31 Ocak 2011
10 soru 10 blogla haftanın değerlendirmesi
Geçen hafta 8'de kaldık, bu hafta 9'a yükseldik, umut ediyorum ki 10'u bulacağız, bir sonraki haftaya. Herkese tekrardan çok teşekkürler. Lafı eveleyip gevelemeden direkt başlıyorum....
Beşiktaş kimilerine göre rüya kadro kurdu. Daha ikinci lig maçında kamyonun devrilmesini neye bağlıyorsun?
Jesusalmeyda: Beşiktaş gerek orta saha göbeği gerekse de ofans opsiyonları itibariyle cidden hem kaliteli hem alternatifli bir kadro kurdu ama 2 büyük sorun vardı maç öncesi bu sezona dair.
Birincisi Beşiktaş'ın ön tarafı ile arka tarafı arasında hem kalite hem zeka farkının ayyuka çıkmasıdır. GS'ın rezil olarak sıfatlandırabileceğimiz geri 4'lüsü pek çok açıdan BJK'dan üstün ise durumun vehameti daha kolay anlaşılır.
Öteki sıkıntıları ise kadroyu devre arasında iyice güçlendirseler de kamuoyunun kadro üzerinde yarattığı baskıydı. Bursa ve FB'nin kötü oyunları ve TS'un her an bozguna uğramaya müsait kaotik iç yapısı ilk bakışta rakiplerinden kopmuş gözüken BJK için umut gibi gözüktü ama yeni bir kadro için böylesi bir baskı pek sağlıklı sonuç vermez.
Avcı şayet Ali ve İskender'i devre arası oyuna alsaydı muhtemelen çok daha farklı bir skor ve Schuster eleştirilerinin sesinin yükseldiğini duyacaktık.
Sence Türkiye'de futbolda "3 Büyükler" olgusu sona erdi mi ya da eriyor mu? Son iki yıldır futbolda değişen ne oldu da, görüntü değişmeye başladı?
Erenloğoğlu: Üç büyükler kavramını farklı yönlerden incelememiz gerekiyor aslında. Bunlar arasında en belirgin olanlar, ekonomik güç ve başarı kıstası şeklinde değerlendirilebilir.
Bu temel unsurların etkisiyle şekillenen taraftar ve sempatizan desteğini de göz ardı edemeyiz. Saltanat kültürünün işlediği bir toplumda, babadan oğula veya çevrede örnek alınan kişiden, sevdiğin bir arkadaşından geçen bir takım tutma algısının da bunda payı var. "Looking for Eric" filminin pub sahnesinde;
"Eşinden ayrılabilirsin, siyasi görüşlerini değiştirebilirsin, dininden vazgeçebilirsin ama asla tuttuğun takımı değiştiremezsin" der, bizde de geçerlidir bu durum. Kısa vadede, bu destek gücünü kaybetme zorluğundan dolayı üç büyükler olgusunun sona ereceğini zannetmiyorum.
İlerde bir gün, Adana'da bulunan insanlar, oluşan şartlar sonucu, yalnızca şehrinin takımlarını tutmaya başlarlarsa ve bu etkileşim pek çok farklı şehirde meydana gelirse, üç büyüklerin İstanbul takımları olarak kalma riski bulunmaktadır. Ancak üç büyükler de, küresel ortama uyum sağlama yoluyla ayakta kalmaya çalışacaklardır, Manchester United ve Real Madrid'in Uzak Doğu'da popüler olması gibi.
Üç büyüklerin yanlış -saha içi ve dışı- tercihleri, iktidara yakın görüşün hakim olduğu şehirlerde Anadolu sermayesinin güçlenmesi -Bursa, Kayseri vs.- sonucuna varılabilir değişten tablo için.
Üç büyükler gerilerken, Anadolu takımları yukarıya sürekli yaklaşıp, makası kapatmayı başardı. Salt teknik taktik sebeplere indirgememek gerekir bu aşamayı. Bakkaldan köse bir top alıp yola taş koyarak, ardından koşturulan çocukluk günlerine dönüldüğünde, bilmiyor ve anlamıyorduk futbolun ezilenleri mutlu eden en güzel oyun olduğunu.
İşte şimdi daha iyi görüyoruz. Futbol, egemenlerin ekonomik ve sosyal entegrasyonu sağlamak için kullandıkları bir saha ve Anadolu'dan şampiyon çıkmasının, bazı şehirlerin yükselmesinin bu döneme rastlaması asla rastlantı değil.
Fenerbahçe taraftarı çok fazla ümitvar değildi ligden. İki haftada alınan sonuçlarla tablo yavaş yavaş değişmeye başladı. Fenerbahçe'deki değişim ne oldu da, zirvenin ortağı oldu?
Tribünsel Sevda: Aslında geçen haftaki maçtan sonra pek bir değişim olduğundan söz edemezdik. Ne kadar galip gelsekte sahadaki futbol yine taraftara ümit vermiyordu. Fakat Trabzon maçında sergilenen oyun çok farklıydı.
Bu sezonun en iyi mücadelesini gösterdiler. Ortaya koyulan futbol, Trabzon maçına mı özeldi yoksa gerçekten futbolcular söyledikleri gibi kenetlendiler mi ilerleyen haftalarda göreceğiz.
Böyle maçlardan sonra kesin konuşmamamız gerektiğini ilk yarıdaki F.Bahçe-G.Saray maçını düşündüğümüzde anlayabiliriz. G.Saray, F.Bahçe maçında kaybedecek birşeyi olmayan takımdı ve saldırdı.
Bugün F.Bahçe'nin de kaybedecek birşeyi kalmamıştı, saldırdı ve istediğini aldıktan sonra çekildi. F.Bahçe'nin gerçekten zirveye ortak olduğunu söyleyebilmemiz için bu mücadeleyi kalan maçlarada yayması gerekiyor.
Ankaragücü beraberliği, Beşiktaş yenilgisi ve bugün de Fenerbahçe mağlubiyeti. Aykut Kocaman ve Şenol Güneş üstünden haftalardan bu yana ciddi bir gerilim yaratıldı. Gerilim savaşını Trabzonspor mu kaybetti yoksa Fenerbahçe mi kazandı?
Ceza sahası: Bir kere bu sorunun cevabı için Bünyamin Gezer'in maç içindeki hareketlerine, Fenerbahçeli futbolculara karşı gösterdiği tavırla Trabzonsporlu futbolculara gösterdiği tavır arasındaki farka bakmak gerekiyor. İlk 20 dakika boyunca Fenerbahçe'nin her istediğini verdi.
İkinci gol öncesinde, Emre'nin Jaja'ya yaptığı kartlık faulü garip bir avantaj anlayışıyla es geçti mesela. Bu açıdan bakınca bile gerginliğin Trabzonspor'a değil Fenerbahçe'ye yaradığını görüyoruz.
Trabzonspor'un alacağı 1 puan Fenerbahçe'nin umutlarını söndürmeye yetecekti. Fakat sahaya çıkan kadroya baktığımızda gerilimin yine Fenerbahçe'ye yaradığını görüyoruz.
Trabzonspor'un sahaya sürdüğü kadronun anlamı şudur: Bu maçı kazanmak zorundayız. Buna karşın Fenerbahçe 3'lü orta saha ile oynamayı tercih etti, hem de kendi evinde. Tuzağa düşen Trabzonspor, geri düşeceğini hiç hesaplamamış, bütün planları galibiyet üzerine kurmuş.
Bütün hücum opsiyonları sahada. Yedek kulübesinde golcü diyebileceğimiz tek oyuncu yok. Elinizdeki forvetlerin yokları oynayabileceğini hiç hesaba katmıyorsanız, başınıza gelene şanssızlık diyemezsiniz.
Eğer bu polemiğe girmek yerine faydacı davranılsaydı, mesela önce susulsa ve bu karşılaşmada manasız bir şekilde galibiyet kovalanacağına öncelik 1 puana verilseydi her şey çok farklı olabilirdi. Aykut Kocaman'ı ve öğrencilerini tebrik ediyorum.
Ha bir de Bünyamin Gezer'i.
Elano, Galatasaray ve Santos performansları birbirinin tam zıttı. Aradaki değişiklik sadece Brezilya ve Türkiye ligleri arasındaki farktan mı kaynaklanıyor?
Evrensel Blok-Kieran: Elano'nun Galatasaray'da başarısız olduğu hükmünde bulunabilmek güç. Bir kere, başarısızlığına göndermede bulunan ne kadar argüman ileri sürebiliyorsak, en azından onun iki katı kadar kanıtı da -Galatasaray döneminde gözle görülür bir veri olmasa dahi- başardıkları hakkında sunabiliriz.
İlk akla gelenleri bir çırpıda sayarsak; Elano, Galatasaray'da oynadığı dönemlerde istisnasız olarak Brezilya milli takımının formasını giyiyordu(çoğunlukla ilk 11) ve sayısız yıldızın bulunduğu aynı kadroda duran topların başına hep o geçiyordu (kornerlerde her zaman, serbest vuruşlarda çoğunlukla).
Aynı şekilde, M.City'de de penaltıların ve diğer duran topların, sahada olduğu müddetçe Elano tarafından kullanıldığını biliyoruz.
Yani, Elano'nun yeteneğini tartışmak pek anlamlı bir jimnastik olmayacaktır. Öte yandan, "yetenekli olabilir ama Galatasaray'a faydası dokunmadığı kesin" çıkarımı da hala bir yanıyla eksiktir. Çünkü yukarıda saydığımız özellikleri dışında, oyun içinde de aktif bir rol alamadı Elano Türkiye'de iken. Dolayısıyla, Elano'yu bugün en iyi, "yetenekliydi, Galatasaray'a çok şey katabilirdi ama tüm bunları gösterebilmesi için ona ne yeteri kadar destek ne de -saha içinde- rol verildi" türünden bir yaklaşım ile değerlendirebiliriz. Zira, mesele saha içinde rol almak ise Ayhan'dan Sabri'ye yerli futbolcuların hevesli tavırlarından "milyonluk yabancılara" sıra gelmediğini bundan önce de onlarca kez gözlemledik.
Sonuç olarak, kağıt üstünde de olsa, yerli kalitesinin yabancı kalitesinden kat be kat altlarda olduğu, geçen sezonun Galatasaray'ında, tüm bu seviye farkına rağmen, yerli futbolcuların bir takım hassasiyetlerinin veya komplekslerinin Elano'nun takım içinde benimsenmesini ve duran toplar başta olmak üzere, kritik zamanlarda insiyatif alabilmesini güçleştirdiğini görüyoruz.
Böyle bir süreç sonunda, kısa süre içinde takıma iyice yabancılaşan Elano da, kabul, "başarısız" olmuştur. Kendisine inanıldığı, sorumluluk almaya itildiği bir ortamda, Elano'nun etkisiz kalması akıl alır gibi değildir. Muhtemelen, Santos'ta kendisine böyle bir ortam yaratılmıştır (gollerinden sonra, takım arkadaşlarıyla yaşadığı sevince bakınca da bu fikrimin doğrulandığını hissediyorum). Aksi gibi, hemen herkesin herşeyi bildiği bir takımda (Galatasaray), Elano'dan "sınırlı" uzmanlık alanları ile vasata ulaşması dahi beklenemezdi. Öyle de oldu.
Ümit Özat'ın saldırıya uğraması ve ardından yere düşen taraftarı tekmelemesi. Daha 3 yıl önce Köln forması giyerken sahanın ortasında yığılıp kaldığı zaman tüm Türkiye onun için dua ediyordu. Şimdi gelinin noktada saldırıya uğruyor. Türkiye'de futbolun temel itici güçlerinden biri nefret midir yoksa bu ülke insanı mı nefret dolu?
Futbol muhalifi: Bundan birkaç sene önce Fenerbahçe-Denizlispor maçını evde annemle birlikte izliyorduk. Annem de klasik futbol izleyicisi bu arada: Ekranda tek kırmızı-beyaz forma olduğu halde “Hangisi Türkiye?” sorusunu da sormadan edemez. Maça dönecek olursak, hatırlarsanız Ümit Özat ve Giray Bulak arasında sert bir tartışma yaşanmıştı.
O anda anneme Ümit’in aslında çok efendi bir insan olduğunu söylüyordum; ama görüntüler beni yanıltmak için bir bir ekrana geliyordu. O an Ümit adına utanmış, içimden yeter, kes diye bağırıyordum. Dünkü maçta yaşanan olayları görünce hem o taraftar adına hem de Ümit adına yine ben utandım. Onlar fark etmiyor ama attıkları o yumruklar, tekmeler hep futbola atılıyor. Her gün birileri bu spordan sayelerinde uzaklaşıyor.
Bunları yazarken tek örnek bizim ligimizde var gibi bir durum anlaşılmasın. En son Barcelona-Real Madrid maçında Mourinho ile yaşadık. Hatta ülkemizde pek ilgi duyulmayan Rusya’da Spartak’ın hocası eski efsane Karpin ile Zenit’in ciddi anlamda psikolojik sorunları bulunan orta sahası Denisov arasında bu tür tartışmaları izledik. Elbet, birilerinin hoşuna gidiyor bu durum.
Yani bunlardan beslenen birileri mutlaka var. En basitinden medya için kaçırılmaz bir fırsat. Maç öncesi ve sonrasında insanları kışkırtmaları için güzel malzemeler ellerine geçiyor. Kısacası, kaçmaz bu fırsat!
Ümit konusuna gelecek olursak, bir Fenerbahçeli olarak kendi sporcumuza yöneltilen yumruklara alışığım. Birileri düğmeye basıyor ve olaylar gelişiyor. Zaten kendisinin yönetimden birileri ile tartışması vardı.
Bir de bunun üstüne son zamanlarda taraftarla arasındaki diyalog kötüleşince yaşanan olaylar şaşırtıcı değil. Şunu da belirtmek istiyorum; Ankaragücü gol attıktan sonra Ümit Özat’ın elindekilerini taraftarlarına gösterip fırlatması onun kişilik olarak (teknik direktör) fazla gelişmediğini gösteriyor. Kendisine, ailesine küfürler edilebilir; ama o da yangına körükle gidiyordu.
Bir diğer konu da günlük hayatın her alanında şiddete maruz kalıyoruz. Bu şiddet sokakta başlıyor, okula, iş yerine, eve ve stada kadar yayılıyor.
Şiddet üstüne bir sürü film izledim, kitap/makale okudum; ama tam olarak bir sonuç elde edemiyor insan. Bu yüzden de insanlarımızın nefretle çalışan bir makine olduğunu düşünmek istemiyorum.
Not: Sanırım Ümit Özat Köln’de antrenörlük kursu gibi bir şeye katılmıştı. Yılmaz Vural’ın da Köln geçmişi olduğu biliniyor. İkisinin bir diğer özelliği de kalp rahatsızlıkları. Konuyla alakalı olmasa da ilginç ortak noktaları var. Kalp rahatsızlığını iyi bilen birisi olarak umarım kimseyi bir daha öyle bilincini yitirmiş olarak yerde yatarken görmeyiz.
Rijkaard'a "67 maç tahammül eden" Adnan Polat, Hagi'ye kaç maç tahammül eder? Yakın ya da uzun vadede Hagi'den herhangi bir beklentin var mı?
Kayıpzamanınpeşinde: Eğer görüntü böyle olmaya devam ederse Hagi önümüzdeki sezonu tabii ki göremez. Bunun için müneccim olmaya gerek yok. Fakat an itibariyle Hagi’nin öne sürebileceği birkaç mazeret vardır tabii ki. Nedir bunlar? Öncelikle an itibariyle Baros, Arda, Kewell, Neill, Pino gibi takımın çehresini değiştirecek oyunculardan uzun zamandır mahrum kalmasıdır.
Bu beş oyuncu takımın omurgasını oluşturması ve sürekli bir arada oynaması gereken oyuncular. Takıma kalite katan isimler. Bu isimlerin olmadığı Galatasaray maalesef bir nevi Anadolu takımı hüviyetine bürünüyor.
Eğer salt Bursaspor maçına bakış atarsak, Hagi maalesef hata yapmıştır. Hagi – Tugay ikilisinin seçimi bu yönde olmuştur, onlara göre hata değildir belki ama, biraz mantıklı düşününce Bursaspor maçında sahaya sürülen kadronun Anadolu takımı hüviyetinden bir farkı yoktu. Kenarda durup farklılık yaratabilecek tek oyuncu Stancu’ydu.
Bursaspor gibi sert oynamayı bilen bir takım karşısında fizik olarak zayıf Emre Çolak’ı oynatıp, Stancu’yu yedek kulübesine mahkum etmek, “ben gol atma derdinde değilim arkadaş” tadındaydı. Emre Çolak yerine Stancu’yu tercih etmek, Kazım’ı kanada atıp Culio’yu sola koymak daha etkin bir hücum gücünü sağlardı.
Baros, Stancu, Arda, Kewell gibi oyuncuların yokluğunda santrfor bölgesini Kazım’a mahkum etmenin, son maçlarda hangi kısır döngülere yol açtığı açık seçik ortada. Bu oyun şablonu ve oyuncu seçimleriyle maalesef Galatasaray verimli hücum edemiyor. Hala bu şablon ve oyuncu seçimiyle diretmek, inatçı bir bakış açısı. Tutmayacak duaya amin demek gibi bir şey.
Ben Hagi’yi gerçek anlamıyla konuşabilmemiz için takımın önemli olan oyuncularının dönüşünü bekleme taraftarıyım. Hagi’nin asıl o zaman bir şeyler yapabileceğini ve takımın hücum varyasyonları üzerinde yetkinliğe kavuşabileceğini düşünüyorum. Kısa vadede bu oyuncuların dönüşüyle hücum konusunda sıkıntı yaşamayan, daha fazla pozisyona giren ve biraz daha fazla gol atan bir Galatasaray bekliyorum.
Uzun vadede ise Galatasaray kalitesine uygun olmayan oyuncuların gönderilip çok daha kaliteli oyuncularla ikame edilerek, eski bilindik Galatasaray oyun şablonuna evrilmenin beklentisi içindeyim. Hani, şu rakiplerini kendi sahasına kapatan, üst üste ataklarla rakibini bunaltan ve baskı kuran Galatasaray’ı bekliyoruz.
Eğer Hagi oyuncu seçimlerinde başarılı olursa, bazı konularda inatçılık yapmazsa başaramaması için bir neden yok. Ama elinde iyi hücum oyuncuları dururken onlardan verim elde edemezse, daha çok kontrol oyununa yönelip hücumu sonra düşünürse, önümüzdeki sezonu göreceğinden şüpheliyim.
Bursaspor maçındaki Stancu tercihi bile Hagi’nin öncelikle maçı kaybetmemek üzere motive olduğunu ortaya koyuyor. Ama benim bildiğim Galatasaray, öncelikle kaybetmemeyi değil, direkt kazanmayı hedefler. Hagi de bunun pekala farkında olmalıdır."
Portekizlilerin transferinden sonra Ernst'in yedek kalmasını nasıl değerlendiriyorsun?
Stalker: Ernst’in yedekliği konusunda yargıya varmak için erken olduğunu düşünüyorum. Sezonun ilk yarısında 28 maça çıkan bir oyuncudan bahsediyoruz zira. Nerede tıkanacak diye bekliyorum ama maşallahı var, ufak form düşüşleri haricinde sürekli üst düzey performans gösterdi. Kupadaki Manisaspor maçından sonra Schuster’in yaptığı açıklama aydınlatıcı:
“İlk yarıda kulübemizde gerekli değişikliği yapacak, oyunun şeklini değiştirecek isimler bulunmuyordu. Bugün Almeida'nın yerine Bobo, Guti'nin yerine de Ernst girdi. Bunlar önemli değişiklikler. Ernst'i yedek kulübesinde görme şansım var.”
Şampiyonlar Ligi hedefini kovalasak da, UEFA’da ilerlemek ve Türkiye Kupası’nı kazanmak daha makul hedefler olarak gözüküyor. Sonuçta Beşiktaş diğer takımlardan fazla maç oynayacak. Bu şartları göz önünde tutuyor hoca bana kalırsa. Ernst’in ne kadar değerli bir oyuncu olduğunun zaten farkında. Onu verimli kullanabilmek adına kadrodaki alternatifleri zorluyor.
Tabii bu noktada yabancı kontenjanı ve taktiksel tercihler de devreye giriyor. Aurelio üçlü orta sahada değil ama ikili düzende gerçekten olağanüstü işler yapıyor. Fernandes de potansiyel olarak eldeki sert orta saha oyuncularından daha ofansif bir yapıya sahip olduğundan, hocanın stratejisine daha uygun.
Uzadı, hemen bağlayayım. İBB mağlubiyetinden sonra Schuster muhtemelen Guti ve Aurelio’ya aşırı yük bindiren sistemden vazgeçecek. Ernst’e, planladığından daha uzun süreler vermek zorunda kalacak. Zaten kazanan bir takımın olmazsa olmazıdır Ernst. Dolayısıyla herkesin hayrına Saçsız Kral’ın oynaması.
Futbolda haftanın en önemli gündem maddesi neydi?
Çobansalata: Futbolda bu haftanın en önemli gündem maddesi muhakkak ki Ankaragücü-Manisaspor maçında Ankaragücü teknik direktörü Ümit Özat'a yapılan saldırı idi.
Tabii bana bu olayda doğrudan şu haklıdır şu haksızdır demekten çok olayın baştan aşağıya bir yanlışlar sinsilesinin son halkası olarak çıktığını kabul etmek daha mantıklı geliyor.
Cemal Aydın'dan sonra bir türlü yönetimsel bazda bir uzlaşının sağlanamaması, Ankara Belediye Başkanı'nın takım üzerinden elini çekmek istememesi aksine tek hükümdar olacak şekilde takımı bir oyuncak haline getirmesi, eski başkanların yeni yönetimi devamlı çomaklamaları, çoğu kişisel rant peşinde olan sözde taraftarların birilerinin avukatı ya da celladı kisvesine bürünmeleri, dün kavga ettikleri birini ya da birilerini işlerine gelince takımın menfaatini düşünmeksizin omuzlara almaları ve kafasının dikine gitmeyi seven, yönetilmekten hoşlanmayan bir teknik direktörün takım üzerinde tek etkili olma inadı sonucunda iş o saldırıya kadar geldi.
Başta da belirttiğim gibi, olay anında ne maçın Ankaragücü aleyhine devam ediyor olması, ne Özat'a edilen küfürler, ne Ümit edilen küfürlerden sonra Ankaragücü golü bulunca onun yaptığı iddia edilen tahrikvari hareket, ne de takımın ligdeki durumu ki onca hengameye rağmen iyi durumda olduğunu düşünüyorum bu olayın münferit ya da bir anlık sinirle olan bir olay olduğunu kanıtlamaz. Ümit Özat'ı ne parasızlık, ne yönetimsel dirayetsizlik ne de futbolcu olmaması yıldırabilirdi ancak can korkusu onu bu takımın başından ayırırdı.
Dün olmasaydı gelecek hafta olacaktı, ya da ondan sonra ki hafta. Ama bu olay olacaktı. Olay öncesi tahrikler de işin tetiklemesi oldu. Tabi ayrıca Özat'ın saldırı geçiştirildikten sonra saldırgana yaptıklarını ve daha sonra genel anlamda söylediklerini de tasvip etmek mümkün değil.
Malum psikopat çok bu memlekette. Onlardan biri Özat'ın bu hareketleri ve söylemlerinden kendine vazife çıkarıp onun canına bile kastedebilir. Olmaz olmaz demeyin. Dediğim gibi psikopat çok...
İki 'adam' arasındaki farklar
1- Şenol Güneş adamdır, adamın hasıdır. Konuşmayı bilmeyen, ağzından çıkanı kulağı duymayan Türk futbol ortamında söyledikleri ders gibidir. Çünkü öğretmendir.
Aykut Kocaman adam sanılır, adam taklidi yapar. Birlikte çalıştığı teknik direktörün kuyusunu kazıp, koltuğa kendi oturur.
2- Şenol Güneş rakibe saygı nedir bilir. Rakibini evinde yendiğinde sevinen futbolcularına "cenaze evinde düğün olmaz" diyecek olgunluğa sahiptir.
Aykut Kocaman, rakibe saygı nedir bilmez. Rakibinin elini sıkmaya bile gitmez, burnundan kıl aldırmaz.
3- Şenol Güneş'in dünya üçüncülüğü apoleti vardır. Türk Milli Takımı'nın tarihindeki en büyük başarının altında imzası vardır.
Aykut Kocaman'ın Türkiye sınırları dahilinde ve sınırları dışında tek bir başarısı bile yoktur. Gittiği her takımı yüzüstü bırakır.
4- Şenol Güneş bitik futbolcuları yeniden yeşertir. Sevgisiyle, bilgisiyle, görgüsüyle, sıfırdan başlamak isteyen yitik futbolcuların can simididir.
Aykut Kocaman'ın çalıştırdığı hiçbir takımda kendini aşabilen oyuncu yoktur. O kadrosundaki en iyi oyuncuyu bile küstürür, birlikte çalışamaz.
5- Şenol Güneş'in nefretle bakarken göremezsiniz;
Aykut Kocaman'ın gözlerindeki sevgisizliği her zaman görebilirsiniz.
6- Şenol Güneş kendi camiasının gelmiş geçmiş en büyük efsanelerinden biridir.
Aykut Kocaman, takımına şampiyonluğu getiren golü atsa da 'hizipçi' kimliğinden sıyrılıp, takımının efsanesi olmamıştır.
Aykut Kocaman'ın dünkü terbiyesizliğine dair bir şeyler yazmasam, insanlığımdan şüphe duyardım. Aralarında ne var bilmiyorum, açıkçası ilgilendirmiyor da ama haydi misafirliği geçtim, en azından kendisinden yaşça büyük Şenol Güneş'in yanına gidip elini sıkmaması, Aykut Kocaman hakkında yanılmadığımı gösterdi.
Şenol Güneş zaten Türkiye'de futbol ortamına yakışmıyor. Onun yerine sürekli polemik üreten, futbolcusuna küfreden, futbolcusuna vuran, kendisini her kamera çektiğinde anlamsız ağız yüz hareketleri yapan bir dolu sığır yakışır (!) Türkiye futboluna.
Oysa Şenol Güneş, ne dediğini bilen, insanlara saygı ve sevgiyle yaklaşan adam gibi adam sıfatının içini, sağını, solunu, ortasını yani her yanını dolduran bir kişilik.
Bir tarafta Şenol Güneş, öte tarafta Aykut Kocaman. Adamlıklarını tahterevalliye koyup ölçsek, bir dev ve cüceyi karşılıklı oturtmamız gerekir. Ancak o zaman, bu iki iki ismin arasındaki farkı verebilmeye en yakın duruma gelmiş oluruz.
Hiç yaşanmamış gibi davranalım (!)
Rıdvan Dilmen, Mehmet Demirkol, Feridun Niğdelioğlu ve bilimum Fenerbahçe yazarları. Bunların ortak tavırlarının hastasıyım senelerdir.
Dünkü maça dair tek konuşulacak şey Bünyamin'in rezalet yönetemidir. Ama sanki dün Saraçoğlu'nda hiçbir şey olmamış, yaşanmamış gibi konu hakkında tek kelime bile etmemişler.
Türkiye'de genel tavır böyledir zaten ama bu tiplerde daha baskın bir biçimde karşılaşıyoruz bu tavra.
Fenerbahçe dün kazanmayı hak etti mi? Oynanan futbol üstünden bakacak olursak, evet hak etti.
İyi de birader, bu kadar da olmaz ki. Maçın içine sıçılmış, ciddi ciddi kaderi etkilenmiş, Fenerbahçe'nin 30. dakikada 10 kişi kalması lazım, attığı ikinci golde saçma sapan bir avantaj kararıyla 2-0'lık üstünlüğü sağlamış, gösterilmeyen kartlar maçın tamamen kaderini etkilemiş. Maçtan çıkan yorum "Aykut Kocaman'ın zaferi, bık bık bık."
Kendi kuyruğuna basıldığı zaman yeri göğü inletenler, iş değişince sesini bile çıkartmıyor. Birkaç hafta içinde tek hakem hatasında nasıl bağıracaklarını göreceksiniz, nasıl ağlayacaklar birlikte okuyacağız. Şimdi işler iyi gidiyor tabii, o yüzden sorun yok.
Bir de Ercan Saatçi örneği var. Herif hakemden yakınmış, Lugano'ya verilen kart yüzünden. Bu da farklı bir tavır. Gözleri bambaşka yere çevirmeye hesaplayan, tipik siyasi iktidar mantığı. Mesaj belli "Biz de şikâyetçiyiz hakemden." Yedik yavru kurt, yedik.
Şu haftaya bakıyorum da, Ümit Özat saha içinde saldırıya uğruyor, hakemler maçların skorlarını direkt olarak tayin ediyor, tribünlerde ana-avrat sövmeye tepki verilmiyor.
Hakikaten futbolun içine sıçılmaya başladı. Zaten sağlıklı bir yapıda olmayan Türk futbolu, gün geçtikçe daha da boktan bir hal almaya başladı. Ülkenin gidişatıyla doğru orantılı olup bitenler. Ülke ne kadar viraja yaklaşırsa, futbol da ondan nasibini alıyor.
Konu saptı yine, Fenerbahçeli arkadaşlar alınmasın, darılmasın sakın ama Bünyamin Gezer'le kaybetmeleri pek mümkün olmuyor. Saraçoğlu'nun kadrolu derbi hakemi. Her şeyi geçtim, Fenerbahçe 10 kişi kaldıktan sonra Trabzonspor'u 10 kişi bırakmak için götünü yırtmasına bakın, ne demek istediğimi anlayacaksınız.
30 Ocak 2011
İnsan görünümlü tanımlanamayan canlı: Denyomin
Şu futbol denen oyunu 28 yıldır aralıksız izlerim. Oğuz Sarvan ve şu Bünyamin Gezer'den daha kötü hakemler izlemedim.
Kadıköy'e gelince herifin ruh hali iyiden iyiye değişiyor. O ağzındaki düdüğü başka yerine alması lazım ama ağzım varmıyor.
Bir maçın içine nasıl sıçılır, 90 dakika boyunca izledik. Herifin verdiği hiçbir karar birbirini tutmuyor. Biri el kol sallar kırmızı kartı cart diye çeker, diğeri ana avrat söver öyle yüzüne bakar. Demek ki, makbul olan ana avrat sövmek oluyor. Ya da herifin hoşuna o gidiyor.
Herif hem polis, hem hakem; iki itici meslek ve Bünyamin. Herif hakemlik yapmıyor ODTÜ önünde öğrenciye gaz sıkıyor sanki. Tiksinç bir surat ifadesi, mimikler iğrenç, kendi zaten bir boka benzemiyor.
Hakemliği milleti azarlamak olarak algılıyor ama işte beyin olmayınca o algıdan bir şey çıkmasını beklemek de bizim salaklığımız.
Ah be Bünyamin, ben sana ne diyeyim ki? İnsan olsan küfür edeceğim ama insan vücudunda tanımlanamayan bir canlısın.
Galatasaray Kulübü'nün tapusunun sahibi (!)
Yetersiz...
Yetersiz...
Yetersiz...
Yetersiz...
Yetersiz...
Bir kulübe gelen bütün kalecilerin kötü olma ihtimali nedir? Hepsi yeteneksiz, yetersiz olabilir mi?
Mondragon'dan sonra bir tane kaleci dikiş tutturamamış. 8 yıl olmuş göreve geleli. Belki çok iyi insan, belki melek gibi bir kişilik ama maalesef bir sorun olduğu ortada.
Hafızam beni yanıltmıyorsa 9 tane deknik direktör değişti 2002'den bu yana. Galatasaray'da değişmeyen tek şey Nezihi gerçeği. Kulübün tapusu mu ondadır bilmiyorum fakat kendisi görevi bırakmalı.
Çünkü bu işi beceremiyor. 50 metreden gol yiyen daha kaç kaleci izleyeceğiz bilmiyorum. Kendisi görevde kalırsa, Zapata'dan da benzer bir performans bekliyorum...
29 Ocak 2011
Valla hükümete uydum +24 yazı yazdım, +18 artık kesmiyor
Galatasaray'ın futbol takımı rezaletinin neresinden başlamak lazım pek bilmiyorum. Skibbe'nin gidişinden bu yana tepetaklak bir takım var. Bir noktadan sonra futbolculara kızmak da anlamsız çünkü adamların yeteneği, kalitesi ancak bu kadarını kaldırıyor.
Sivasspor, Konyaspor, Bucaspor ve Kasımpaşa'nın dışında Galatasaray'ın bu ligde yenebileceği takım yok. Çünkü kadrosu ancak bu takımlarla eşdeğer.
Her maç öncesi bir hayal zinciri oluşturuyoruz. Kendi kendimize çıkarımlarda bulunup, hayal aleminden rüya alemine dalıyoruz. "Hagi takımı toparlar", "Herkes artık ayağını denk alır", "Transferlerden sonra her şey düzelir" diye ancak çocukları kandırabileceğimiz türden masallarla eğliyoruz kendimizi.
Ama aptallıkla iyimserliği birbirinden uzak tutmak lazım. Elbette umut bağlayacağız, tamamen vazgeçmeyeceğiz fakat aptallık noktasında da olmamak gerekiyor.
Bu takımın kalecisi var mı? Yok.
Peki defansı nasıl? Bok gibi.
Orta saha iç açıcı mı? Yıllardır berbat.
Golcümüz var mı? O da yok.
E amına koyayım o zaman neye umut bağlıyoruz ki biz? Nedir bize bu güveni veren?
Galatasaray'ın ismi. Öyle değil mi?
Hah! İşte artık o büyüklük yok. Önce bir onu kabullenmemiz gerekiyor. Biliyorum zor oluyor, insan kendine konduramıyor. Kendimden biliyorum, bununla mücadele ettim haftalarca. En sonunda bu gerçekle yüzleştim.
Galatasaray Kulübü ufak ufak maziye gömülüyor. Bunu sadece saha içindeki oyuna bakarak söylemiyorum. Yaşanmış örneklerden yola çıkarak, bunu söylüyorum. Siz şimdi okurken "Siktir lan, o kadar da değil" diyeceksiniz. O zaman şu birkaç haftada yaşananlara bakın.
TT Arena'nın açılışından önce Spor Bakanı, Adnan P'ye (Siz bu P'yi gönlünüzce doldurun.) diyor ki; "Galatasaray Liseliler bizi sevmiyor, bir tepki gelebilir."
Adnan P. bu patlatıyor cevabı, "Merak etmeyin Sayın Bakanım, kale arkası tribünlerinde bizim en çok bağıran (o en çok bağıran diyor ama esası 'beslediğimiz piçler' anlamına geliyor) taraftarlarımız var. Az sayıda gelen tepkiyi bastırır onlar."
Yani Galatasaray Kulübü'nün başkanlık koltuğunda oturan herif, Spor Bakanı'nı biz her şeyi hesapladık mesajı veriyor. Daha da rezaleti, herif korkuyor hükümetten.
Hadi bunu geçtim. Başbakan Tayyip Erdoğan, Galatasaray camiasına kırılmış, üzülmüş. Daha geçen cuma günü televizyonlarda 'kükreyen' Adnan P. Erzurum'a kadar yol alıyor, Başbakan'ın gönlünü almak için. Ehh, adamı götünde sallarlar tabii, sen başkanı olduğun kulübün büyüklüğünü bilmezsin. Zoraki bir el tokalaşması, hepsi o kadar.
Bu da mı yetmedi amına koyayım. O zaman iki yıldır saha içinde verilen hakem kararlarına bak. Verilen kırmızı kartlara, verilmeyen penaltılara, ofsayt gollere, ofsaytla kesilen gol pozisyonlarına bak. Kıçı kırık hakemler Galatasaray'ı siklemiyor bile.
Bugün atılan ilk gol hem ofsayt hem de pozisyonda el var. Maçın 13. dakikasında tam görüş açısında Stepanov, Culio'ya gelen ve bomboş kalacağı topa eliyle müdahale ediyor ama görmesine rağmen vermiyor. Galatasaraylı X futbolcu ağzını açıyor sarı kart, ayağını uzatıyor kırmızı kart.
Biri götünde top durdurur, diğerinin seyircisi "kümeye" diye bağırır. Sözün özü, Galatasaray'ı sikini sallayan yok, anlayın artık anlayın.
Merak etmeyin er ya da geç siz de bu gerçekle yüzleşeceksiniz. Yani Galatasaray'ın büyüklüğünün un ufak olup erimeye başladığını.
Göreve geldiği gün söyledim, "Hagi ile olmaz" diye. Olmaz abi olmaz. Kasmanın anlamı yok. Sabır hikâyelerini filan boşverin. Adam dünün çocuğu değil ki, daha önce geldiğini de biliyoruz. Bursa'yı biliyoruz, Steau Bükreş'i biliyoruz, Romanya Milli Takımı'nı biliyoruz, Politehnica Timişoara'yı da biliyoruz.
Adamın CV'si açık. Olmamış işte. Adam benim yegane futbol efsanem ama teknik direktörlükte dikiş tutturamamış. Herkesten olmuyor, ondan da olmayacak. "Olursa verir misin?" derseniz, "Olmazsa siz verir misiniz?" diye sorarım.
Tamam eyvallah, kadro kötü de ama birader şu sistemde gol atmaya çabalamak da, bir nevi bilim kurgu tadında. Biz defanstan top çıkartacağız da, hızlı kanat adamlarıyla bindirme yapacağız da, topu ortalayacağız da (bak burası en zor kısmı. her şey olur bu olmaz), ortaladığımız top fiziken gitgide küçülen oyuncularımızdan birine gelecek de, gol atacağız.
Lan yemin ediyorum, Adnan P. adam olur, bu dediklerim olmaz. Çağdışı bir futbolla, gol atmaya çabalıyoruz. Boşuna mı, takımın en golcü isminin Servet olması; çağdışılığın daniskasına örnek işte.
Bu sezonu zaten unuttum. Kupayı filan alacağımız hayalini de kurmayın, çok çabuk abondone olursunuz yoksa. Bu futbolla sezonu ilk 10 içinde bitirebilirsek, öpüp başınıza koyun siz.
Unutmadan bu Adnan P'nin ekürisi vardı S. (bunu başa aldım daha eğlenceli şeyler konabiliyor) Adnan, 'Esteban' (anlayan anladı artık demek istediğimi) dünyayı dolaştı transfer yapacak diye. Bir tanesini bile almayı beceremedi. Esteban kulüp parasıyla çatır çatır geziyor, bir tane adam almayı beceremiyor. Gerçi herifin suratı görsem değil futbolcu, kulüp binasının içindeki vazoyu bile vermem o ayrı.
Yazının sonu geldi çıldırdım. Amına koyduğumun takımına golcü lazım alınmaz, orta saha oyuncusu lazım alınmaz. Kanat oyuncusu ala ala havalanıp uçacağız siktiğimin takımına. Yeter ya, bu kadar gerizekâlı olunmaz ki.
Hâlâ Emre Çolak'tan, Aydın'dan medet umuyorsak, neyi konuşuyoruz anlamadım ki....
Son sözüm; Yekta'ya 3 milyon 750 milyon, Stancu'ya 5 milyon Euro veren zihniyeti ta ortasından sikeyim. Kulübü çatır çatır sikiyorlar, taraftarı bastırmak için. Mal gibi izliyoruz.
Şu alınan herifler Harry Kewell'ın tek bacağı ederse, bu futbol denen oyunu bir daha izlemem.
Ufuk mu? Garibime ne kızayım. Onu kaleye koyanın ta amına koyayım ben.
Aslında şu yazı içinde Galatasaray'ın neden ufaldığının şifreleri gizlidir. Spordan Sorumlu Bakanın, Adnan P.'ye söylediği cümlelere bakın gayet iyi anlarsınız olan biteni.
Sokağın zaferi
Bu dünya hiçbir diktatöre ve özentisine kalmaz. Halk her zaman kazanır. Bir başka örneği yoktur. Bugün, yarın, 1 yıl, 3 yıl, 5 yıl...
Yönetenler halka hesap vermek zorunda olduklarını bilmeli. Halkın yoksullaştırıp, zenginleşenler, ya Çavuşesku gibi bir duvar dibine 'mahkûm' edilir ya da hesap verebilecekleri mahkemelere çıkartılıp yargılanır.
Bugün ve yarın arasındaki keskin farkları unutmamak gerekir.
Tunus, Mısır sıra kimin bakalım? Domino etkisi çabuk yayılıyor. Kimbilir, belki de...
28 Ocak 2011
Kürt sorunu değil Türk sorunu yaşıyoruz
Güneydoğu'da çanak anten terörü
Aylardır Doğu'yu, Güneydoğu'yu geziyorum.
Köy köy dolaşıyorum.
***
Evlerin yüzde 90'ında en az 8 kişi bir arada yaşıyor.
Evlerin yüzde 90'ına doğru dürüst yiyecek girmiyor.
Evlerin yüzde 90'ına kitap girmiyor.
Evlerin yüzde 90'ına gazete girmiyor.
Ama o evlerin yüzde 90'ına giren birşey var
Çanak anten!
Ne var bunda?
Şu var: Çanak anten sadece yerli kanalları göstermiyor!
Çanak anten sadece ROJ TV'yi de göstermiyor!
Yüzde 90'na gazetenin kitabın girmediği bu evlerin tamamına porno kanallar giriyor!
Hiçbir şifre, engelleme olmadan... Evdeki ilkokul talebesi de seyredebiliyor, 80yaşındaki dede de... 7 gün 24 saat.
Herkes açık o porno kanallar sayesinde ne mi oluyor?
Eğitim seviyesinin ve sosyal hayatın adeta yerlerde süründüğü bölgede, 70 yaşındaki adam torununa gelinine, 14 yaşındaki çocuk minicik bir bebeğe, öz abisi kız kardeşine, komşunun karısına-kızına tecavüze yelteniyor...
Çoğunlukla da başarılı oluyor.
''Nasıl olsa töre var kimse duymaz''deniyor.
Gerçekten de öyle oluyor. Töre ya tecavüzün, tacizin üstünü örtüyor ya da tam dışarı sızmak üzereyken tacize uğrayan kadının canını alıyor.
Televizyon dizilerini hizaya getirerek toplumu kurtardığını zanneden arkadaşlara sesleniyorum:
Güneydoğu'da büyük bir çanak anten terörü var! Ve bu terör en az diğeri kadar can alıyor. (...)
Candaş Tolga Işık
Dün Posta Gazetesi'nde böyle bir yazı yayımlandı. Gelen büyük tepkiler sonrası yazı internetten kaldırıldı, yazar bugün de köşesinde bir "özür" yazısı yayımladı.
Yazı haddini aşmış, yazar da bunu kabul ediyor fakat sorun yazarın bunu kabul etmesinde değil, böylesi bir düşüncenin filizlenmesinde.
İster kabul edin, isterseniz etmeyin ama Türkiye'de ciddi bir Kürt fobisi yaşanıyor. Ülke sınırlarında yaşanın şeyin adı 'Kürt sorunu' olmaktan çıkıp, 'Türk sorunu'na doğru ilerliyor.
İster muhafazakâr, ister sosyal demokrat isterse de milliyetçi olsun düşünce biçimi hiç değişmiyor. Hepsinin ortak hareket noktası; Kürtlerin insan olmadığı konusunda birleşiyor.
Bunu alenen söyleyemiyorlar, itiraf edemiyorlar ama düşünce tamamen bunun üstüne kurulu. Kürtleri sevmiyorlar, Kürtlerden nefret ediyorlar. Devlet yıllarca bunun üstüne politika yapmadı mı? Bunun üstünden Türkiye'de siyaset yapılmadı mı? Hâlâ yapılmıyor mu?
İster eğri oturun, isterseniz doğru. Bu, Kürtlere asimilasyon politikası uygulandığı gerçeğini değiştirmez. Sistematik ve bilinçli bir devlet politikasıyla Kürtler baskı altına alındı, dilleri yasaklandı, köyleri yakıldı, çoluk çocukları öldürüldü, genç kızlarına tecavüz edildi, aydınları hapishane köşelerine terk edildi. Bunca şeyden sonra karşınızdaki insanların kuzu kuzu oturmasını mı bekliyorsunuz?
Bu yaşanan gerçeklere karşı oluşturulan faşist argümansa, "Trabzon'da, Edirne'de de elektriksiz ve susuz köyler var" gibi aptalca bir düşünce oluyor.
Sorunu salt elektrik, su ve hizmete indirgeyerek, Türkiye'nin doğusunu açık alan Auschwitz'ine çevirenlerin iğrenç beyinlerinden çıkmış saçma sapan ve anlamsız bir savunmadan başka bir şey değil.
Kendinden başka herkesi yok sayan, herkese bok atan, herkese üstten bakan iğrenç bir toplumdan başka bir şey değiliz. Bizim için herkes düşman, herkes Türk'ten aşağıda.
Bir Türk'ün dünyaya bedel olduğunu kabul edip, Türk'ten başka dostumuz olmadığını düşünerek büyüyoruz. Bu kadar faşizan düşünce içinde, haliyle kendimizden başka herkesi düşman olarak görüyoruz.
Yazının sahibine kızmak, fotoğrafın bütününü kaçırmaktan başka bir şey olmaz. Bu ülkede Kürt değil ciddi anlamda Türk sorunu var çünkü. Aynaya bakmıyoruz, kim olduğumuzu bilmiyoruz ve işin kötüsü öğrenmeye de niyetimiz yok.
Anafikirinde "Güneydoğu ensest ilişkinin başkentidir" yazıya gelince...
Çok uzağa bakmaya gerek yok. İstanbul'un göbeğinde takıldığı sosyetik mekânlarda yaşanan kokuşmuşluğa, rezalete bakması yeterli. Tabii görmek isterse...
27 Ocak 2011
Adam olmak
Elbette her mesleğin, her işin en boktan yanıdır insanların işsiz kalması. Son iki günden bu yana Habertürk ve Sabah Gazetesi'nde ciddi anlamda kıyım yaşanıyor. Bunun başka bir adı yok çünkü; tek kelimeyle kıyım.
Bugün Sözcü Gazetesi, buradan yola çıkarak şahane bir manşet yapmış: "Ekonomi süper diyen gazeteler işçi atıyor".
Durum gerçekten de böyle. Gerek Sabah gerekse de Habertürk gazeteleri bu hükümetin en yılmaz savaşçıları ve en büyük destekçileri. Ciner, Akp iktidarında Doğuş Holding'le birlikte en çok büyüyen gruplardan biri. Sabah-Atv'yi konuşmaya bile gerek yok. Bütün halkın cebinden toplanın paralarla alınmış bir gazete.
Sabah Gazetesi'nin medyayı altüst ettiği pek çok konu vardır. Örneğin; eskiden bayramlarda çıkan "Bayram Gazetesi" olgusunu tek başına kırmıştır. Oysa eskiden tüm gazeteciler bayramlarda rahat rahat nefes alırlardı.
Bunun dışında Sabah Gazetesi'nın öncülük (!) yaptığı konulardan biri de, medya çalışanlarının işten atılma biçimine yöneliktir. Sabah gidersiniz, kartınızı okutursunuz ama o kart çalışmaz. Yanınıza güvenlik gelir ve işten çıkartıldığınızı anlarsınız. Sanki bir utanç suçu işlemişcesine bir hisse kapılırsınız.
Habertürk'te daha fazla 100'ün üstünde insanın çıkartılacağı söyleniyor. Keza Sabah'ta da benzer bir rakam söz konusu. Birkaç saniyeliğine de olsa, bu insanların yerine koyun kendinizi. Belki ev almışsınız, belki de araba ya da eviniz için bir ihtiyaç... Bankadan kredi çekmişsiniz ve işten atıldığınızı öğreniyorsunuz. O anki çaresizlik sanırım, yaşanılacak en berbat hislerden biridir.
Tabii bununla birlikte sıranın size de geleceği beklentisi sarar insanı. Aslında işten çıkartmalarda, bir taraftan da size verilen mesaj "Oturun oturduğunuz yerde adam gibi çalışın"dır. Yanı başınızdaki insanların işsiz kalmasına mı üzüleceksiniz yoksa hâlâ işiniz olduğuna mı sevineceksiniz?
Çok aşağılık bir sistem içinde yaşıyoruz. Medyada, inşaatta, markette, tekstilde, taşeronda ya da başka bir sektörde çalışmanız fark etmez. İnsanın kanını emen sülüklerle dolu etrafımız.
Daha ilkokul sıralarında size vaat edilen şey "Oku adam olun"dur. Tek tek okullar biter, üniversiteye gelir sıra. Mezun olmanıza az bir süre kalır ve nasıl iş bulacağınıza dair bir endişe başlar.
İşe başladığınız an sistemin "adam" kavramını takım elbise gibi giyersiniz üstünüze. Bazısına cuk oturur, bazısında at götünde kelebek gibi durur o takım elbise.
"Adam" olmakla bitmiyor her şey. Adam olurken, uslu, akıllı, itaatkâr da olmanız gerekir. Patronların en sevdiği çalışan tipidir çünkü. Sorun çıkartmayan adamlar yani.
Türkiye'de sendikalı gazeteci sayısı, toplam gazeteci sayısının yüzde 1'ine bile denk gelmiyor. Gazeteciler okumuş, bilgi ve fikir sahibi, entelektüel olması gereken insanlardan söz ediyoruz.
Öylesi duvarlarla örülmüş ki etrafımız ve bizlere verilen öğütlere öylesine sımsıkı sarılmışız ki, sendikaya girmeyi düşünmüyoruz bile. Bugün gazetelerde demokrasi ve insanlık dersi veren kimse sendikalı değil. Hatta o akıl verenlerin yönettikleri gazetelere eğer sendikalıysanız alınma şansınız bile yok.
İğrenç, kokuşmuş, berbat bir sistem bu. Akp, CHP, MHP ya da bir başkası fark etmiyor. Herkes bu sistemin destekçisi, herkes bu sistemin bir parçası. Hepsinin koca koca imzaları var bu kokuşmuşlukta.
Adam olmak. 5 para etmeyecek adamların, adamı olmayı çabalamayın. Kendiniz için adam olun. Bu kadarı zor olmamalı.
Sisteme gelince; öyle ya da böyle yıkılacak. Elbette bu kadar kokuşmuşluk bir gün herkesi rahatsız edecektir.
Şu blog-gazeteci tartışmasında neden kıçımı yırttığımı anlatamamıştım. İşte bu yüzden, bunu anlatmaya çabalıyordum. Olmak için çabalayan, uğraşan, emek veren, ter döken herkese eyvallah ama oturduğu yerden olmaya çabalayana ve daha birkaç ayda "Ben oldum" diyenlere siktir git demeye devam edeceğim.
26 Ocak 2011
10 soru 10 blogla haftanın değerlendirmesi
Bu haftadan itibaren belirlediğim 10 bloğa, geçtiğimiz haftayla ilgili birtakım sorular soracağım. Bloglar değişmeyecek ve sabit kalacak. Tabii haliyle sorular değişecek. İtiraf ediyorum ilk haftanın soruları biraz tırt oldu. Şimdiden hem okuyanlardan hem de blog sahiplerinden özür dilerim. Hem yoğun bir hafta geçmesi nedeniyle hem de hafta sonunu ciddi hastalıkla geçirdiğimden ötürü oldu.
Bu hafta şu ana kadar 2 blog sahibinden ses seda gelmedi. Sonuçta yazmak zorunda değiller ve neticede insanların işleri güçleri olabilir. akın yanlış anlamasınlar, gönül koymuş da değilim. Bu haftalık 8 soru ve yanıtla idare ediverin.
Seçtiğim isimlere yönelttiğim sorular genelde kendi takımlarını takip edenlerden oluşuyor ama bundan sonraki haftalarda farklılıklar da olabilir.
Bu vesileyle, kabul eden herkese çok teşekkür ederim. tek tek mail yollayamadım özür dilerim. Ancak vakit harcadığınız ve yanıt verdiğiniz için sağolun.
Gökhan Gönül'ün attığı golden sonra yaşanan sevinci değerlendirir misin?
Tribünsel Sevda: Derin bir oh ve hemen ardından gelen "Acaba yine üzerine yatacak mıyız?" endişesiyle yarım kalan gol sevinciydi.
Bir futbol muhalifi olarak, futbolu seven muhaliflerin Cumartesi günü Taksim'de yaptığı eylem, senin için ne ifade ediyor?
Futbol muhalifi: Hepimizin başına gelmiştir mutlaka: Hani küçükken, tüm yeteneksizliğine rağmen sırf topun sahibi olduğu için ileride (böyle söylenirdi) oynayan bir çocuk vardı. Hatta istediği kişiyi oynatıp oynatmama gibi bir hakkının da olduğunu söylerdi bu sinir hastası çocuk. Belki de endüstriyel futbolun karşımıza çıkan ilk örneği buydu. Artık o veledin yerini topun üreticisi devraldı.
Demek istediğim hafta sonu Taksim’deki eyleme bir de bu gözden bakabiliriz. En basitinden senin de yazdığın gibi “Vip müşteri ve çapulcu müşteri” ayrımı bütün takımlarda yavaş yavaş oturmaya başlayacak. Düşünsenize size “müşteri” olarak bakıyorlar artık. Beğenmiyorsan git kahvede izle maçı derlerse kimse de şaşırmasın artık; çünkü takımlar parası olanı bekliyor.
"O yok, bu yok, ne var lan it?"
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a yönelik ıslıklı protestonun ardından futbola siyaset sokulmamalı diye garip bir anlayış tekrardan hortlamaya başladı. Yıllardır kulüp yöneticisinden, oyuncusuna, yorumcusuna kadar spora sokulan siyaseti kimsenin fark etmemiş olması (!) komik.
Mesela bu sözün yerine “futbola muhalif düşünceler (bu topraklardaki hakim düşünceyi biliyoruz) futbola sokulmamalı” deselerdi ben sesimi bile çıkarmazdım. Ne de olsa apolitik bir toplumun en güzel örneği futbol taraftarıdır diye insanları sevindiriyorduk. Yapmayın, etmeyin yahu. Genç beyinlerimizi İddaa için yoğunlaştırmak en doğrusu.
- Gelelim işin sendikal boyutuna: beni en çok sevindiren durum aslında bu. Spor Emek-Sen’in böyle bir işe el atmış olması kendileri için çok önemli.; çünkü sendikanın varlığından haberdar olmayan insanlar bile bu sayede Spor Emek-Sen’i öğrenmiş oldu. Hemen belirtmek istiyorum, bazı kişiler “yahu al siyasi miting olmuş” diyor.
1980 darbesi sonucu oluşturulan anayasa ile sendikaların siyasetle tüm ilişkisinin yasaklandığını biliyoruz da be arkadaşım sendikanın olduğu yerde siyasi fikir olmaz mı? Bu kadar mı uzaksın dünyadan? Bir de utanmadan sağa sola bunları yazdılar. Bütün dünya eylemlerden dolayı yakılıp yıkılırken 300 kişinin (!) yürümesi mi sizleri rahatsız etti?
Not: Galatasaray taraftarına yapılan hakaretler ve sonrasında ortaya çıkan olaylar hakkında yazmak istemedim; çünkü bu konular hakkında yeterince söz söylendi kanımca.
Galatasaray'ın devre arası yaptığı 5 transferden hangisi ya da hangilerinin başarılı olacağını düşünüyorsun ve tabii ki neden?
Çobansalata: Yapılan transferlerin önceki takımlarındaki etkinliklerini ve yeteneklerini gözönünde bulundurarak Galatasaray'ın eksik yönlerine göre Culio'nun en başarılı transfer olacağını düşünüyorum.
Mücadeleden kaçmaması ile iyi bir defansif orta saha, insiyatif alabilmesi ile iyi bir oyun kurucu, sert, isabetli ortaları ve varyeteleri ile gerektiğinde iyi bir kanat oyuncusu olabilmesi itibari ile Galatasaray'ın komple bir orta saha oyuncusu transfer ettiği fikrindeyim.
Taksim'deki taraftar yürüyüşü spora siyaset karıştırmış mıdır? Spora siyaset karıştırılmalı mı?
Jesusalmeyda: Spora siyaset karıştırılır. Lakin bunun hangi platformda yapıldığı durumun mahiyetini değiştirebilir. Stadyumlardaki söylemlere herkesin tepkisi farklı olabilir ama sokakta (mesela Taksim'de) bir olaya tepki veren taraftar bunu tamamen siyasi görüşünden ötürü de yapsa benim çin soprun yoktur. Çünkü spor-siyaset ilişkisi arasında bir sınır olması gerektiğini savunsam da taraftarın ve futbolun siyasetten (en azından sokakta) tamamen izole edilip apolitik bir forma sokulmasını doğru bulmuyorum.
Kewell, Asya Kupası'nda attığı gollerle Avustralya'yı yarı finale taşıdı. Konuşulanlardan yola çıkarak, Kewell'ın gönderileceği söz konusu. Kewell'ın gönderilmesine nasıl bakıyorsun?
Kayıpzamanınpeşinde: Kewell, bir çok kişinin kalbinde şimdiden yer tutmuş bir karakter. Sadece Galatasaraylılar tarafından değil, diğer takım taraftarlarınca sempatik karşılanan bir isim. Şampiyonluk görememiş efsaneler sayfasında kendisine çoktan yer ayırılmış durumda. Kewell’ı bütün olarak ele aldığımızda; çalışma sevdası, futbol oynamaya duyduğu açlık, profesyonelliği, adamlığıyla büyük bir yol göstericidir. Bu yönüyle bir futbolcunun ötesine geçiyor. Futboluyla da eskisi gibi fizik güce sahip olamasa bile futbolun akıl, doğru pozisyon alma yönünü temsil eden bir yetenek.
Kewell’a duyumsadığımız sevgi, futbolu bırakana kadar Galatasaray’da kalması gerektiğini söylüyor. Olması gereken bu aslında. Öte yandan Galatasaray’ın son dönemlerde evrilmeye çalıştığı futbol ortada: Daha fazla fizik güç, daha fazla efor, daha fazla topun arkasına toplu olarak geçiş ve sürekli koşması gereken bir takım! Futbol sistemini buna yönelten bir takımın, daha doğrusu Hagi’nin, bu noktadan sonra Kewell’a nasıl bakacağı çok önemli. Ama her şeye rağmen takımın bütünsel anlamda yoksun olduğu zeka, akıl ve yetenek anlamında o eksikliği dolduracak kalibredeki ender adamlardandır Kewell.. Kewell’ın gönderilmesi bir çok Galatasaray’ı üzecektir.
Zannedersem burada top tamamen Hagi’de. O ‘he’ derse devam, ‘yok’ derse güle güle. Gönlümüz ‘he’ demesinden yana. Hagi bunu demezse, üzülecek, önemli bir değeri kaybettiğini hissedecek çok Galatasaraylı var. Futbol güzellikler oyunu ise Galatasaray önemli bir güzelliğinden mahrum kalacaktır.
Futbolda bu haftanın en önemli gündem maddesi neydi?
Evrenselblok -Kieran-: Futbolda bu haftanın en önemli gelişmesi, Seyrantepe'deki stadın açılışında yaşanan olaylarda, siyasal iktidarın gösterdiği hoyrat tutuma tepki olarak, binlerce kişinin, Spor-Sen kurucusu, eski futbolcu Metin Kurt önderliğinde, Taksim'de toplanmış olması idi.
Merkez medya, gerek toplanan kişi sayısını küçümsemek gerek orada dillendirilen taleplere kendi bültenlerinde yer vermemek yoluyla, binlerce kişinin sesini olduğundan etkisiz göstermeye çalışsa da, en azından blog aleminde, bizlerin böyle bir gelişmeyi yadsıma lüksüne sahip olmadığımızı düşünüyorum. Aksi takdirde, kendi imkanlarımızca yazıp çizdiğimiz bu mecraların, ne alternatifliğinden ne de amatörlüğünden söz edemeyiz diye düşünüyorum.
Peki, çeşiti takımların taraftarlarının, tek bir amaç uğruna toplanması neden önemlidir? Şüphesiz, oradaki taraftarların tek bir isteği vardır: siyasetin, futbolu kullanarak kendine rant kapısını aralamasını engelleyebimek. Bunu engelleyebilmenin de tek yolu vardır ve farklı renkten taraftarlar da bu yöntemi denemişlerdir: Ancak politik bir dil ve birliktelik kurarak, futbolu, siyasilerin deney sahası olmaktan kurtarabileceklerinin farkındadırlar.
Bu yüzden farklı renkten bir çok insan bir araya gelmiş ve ortak bir tepkiyi dile getirmişlerdir. Son günlerin, hatta son haftaların en önemli olayı da, şüphesiz bu toplantı olmuştur.
İkinci olarak, saha içine dönecek olursak; Galatasaraylı biri olarak, ligin en önemli oyuncularından biri olduğuna inandığım Yekta'nın Galatasaray'a transferi benim için çok önemliydi.
Yekta, yetenekleri göz önüne alındığında, merkezde veya kenarda, hemen her bölgede verim alınabilecek bir oyuncu. Çok yararlı olacağına inanıyorum ve bir taraftar olarak Yekta'nın ortaya koyacaklarını sabırsızlıkla bekliyorum.
Belki çok erken bir soru olabilir. Ancak lider Trabzonspor ligin ilk yarısına puan kaybıyla başladı. Bu kayıp, ilerleyen haftalar için takım üstünde bir stres yaratır mı?
Cezasahası: Trabzonspor sezon başından beri hep olumsuzluklardan beslendi. Geç kalınan transferler, Liverpool'a eleniş, Teofilo'nun gidişi, Engin'in Şenol Güneş'e karşı çıkışı... Ve bu olayların hepsinden sonra Trabzonspor'un tökezleyeceği, puan kaybedileceği söylendi. Hatta Manisaspor maçında kendi sahamızda aldığımız mağlubiyet sonrasında...
Fakat bunların hiçbiri olmadı. Şenol Güneş kendi yaptığı yanlışları çok çabuk düzeltirken oyuncularının yanlışlarını da kendi yanlışları gibi sümenaltı etmeyi başardı ve her olumsuzluk Trabzonspor'u daha da güçlendirdi. Ankaragücü karşılaşmasının da böyle bir etki yapacağını düşünüyorum. Şenol Güneş nerede hata yapıldığını görmüştür ve bunları en kısa zamanda düzeltecektir.
Burak anlamsız taraftar tepkisine karşın küsmeyip çok daha iyi bir oyun sergileyecektir. İlk yarıda çok daha olumsuz ve stres dolu anlar yaşanmasına rağmen bu takım hala ayakta ve önünde durabilecek bir güç olduğunu da sanmıyorum. Brozek kardeşlerin de takıma katılmasıyla genişleyecek rotasyon sonrası çok daha keyif veren bir şekilde, özellikle deplasmanda stres yaşamadan yolumuza devam edeceğiz.
Takımın üzerinde stres yaratacak yegane şeyse Trabzonspor taraftarının sabırsızlığı ve her şeyin en iyisini ben bilirim ukalalığıyla karşılaşmayı bir taraftardan çok otorite gözüyle izlemesidir benim gözümde. Trabzon'daki bir kısım Trabzonspor taraftarı bu takımın en önemli stres kaynağıdır ve sezon sonunda o insanlarla aynı şampiyonluğa sevineceğim için biraz burukluk yaşamıyor değilim.
İlk 18'de bile düşünülmeyen Yekta'nın 90 dakika forma giymesini nasıl değerlendiriyorsun?
Eren Loğoğlu: Maçtan bir saat önce açıklanan 18 kişilik maç kadrosunda Yekta yoktu ve Arda ilk 11'deydi. 90 dakika oynayacak fiziksel gücü bulunduğunu gözlemlediğimiz Yekta'nın 18'e ilk anda alınmamasının tek bir sebebi olabilir;
Arda'nın oynamama olasılığı maçtan önce de vardı, eğer oynatılmazsa kalan 17 oyuncudan biri sahaya çıkacak ve bu da bir oyuncusu eksik bir yedek kulübesi anlamına gelecekti. Bunun oyuncu değişikliği olarak yazılıp yazılmadığını bilmiyorum, TFF sitesinden statüye bakmak gerekir.
Sanırım maçın başlamasına belli bir süre kala sahaya girecek oyuncu ve görevliler hakkında bir müsabaka isim listesi veriliyor yetkililere ve bunu değiştiremiyorsun. Kadroların net ortamına düştüğü anda daha liste verilmemiştir muhtemelen.
Bunun aksini düşünmek istemiyorum çünkü 90 dakika sahada kalabilen bir oyuncunun, Arda varken 18'e bile alınmamasının teknik izahı olamaz.
Irzına geçilen ülke
Teknoloji gelişti ya, bizim polis de teknolojinin bu gelişiminden faydalanıyor. Eskiden milletin cebine uyuşturucu koyarlar, sonra içeri alırlardı, o uyuşturucuyu kanıt olarak sunarak.
Şimdilerde elemanlar, Ergenekon sanıklarının telefonlarına el koyup örgüt üyelerinin telefonlarını kaydedip, içeriye tıkıyorlar.
Şu Ergenekon konusuna girmemeyi tercih ettim bugüne kadar. İş öyle bir noktaya geldi ki, yaşla kuru aynı sobaya atılıp yakılmaya çalışıldı. Sonra hadisenin boku çıktı. Her davayı Ergenekon'a eklemlendirip davayı içinden çıkılmaz hale getirdiler.
Bugün Vatan gazetesindeki haber aslında davanın gidişatını değiştirebilecek nitelikte. Genç bir teğmeni alıyorsun içeri, cep telefonlarına, bilgisayarlarına el koyuyorsun, el koyduğun telefonuna örgüt üyelerinin telefonlarını yükleyip, "Senin ne işin var bu adamlarla?" deyip, bunu suç unsuru haline getiriyorsun.
Dedim ya, eskiden cebe esrar atılırdı, bugün milletin 'cep'ine örgüt üyelerinin telefonları yükleniyor.
Benzer bir saçmalık Donanma Komutanlığı'nda ortaya çıkartıldığı belirtilen SUGA ve ORAJ harekât planlarında yaşanmış.
Bu harekât planlarına destek vereceği ileri sürülen iki amiralden birinin 1998 diğerinin ise 2000 yılında öldüğü belirlenmiş. Yani hadiseye bakarak şunu söyleyebiliriz ki, ölü generaller darbe yapmaya çalışıyor ve bu darbeyi destekliyor.
Çok net söyleyeyim, askerin çok da pir-ü pak olduğunu düşünmüyorum. Türkiye'de siyasetin içinde hep var oldular. Darbelerle, muhtıralarla, tanklarla, toplarla, tüfeklerle.
Ancak şu Ergenekon ve Balyoz Davalarında çıkan kokular, ortaya çıkan bilgilerin pek çoğu koskoca bir yalandan ibaret.
Bütün bu davalarda gözaltına alınan ve tutuklananların bilgisayarlarına, cep telefonlarına el konuldu. Tüm bilişim uzmanları ve hukukçular, bilgisayarların yedeğinin alınması konusunda basbas bağırdı ama kimse böyle bir şeye gerek duymadı.
Şimdi görüyoruz ki, milletin telefonlara filan suç unsurları yüklenmiş Emniyet tarafından. Emniyet'in cemaatçi yapılanmanın en büyük saç ayaklarından biri olduğunu, bildiğinizi varsayarak söylemiyorum bile.
Bak özet geçeyim. Türkiye'nin ırzına geçildi. Hem de öyle bir-iki kez değil. Defalarca, hiç bitmeksizin, üstelik hâlâ geçiliyor.
Siyasi iktidarın bu darbe ve darbeciler noktasında samimi olmadığını dünyanın en aptal insanı bile görebilir. Yoksa olmayan darbeleri ve onların planlarının yargılanmasına verdikleri desteği, Çevik Bir, Kenan Evren ya da -Fenerbahçeli lavuğun adı neydi unuttum hatta yazmayacağım- Dolmabahçe Gülü'nün yargılanması için gerekenleri yapardı.
Beyni gram çalışan insanlar bu iktidarın darbecilerle bir derdi olmadığını bilir. Çünkü bunları iktidar yapan güç darbecilerdir. 28 Şubat Akp iktidarının varolmasını sağlayan hamlelerden biridir.
Emniyet-İktidar ve yargı üçgeninde şahane bir oyun oynanmakta. Savcılar, hakimler, askerler, gazeteciler, işadamları, bilim insanları, polisler içeri alınıyor. Hem de ne idüğü belirsiz bir dava yüzünden.
Oysa üstünde adam gibi durulsa ve talimat almış bazı isimler yerine doğru düzgün hukuk insanları şu davayla ilgilense gerçekten de pek çok şey ortaya çıkacak. Ama gidişat, her şeyin biraz daha karanlığa gömüleceğine gösteriyor.
Çok adi ve sinsice hareket ediliyor ama bir taraftan da her şey yüzlerine gözlerine bulaştırıldı bazıları tarafından. Aptallık diz boyu ülkede. Siyasetçisinden, emniyetine, savcısından, hakimine, askerinden gazetecisine kadar aptallığa batmış durumdayız.
Ehh, halk da üstüne düşüne yapıyor aptallık konusunda...
Şimdilerde elemanlar, Ergenekon sanıklarının telefonlarına el koyup örgüt üyelerinin telefonlarını kaydedip, içeriye tıkıyorlar.
Şu Ergenekon konusuna girmemeyi tercih ettim bugüne kadar. İş öyle bir noktaya geldi ki, yaşla kuru aynı sobaya atılıp yakılmaya çalışıldı. Sonra hadisenin boku çıktı. Her davayı Ergenekon'a eklemlendirip davayı içinden çıkılmaz hale getirdiler.
Bugün Vatan gazetesindeki haber aslında davanın gidişatını değiştirebilecek nitelikte. Genç bir teğmeni alıyorsun içeri, cep telefonlarına, bilgisayarlarına el koyuyorsun, el koyduğun telefonuna örgüt üyelerinin telefonlarını yükleyip, "Senin ne işin var bu adamlarla?" deyip, bunu suç unsuru haline getiriyorsun.
Dedim ya, eskiden cebe esrar atılırdı, bugün milletin 'cep'ine örgüt üyelerinin telefonları yükleniyor.
Benzer bir saçmalık Donanma Komutanlığı'nda ortaya çıkartıldığı belirtilen SUGA ve ORAJ harekât planlarında yaşanmış.
Bu harekât planlarına destek vereceği ileri sürülen iki amiralden birinin 1998 diğerinin ise 2000 yılında öldüğü belirlenmiş. Yani hadiseye bakarak şunu söyleyebiliriz ki, ölü generaller darbe yapmaya çalışıyor ve bu darbeyi destekliyor.
Çok net söyleyeyim, askerin çok da pir-ü pak olduğunu düşünmüyorum. Türkiye'de siyasetin içinde hep var oldular. Darbelerle, muhtıralarla, tanklarla, toplarla, tüfeklerle.
Ancak şu Ergenekon ve Balyoz Davalarında çıkan kokular, ortaya çıkan bilgilerin pek çoğu koskoca bir yalandan ibaret.
Bütün bu davalarda gözaltına alınan ve tutuklananların bilgisayarlarına, cep telefonlarına el konuldu. Tüm bilişim uzmanları ve hukukçular, bilgisayarların yedeğinin alınması konusunda basbas bağırdı ama kimse böyle bir şeye gerek duymadı.
Şimdi görüyoruz ki, milletin telefonlara filan suç unsurları yüklenmiş Emniyet tarafından. Emniyet'in cemaatçi yapılanmanın en büyük saç ayaklarından biri olduğunu, bildiğinizi varsayarak söylemiyorum bile.
Bak özet geçeyim. Türkiye'nin ırzına geçildi. Hem de öyle bir-iki kez değil. Defalarca, hiç bitmeksizin, üstelik hâlâ geçiliyor.
Siyasi iktidarın bu darbe ve darbeciler noktasında samimi olmadığını dünyanın en aptal insanı bile görebilir. Yoksa olmayan darbeleri ve onların planlarının yargılanmasına verdikleri desteği, Çevik Bir, Kenan Evren ya da -Fenerbahçeli lavuğun adı neydi unuttum hatta yazmayacağım- Dolmabahçe Gülü'nün yargılanması için gerekenleri yapardı.
Beyni gram çalışan insanlar bu iktidarın darbecilerle bir derdi olmadığını bilir. Çünkü bunları iktidar yapan güç darbecilerdir. 28 Şubat Akp iktidarının varolmasını sağlayan hamlelerden biridir.
Emniyet-İktidar ve yargı üçgeninde şahane bir oyun oynanmakta. Savcılar, hakimler, askerler, gazeteciler, işadamları, bilim insanları, polisler içeri alınıyor. Hem de ne idüğü belirsiz bir dava yüzünden.
Oysa üstünde adam gibi durulsa ve talimat almış bazı isimler yerine doğru düzgün hukuk insanları şu davayla ilgilense gerçekten de pek çok şey ortaya çıkacak. Ama gidişat, her şeyin biraz daha karanlığa gömüleceğine gösteriyor.
Çok adi ve sinsice hareket ediliyor ama bir taraftan da her şey yüzlerine gözlerine bulaştırıldı bazıları tarafından. Aptallık diz boyu ülkede. Siyasetçisinden, emniyetine, savcısından, hakimine, askerinden gazetecisine kadar aptallığa batmış durumdayız.
Ehh, halk da üstüne düşüne yapıyor aptallık konusunda...
Kanka nedir biri bana açıklar mı?
"Bu iki fotoğraf da ne ola" diye düşünmüşsünüzdür kesin. Düşünenler için hemen bilgilendirme yapayım.
Birinci fotoğraftaki tip, polisin çocuklar için yaptığı bir karakter; ismi "Kanka". Yani Çocuk Polisi. Çekirdekten çocuklara, polisleri sevdirmek için yapılan bir tip. İlk çıktığında da aynı yorumda bulunmuştum, "Kanka diye isim mi olur lan" demiştim.
Tiksindiğim birtakım kelimeler vardır, Kanka da bunlardan biri. Ne hayatımda kullandım ne de kullanan biri ile yan yana durdum.
Neyse ikinci fotoğrafa geçelim. Çift başlı kartalı sembolize eden Universiade Erzurum-2011'in maskotu. Hadiseye bak ki onun da adı Kanka.
Olimpiyat düzenliyorsun, boru değil. Bulduğun isim Kanka. Nedir abi Kanka? Hakikaten bundan daha dangalakça bir hitap biçimi olabilir mi? Bu yaygınlaşıyor ve her tür maskotun ismi oluyor.
Hadi polis koyar. Oradan zekâ beklemediğim için, onların Kanka'sına bok atmıyorum.
Ama sen Dünya Üniversiteler Kış Oyunları düzenliyorsun, ismine daha 1.5 yıl önce polisin maskotunun ismini veriyorsun. Hem de ismi Kanka.
Basitlik diyeceğim yanlış anlaşılacak, sik kafalılık diyeceğim hakaret algılanacak. Yemin ediyorum sike sürülecek beyin yok bunlarda. Kankaymış.
Kanka'nızı sikeyim sizin, embesil herifler. Bu ismi koyan, bu ismi bulan her kimse çift başlı kartal götüne girsin.
Kewell çok büyük oyuncusun...
Asya Kupası'nda finale kadar geldiler. Kewell'ın payı çok büyük. Sezon sonu gönderileceği söyleniyor.
Şu adam ne olursa olsun takımda kalmalı. 10 yabancıdan biri o olsun diyeceğim ama o bizden biri, yabancı değil.
Futbolu, sahadaki duruşu, efendiliği, zekâsı, oyun yeteneği, vs. vs. her şeyiyle, Galatasaray oyuncusu olmayı hak ediyor.
Asya Kupası'nda attığı tüm goller şurada var. İzlemeyenler, izlemek isteyenler şuraya tıklarsa tüm gollerini izleyebilir.
Lan hakikaten, bir oyuncuyu bu kadar sevmedim. Cana da, aynı yolda ilerliyor.
25 Ocak 2011
Adamlığınıza, insanlığınıza....
"Geçen gün laikçi bir hanımla ayaküstü sohbet ediyordum. Bana bir gazetedeki haberi gösterdi." Bunu Emre Aköz yazmış...
Laikçi ne demek bilmiyorum ama götverenci ne demek biliyorum. Misal bu götverenciler şekil-şemal değiştirme konusunda ustadırlar. Siyasal iktidarları yalamak konusunda müthiş yeteneklidirler. Herkesin tüm değerlerine saydırırlar ama kendi kuyruklarına basıldığında kıçlarını yırtana kadar bağırırlar.
"Hayat içkive seksten ibaret değildir." Bunu Bülent Arınç söylemiş...
Elbette hayat seks ya da içkiden ibaret değildir ama bir bakan durup durup neden bunu söyler o daha ilginçtir. Kendisini yakından takip ediyorum, her cumartesi tartışma yaratacak bir açıklama mutlaka yapıyor. Konu ya asker oluyor, ya böyle fındık kabuğu içi hadiseler. Bülent Arınç'a aslında sormak lazım, hayat seksten ibaret değilse, 4 hatunla evlenmek neden caiz? Mantıklı bir açıklama yapabilir mi? Ya da 4 hatun, evde okeye dönmek için mi alınıyor?
Bunları yazdıktan sonra tuvalete gittim, aslında birkaç madde daha ekleyecektim. Tuvalete giden koridorun sonunda temizlikçi ablalardan birinin yere çökmüş oturduğunu gördüm. Gözlerinden yaş akıyordu. Gidip de bir şey soramadım, bir kelime edemedim.
"Ne diyebilirdim" diye düşündüm, aklıma da bir şey gelmedi doğrusu. Sonra kendime kızdım, neden bir şey söylemedin diye. Tuvaletten çıktığımdaysa çoktan gitmişti.
Siz laik, alkol, seks tartışadurun. İnsanlar aç, insanlar çaresiz, insanlar umutsuz. Adamlığınıza, insanlığınıza, kavramlarınıza sokayım sizin.
Taşlanmış kot giymeyin ve giydirmeyin
Slikozis işçileri (Kot Kumlama) ile dayanışma için düzenlenen "Sesimiz Nefesiniz 2" konseri bugün saat 19.00'da Akatlar'da Mustafa Kemal Kültür Merkezi'nde gerçekleştirilecek.
İsteyenler kotiscileri sitesini ziyaret edebilir.
Hepimiz üstümüzde kan lekeleri ile dolaşıyoruz ama bir çoğumuzun haberi bile yok. Kıçımız, başımız biraz düzgün görünecek diye giydiğimiz her kotun üstünde, bir işçinin kanı var, bir diğerinin ölüm ilanı.
Aslında ufak şeylere dikkat ederek bile pek çok kişinin hayatını kurtarmak mümkün.
Giymeyin ve giydirmeyin...
24 Ocak 2011
Yaşasaydı ne olurdu?
Bu ülkeye aydın yetişmiyor çok fazla. Yetişse de bozuk para gibi harcıyoruz.
Ya öldürüyoruz, ya yakıyoruz, ya çapraz pusuya alıp vuruyoruz, ya arkasından sinsice kafasına silah çekip vuruyoruz.
Eğer ölmezse hapse atıyoruz ki, fikirlerini paylaşmasın, diğerlerine kötü örnek olmasın diye.
Hapse atmazsak, toplumdaki değerini itibarsızlaştırıyoruz, insanlar onu okuyup, fikirlerini benimsemesin diye.
Uğur Mumcu, 18. yılda da katilleri bulunamadı. Öyle çok uzağa bakmaya gerek yok. Devletin kadrolarını biraz araştırsınlar bulurlar katillerini ve bombayı patlatanları.
"Uğur Mumcu yaşasaydı" deyip duruyoruz ya. Uğur Mumcu yaşasaydı çoktan içeri atılmıştı.
Bu devletten daha fazlasını beklemek büyük hata. Hele de bu iktidarın kadrolarıyla. Hoş, hepsi aynı bokun soyu ya, neyse..
Stad ne ayak, takım ne durumda?
O kadar söylendim, ettim "gitmem" diye ama pilot olmak için ABD'ye gidecek ve 13 ay boyunca göremeyeceğim kuzenim "Lan oğlum bir daha izleyemem hadi bu maça gidelim" deyince, dayanamayıp iki bilet aldım.
Stada gidiş beklediğimin aksine gayet rahat ve kolay oldu. Mecidiyeköy'den hareket etip, stat içine girmemiz yarım saati ancak buldu. Hoş, metroda herkesle akraba olduk, kalabalıktan ötürü.
Stada uzaktan bakınca ilk dikkati çeken şey, beton ve çelik yığını ile karşılaşmak oldu. Özellikle boyanmamış ve sıva halinde bırakılan duvarlar ciddi anlamda sırıtıyor. Benzer görüntü stadın içinde de mevcut. Boyalar belli katlara kadar yapılmış ve bitirilmemiş olduğu için bütün merdivenlen ve duvarlar sıvalı halde duruyor.
Stadın içine girdiğimizde gerçekten heybetli bir görüntüyle karşılaştım. Işıklandırma, zemin, tribünler, akustik hakikaten şahane. Ama bence hepsi o kadardı, daha fazlası yoktu.
Stadın seslendirme sistemi berbat ötesi. Hiçbir anons ve dev ekranlardaki hiçbir şey duyulmuyor. Maç bittikten sonra biraz etrafı dolaşınca stadın defoları bir bir ortaya çıkmaya başladı. Hele de kuzenim yeni Wembley Stadı'na gittiği için orada nasıl, burada nasıl mukayesesine girince daha da bir göze battı.
Bir kere, doğru düzgün restoran yapılmamış. Yapılmış olanlara da bizim gibi çapulcu müşterilerin girişi yasak. Bize düşen 10 TL'ye sosisli, 8 TL'ye soğuk sandviç, 8 TL'ye 2.5 litrelik Cola Turka'dan bir bardak kola almak.
Bu kadar zekâsız, bu kadar anlamsız ve bu kadar mantıksız bir uygulama görmedim. Ayrıca sadece VIP'lilerin kullanabileceği restoran yapmak da ne demek. Nereden biliyorsun ki, benim kaç para harcayacağımı? Kısacası bu işi planlayanlar 'büyükler' çapulcu müşteri ile VIP müşteriyi birbirinden ayırmış.
Yeni yapılmış bir stadın dışında, yağan üç damla yağmurda her tarafın göl halini almasını biri bana anlatırsa sevinirim. Sağa sola Allah kuruş geyiği yapmak kolay. Yaptığınız stadın elle tutulur bir yanı yok ki, neye hava basıyorsunuz.
Maç sonunda evinize gidebilmeniz için birtakım işkence seanslarından geçmeniz gerekiyor. 45 bin kişi metroya demir kapılardan bölüm bölüm geçiyor.
Bir demir kapı var, orada bekliyorsunuz tabii o kadar yakına gidebilmişseniz. Toplama kampı görüntülerini andırıyor. Böyle mal gibi bekliyorsunuz, kapı açılsın da siz de metroya ulaşabilen mutlu azınlıktan biri oluverin.
Siz siz olun eğer maça gidecekseniz, kesinlikle çocuğunuzu filan götürmeyin. Hakikaten şakası yok, izdiham tehlikesi fazlasıyla var.
Şu kadarını söyleyeyim, ben stadı sevmedim. Sevebileceğimi de düşünmüyorum. Ve bu hissi nasıl içimden atarım onu da bilmiyorum. Kendimi ait hissettiğim bir stadın olmaması berbat bir duygu.
MAÇA GELELİM
Sivasspor bu ligin en berbat takımlarından biri. O yüzden alınan sonucun ve oynanan oyunun tam bir karşılığı yok. Evet takım fizik açıdan kuvvetlenmiş, daha çok mücadele var ama ondan fazlası yok.
Forvetsiz, orta sahasız ve defansı yarım yamalak bir takımın başarılı olmasının imkânı yok. Üstünden bin kere geçmek anlamsız Barış, Ayhan, Mustafa Sarp'tan ancak ve ancak yedek olur.
Kazım denen herif, daimi olarak ofsaytta duruyor, Galatasaray'ın kendisinden herhangi bir beklentisi varsa zaman kaybından başka bir şey olmaz.
Culio hazırlık maçlarındaki görüntüsünden çok uzaktı. Fiziğini çok iyi kullanıyor ve iyi top saklıyor fakat Galatasaray'ın bundan fazlasına ihtiyacı var.
Yekta garip bir biçimde ilk 11'de yer aldı. Arda olsa 18 kişilik kadroda olmayacak bir futbolcunun sihirli değnek değmiş gibi ilk 11'de oynaması, teknik direktörün bir zaafı gibi geldi.
Stancu yeni transferlerden en olumlu görüneni oldu, tabii benim gözüme. Topa hakimiyeti iyi, gayet kıvrak ve bol şut atacağa benziyor. Çünkü sürekli pozisyon alıyor, şut çekmek için. İlk maçta, kısıtlı bir sürede de olsa gayet yararlı olacağını düşünüyorum.
Maçın son 3 dakikasında Culio ve Kazım'ın süreye oynaması sinir bozucuydu. Kendi stadınızda, Sivasspor'la oynuyorsunuz ve kaza golü yememek için bilerek ofsayta düşmek, korner bayrağının dibinde aptalca zaman harcamak gibi şeyler yapıyorsunuz. Bunu bir Avrupa Kupası maçının sonunda yaparsın anlaşılır da, Sivas maçında yapıyorsun olmaz. Aptallıktan başka bir şey değil.
Hagi halen arayışta. Maç içinde sık biçimde oyuncuların pozisyonlarını ve yerlerini değiştirdi. Ama eldeki kalite yetersiz olunca, arayışlar da sonuçsuz kalıyor.
Hagi'den tek isteğim Hakan Balta ısrarından vazgeçmesi. Oynadıkça köreliyor ve taraftara daha antipatik geliyor.
İnsanlar umut içinde bekliyor doğal olarak ancak ne bu kadroyla, ne bu anlayışla Galatasaray'ın başarılı olmasının mümkünü yok. Keşke olsa, keşke güzel bir şeyler söyleyebilsem fakat aptalca bir beklenti içine de giremem.
Sanırım sezon sonuna kadar her maçta bir ümit beklemeye devam edeceğiz.
Adnan piçlerini al ve git
Devlet Bakanı Faruk Nafiz Özak: Galatasaray Liseliler protesto edebilir, bizden pek hoşlanmazlar.
Adnan Polat: İki kale arasında maçlarda en güçlü tezahüratı yapan taraftarlarımız olacak. Olabilecek protestoları bastırmaya yeter.
Vay be, bak sen hadiseye. Herif beslediği itleri, protestoları bastırması için kullanıyor. Demek ki, emir önceden gitmiş, piçlere. Ulan bu kadar aşağılık bir adam olabilir mi?
Siz bakmayın adam diyorum ama lafın gelişi. Yoksa adamlığın milyonda biri bu herifte bulunmaz.
Herife çok laf söyledim ama fazlasını hak etmiş.
"Adnan'ı da al git" diyorlar ya. Yok aslında öyle olmamalı "Adnan'ı ve beslediğin piçleri de al git" olmalı.
Galatasaray Kulübü Başkanı'nın, devlet bakanına verdiği güvenceye bak sen. Kale arkasında bilmem kim varmış. O kale direkleri götüne girsin, piçlerinle birlikte.
Dün maça gittim, elinde koçanlarla dolanan birtakım yavşaklar vardı. Lafa gelince "Yeni statta karaborsa bitecek" nameleri ile inliyordu her yer ama karaborsa bitmez. Çünkü Adnan Polat var ve onun beslediği piçler var.
Bu arada aslında ayrı bir yazı konusu ama stadı hiç mi hiç beğenmedim. Gitmeden "Benim evim olamaz" diyordum, gittikten sonra bu fikrim daha da güçlendi. Dediğim gibi gün içinde yazmaya çalışacağım, dünkü maçı ve statla ilgili görüşlerimi.
23 Ocak 2011
22 Ocak 2011
Herkese teşekkürler....
Yarın akşam konuşuruz, olan biteni. Fena bir boyun ağrısı, berbat bir başağrısı ve beraberinde hafif bir dişağrısı ile boğuşuyorum.
Şu fotoğraf çok şey anlatıyor. Birbirine yem edilmeye çalışılan, toplumun sıcak gündemini gözden kaçırmak için yumurta tokuşturur gibi insanları birbirine kırdıran, anlayışın yüzüne tokat gibi çarpan bir kare.
Şu olay sportif yönü dışında bir şeyi iyi gösterdi; toplumun büyük bir kısmı ülkede olan bitenden rahatsız. Türkiye'de bir kesim alabildiğine zenginleşirken, halk kitleleri açlık ve yoksullukla boğuşuyor.
Her şeyi bir stat ve sonrasında yaşananlara bağlayamayız. Ne Tayyip Erdoğan o statlarda koltukları dolduran, gırtlağı patlarcasına bağıran insanları, onların evinde neler yaşandığını anlayabilir ne de yardakçılığına soyunan Adnan Polat bilebilir.
Cicili-bicili statlar yaparak, insanların takım sevgisini paraya çevirmeye çalışanlar şunu iyi bilsin. Futbl ezilen halkların mutluluğudur. Ve bu mutluluğu elimizden almaya kimsenin gücü yetmeyecek.
Biz statlarda sushi yemek değil, köfte ekmeğimizi hiç tanımadığımız bir renktaşımızla paylaşmaktan mutluluk duyuyoruz.
Onbinlerce dolarlık kombinelerle doldurulmuş statlar değil, imece usülüyle bir dostumuza aldığımız biletlerle doldurulmuş statlarda olmaktan mutlu oluyoruz.
Faşizmin pompalandığı, cemaat şirketlerinin cirit attığı, zenginlerin oyuncağı haline getirilmiş bir oyun yerine, iki taşı üst üste koyup kale yaptığımız, plastik bir topun peşinde bütün günümüzü geçirdiğimiz oyunu tercih ediyoruz.
Birbirimizi tanısak da, tanımasak da Fenerbahçelisi, Galatasaraylısı, Beşiktaşlısı, Göztepelisi, Dersimsporlusu, Adanademirsporlusu, Karşıyakalısı v.s. v.s. aynı acıları yaşıyoruz, aynı sıkıntıları paylaşıyoruz.
300 kişilik sızıntılar, daha büyük kitleler halini, parayla satın alınmış taraftar grupları, renk sevdalıları halini alınca, hepimiz bu oyundan daha büyük zevk alacağız.