanelerinden biri. Rekabet filan hikâye işte bir noktadan sonra.
Lefter bunu da atlatır. Dayan Baba, adada yudumlanacak rakılar var daha.