24 Ocak 2010
Nonda bunu hak etmemişti
O çok söz edilen vefasızlığın, söz edildiğinin ötesinde gerçek bir duygu olduğunu bilirim. Nonda penaltıyı kaçırdıktan sonra ceza sahası dışından vurduğu topun auta gitmesi ardından, yuhalayanlar gerçek bir vefasızlık örneği sergilediler. Ancak bir kişi vardı ki, tek bir hareketiyle bütün bu tepkileri tersine çevirdi. O adam Frank Rijkaard'dı.
Jo'nun saha kenarından, içine hareketlenmesinin öncesinde muhtemelen herkes Nonda-Jo değişikliği bekliyordu. Ama Rijkaard ben dahil herkesi yana yatırarak Elano'nun yerine Jo'yu oyuna aldı. Gerçi, her ne kadar golün asistini yapmış olsa da ben Arda-Jo değişikliğine daha çok sevinirdim.
Nonda, sadece attığı o kafa golü için bile, yuhalanmayı hak etmiyor. Üstelik, ligin ilk yarısı boyunca, takımın her sıkıştığı dönemde kenardan oyuna dahil olarak, zaman zaman maçların seyrini değiştirdi. Ama insanoğlu böyledir; yenisi gelince, eskisini bir kenara atıp bırakırız. Tıpkı küçük çocukların yeni ve eski oyuncaklarına davrandığı gibi.
Kolay değil, yaklaşık 5 günden bu yana, menajeri vasıtasıyla bu adama kapıyı gösteriyorsunuz ve daha her şey orta yerde dururken, Nonda'nın performans göstermesini bekliyorsunuz. Elbette Nonda bir profesyonel ama öncelikli olarak bir insan. Tüm bunlardan fazlasıyla etkilenmişti. Bu yüzden, penaltı pozisyonunda topun başına giderken "Kaçırdık" dedim kendi kendime.
Maça dönersek, bu zor koşullar altında oynayan tüm oyunculara teşekkür etmek gerekir. Bizi futbolsuz bırakmadılar bu soğuk pazar gününde. Bu koşullarda oynamak, topa vurmak, pas vermek v.s. v.s. hepsi çok zordur. Taraftar, o zemini karla kaplı görmez, yapılabilecek en ufak hatayı bile affetmez.
CANER TEK KİŞİLİK TAKIM GİBİYDİ
Galatasaray aslında daha 3. dakikada Caner'in şahane ortasında Nonda'nın kafasıyla öne geçip, işi bitirebilirdi ama olmadı. Caner demişken, es geçmemek gerekir. Bugün 90 dakikalık oyunun en iyisiydi açık ara farkla.
Yaptırdığı penaltıdan sonra kendi kendime "Ulan sanki sahada sadece o oynuyor" dedim. Topla her buluşması tehlike oldu, her kanat bindirmesi etkiliydi ve bir kanat oyuncusunun yapması gereken her şeyi yaptı.
NEILL TRANSFERİ TAM 12'DEN HEDEFİ VURMUŞ
Tabii böylesi yeni transferler takıma gelince, gözler onlara daha bir takılır. Önce Neill'a gelelim. Açıkçası benim beklentimin çok üstündeydi. Sahada nerede durması gerektiğini bilen, savunmadan şişirme toplarla çıkmayan, aklını kullanabilen bir savunma oyuncusuna fazlasıyla ihtiyacımız vardı.
Neill ilk maç itibariyle bu ihtiyacı karşılamış gibi görünüyor, üstelik daha ilk maçında. Öyle herkesin dillendirdiği gibi ağır bir adam olmadığını da bu zeminde görmüş olduk. Şimdiden iddia edebilirim; Galatasaray ilk yarıda 21 gol yemişti, ikinci yarı, yenilen gol bu sayının altında kalır.
RİJKAARD'IN PLANININ 'SAĞ'I TUTMADI
Arda, böylesi bir zeminde nasıl oynanmamalının dersini verdi sanki. Bu kadar ağır sahada, çalım yapmak, topu bu kadar çok ayağında tutmak sakatlığa davetiye çıkartır, o yüzden golün ortası ondan gelmesine karşın, beğendiğimi söyleyemem.
Rijkaard, hafta içi Galatasaray TV'ye yaptığı açıklamada, oyunu kanatlardan oynamak istediğini ve birtakım taktiksel değişiklikleri gidilebileceğini söylemişti. Böylesi bir oyunla sahadaydı Galatasaray ancak ne yazık ki, sol kanadın çok iyi işlemesine karşın sağ kanadı hiç işlemedi; Keita'yı aradı gözlerim.
Jo çok uzun bir süre oyunda kalmadı. Yaptığı birkaç olumlu hareketle değerlendirmek güç. Ama şu var; hava toplarında etkili olacağı her halinden belli oluyor.
Gaziantepspor 10 kişi elinden geleni yaptı. Açıkça söylemek gerekir ki, Ahmet Arı'nın atıldığı pozisyonda Caner açık bir faul yapmıştı, yardımcı bunu vermedi. Bu yüzden genç futbolcu, bir profesyonele yakışmayacak biçimde takımını 10 kişi bıraktı.
Sonuçta, zor koşullarda alınmış 3 puan her zaman iyidir. Tek üzüntüm Nonda'nın yuhalanması oldu. Başta da belirttim, Nonda bunu hiç hak etmedi. Bu sorunun bir an önce çözülmesi gerekir. Ya gönderilsin (ben kalmasından yanayım), ya da sezon sonuna kadar kalacağı beyan edilsin. İki arada, bir derede kimseden performans beklenemez.
Bu Ocak da Uğur'suz
17 koca yıl geçti aradan. Oysa sıcağı sıcağına yapılan açıklamalarda "Bu cinayeti çözmek devletin namus borcudur" dendi. 17 yıldan bu yana devletin namusunu koruyamadı. Hâlâ orta yerde duruyor, devletin namusu.
Cinayet için kimileri MOSSAD işi dedi, kimileri İBDA-C, İslami Cihad ya da PKK. Bugün geldiğimiz noktada aslında kimin yaptığının çok da önemli değil. Günümüz Türkiye'sinde Uğur Mumcu'yu her gün öldürüyoruz. Fikirlerini, düşüncelerini her dakika katlediyoruz.
Zaten herkes gayet iyi biliyor ki, Uğur Mumcu'yu öldürenler asla ortaya çıkmayacak. Bir mahkemenin dosyası olmaktan ibaret çünkü Uğur Mumcu, tıpkı savunduklarının günüzde çağdışı (!) olduğunun her gün gözümüze sokulmaya ve beynimize işlenmeye çalışıldığı gibi.
Türkiye'de Uğur Mumcu gibi aydınlık yüzler bugün bambaşka sıfatlarla anılıyor. Kimileri için darbeci, kimileri için Atatürkçü, kimileri için devrimci, kimileri için Cumhuriyetçi, kimileri içinse onurun erdemin timsali.
Kemalist yönünü sevmeyebilirsiniz ya da Cumhuriyetçiliğini ama bir şey var ki çok önemli benim adıma. Onurlu, erdemli bir adam oluşu. (Kır çiçekleri yazısında geçen üç sözcük 'inanç, onur ve erdem') Bu yüzden yukarıdaki sıfatlardan en çok bu ikisini uygun bulurum kendisine.
Bugün yaşasaydı, Cumhuriyet gazetesindeki köşesini devralan Mustafa Balbay gibi içeride olacağı şüphesizdi. Belki birçok kişi, şu an düşündüklerini düşünmeyecekti O'nun hakkında.
Yine bir 24 Ocak, dışarıda yine kar var. O gittikten sonra pek çok şey değişti bu ülkede. Türkiye'nin pek çok fabrikası satıldı, toprakları satıldı, medyası esir alındı. Ağızlarından 'demokrasi, insan hakları ve özgürlük' kelimelerini düşürmeyenler, bu ülkenin yazarlarını hapsetti, tehdit etti (halen ediyor), haklarında her olumsuz düşüneni tazminat davalarına boğdu.
Bu ülkeyi darbe ve şeriat ikileminin içine soktular. Bugün herkes ya darbeci ya da şeriatçı. Kendi adıma her ikisi de değilim. Darbenin ya da şeriatın birbirini derin ve sıkı bağlarla beslediğine inanıyorum çünkü.
Katillerin 'kahraman', haklarını arayanların 'ajitatör' ilan edildiği 2010 Türkiye'sinde, bu buz gibi Ocak ayında Uğur Mumcu'yla aynı topraklarda yaşamak bile insanın içini ısıtıyor.
O çok bilindik cümleyi ben de tekrarlayacağım, 17 yıldan bu yana her Ocak Uğur'suz, ama asla umutsuz değil.
Çünkü bir gün, tüm bu yaşananların hesabı verilecektir. Ama öyle ama böyle...