17 Şubat 2011

Adı konulmamış sonu olmayan hikâyeler


Kendimi kaybetmiş gibi dolanıyordum, evin içinde. Adımlarımı, hapishane avulusunda atılan voltalara benzetmeye çalışıyordum, bilinçsizce. Çok uzun zaman olmuştu, böylesi histeri krizine girmeyeli. Oysa ne çok zamanlar yaşamıştım, birbiri ardını kovalayan, hiç bitmeyecek gibi hissettiğim ve bitmesi için artık inanmadığım Tanrı’ya yalvardığım zamanlar.

Adımlarımın yönü beni mutfağa götürdü. Elimi uzatıp buzdolabının kapısını açtığımda, sudaki yansımamı görür gibi oldum. Kurumuş birkaç peynir parçası, ne zaman koyduğumu unuttuğum, üstelik içindekiler hakkında hiçbir fikrimin olmadığı iki kese kâğıdı ile 4 tane yumurta ve içki şişeleri.

Buzdolabının kapağını açtığımda fark etmemiştim ama çıplak vücuduma çarpan serinlik, bu kış soğuğunda içimi ürpertmeye yetmişti. Şişelere daldı gözlerim. Kendimi hayvan pazarında, kurbanlık koyun beğenen insanlara benzettim. Beynim en dolu şişeyi almamı emredince, vokta şişesine doğru yöneldim ve sıkıca kavradım. Dolabın kapağını kapadıktan sonra elimdeki şişeyle birlikte kendimi yatağa fırlattım. Beynim daha içmeden kendinden geçmişcesine başına buyruk davranmaya başlamıştı. Neredeyse üç-beş saniye içinde düşünmemem ne kadar şey varsa, hepsi ardı sıra dizilip, beni huzursuz etmeye başladı bile.

İlk aklıma gelen Yağmur oldu, sanki aklımdan çıkıyormuş gibi. Üniversite günlerimizden bir kare belirdi o an. İstanbul niversitesi’nin ana kapısından, bana doğru yürümeye başladığı o sahne. Yürürken sanki etrafımızda ben ve o dışında herkes donuyordu, boktan romantik film sahnelerindeki gibi.

Gülümseyerek yanıma gelip, "Günaydın. Bugün nasıl oldu, bunalım beyimiz? Dün akşam bıraktığım gibi mi? Yoksa benden aldığı öpücükle gülümseyen gözlerle giden, benim en sevdiğim adam gibi mi?" deyişi aklıma geliverdi. İster istemez yeniden gülümsemiştim. Beni bu dünyada içtenlikle gülümsetebilen tek insandı o. En kötü günlerimde bile, yemyeşil gözlerinin içine sığınırdım bu yüzden. "Yok, bugün ikisinin arasında kaldım. Günün bundan sonrası için kesin bir şey söyleyemiyorum" demiştim.

Nedendir bilinmez, her aklıma düştüğünde birlikte geçirdiğimiz o son günün başlangıcını hatırlıyorum tekrar tekrar. Öylesine beynime kazınmış ki, neredeyse her gün bu diyaloğun farklı yorumlarını ve farklı biten sonlarını kurguluyorum.

Neredeyse şişeyi gırtlağım delinene kadar diktim. Dudağımın kenarlarından süzülen alkol damlacıkları sakallarıma kadar yol aldı. Aynı şeyi yeniden yaptım.
Başımı havaya kaldırıp, gırtlağımı bir huniymişcesine kullanmaya çalıştım.

Komodinin üstünde duran, daha açılmamış sigara paketini aceleyle açtım. Ağzıma götürdüğüm sigarayı, Yağmur’un hediye ettiği çakmakla yaktım. Zorla aldırmıştım, pişkinlik yapıp. Derin derin içime çektim dumanı. Ancak üflediğimde anladım, ciğerlerime ne de çok duman çektiğimi.

Hep kızardı, "Çok sigara içiyorsun Barış. Bak cidden bir gün bunun için fena halde kapışacağız. Ne yanımda ne de benden ayrıyken, bu kadar çok sigara içmeni istemiyorum. Eylem’in minicik yaşlarda babasız büyümesini istiyorsun, buyur iç!" diye, tehditle karışık, içime korku salan serzenişlerde bulunurdu. "Peki" derdim ama hiçbir zaman da engel olamadım.

Sigaranın bittiğini yeni fark ettim, uç uca ekleyip bir tane daha yaktım. Anneannem içerdi böyle. Sadece ilk sigarasında kibrit kullanırdı.

Saat kaç olmuştu kimbilir. Küçüklüğümden bu yana, duvar saatlerinin çıkarttığı o tik-tak tik-tak seslerinden rahatsız olduğum için yanı başımda, bakabileceğim bir saatim yoktu. Saate bakmak için bilgisayarın başına gitmem gerekiyordu. Yerimden doğrulduğumda fark ettim, ne denli yorgun bir vücut taşıdığımı.

Çok zaman, beynimin beni yormasından anlamıyorum ama boynumun ve belimin beni ufak ufak uyardığını hissettim. Yatak odasının tam karşısındaki odada duran bilgisayara doğru yöneldim. Birkaç adımda kendimi bilgisayarın başında buldum. Saat 03.36’yı gösteriyordu.
Oturdum, koltuğa. Sanırım saate bakmak bahanem olmuştu, Yağmur’un fotoğraflarına bakmak için. Gözlerimi kapatıp, yüzlerce fotoğraf içinden birine tık’ladım. Bebek’te birlikte balık tutmaya gittiğimiz o güne aitti. Kafasında kenarları çiçekli şapkası, üstünde bir sokak satıcısından ikimize farklı renklerde aldığım lacivert yağmurluğu ve boyunca olta ile gülümsüyordu. O güne dair hatırladığım en belirgin şey, otobüsle Bebek’e giderken, "Çok soğuk Barış. Sarıl bana" demesiydi. Sımsıkı sarılmıştım, kimseye aldırış etmeden. Bebek’e gidene kadar da bırakmamıştım, üşümesin diye. Nasıl da severdi balığı. Bir kez bile çatal-bıçak kullandığını görmemiştim. İki parmağının arasına aldığı balık parçalarını yerken, gözlerini benden ayırmazdı. Sıcacık, insanın içini ısıtan gülümsemesiyle bakardı.

Yine gözlerimi kapattım ve bir fotoğrafa daha bastım. 1 Mayıs'a gittiğimiz günde, kime çektiğirdiğini bilmediğimiz yumruklarımız havada poz vermişiz. Ben her zamanki gibi suratımı asmışım, Yağmur da, her zamanki gibi gülümsemiş.

Okuldan çıkıp, yaklaşık 70 kişi gitmiştik. Cengiz, Pelin, Rüya, Altay... Aramızda, disiplini kimsenin bozmaması için konuşmuştuk. Sululuk yoktu, büyük ciddiyet içinde alanda yerimizi alacaktık. Birlikte saatlerce tartıştığımız, zaman zaman kavga ettiğimiz arkadaşlarımız. Otobüse doluşmuş, Okmeydanı’nın yolunu tutmuştuk.

Fotoğraflara baktıkça kendimi daha kötü hissetmeye başladım. Külçe gibi ağırlaşan bedenimi kaldırdım, oturduğum koltuktan ve yatak odasına geçtim. Votka şişesini yerde bırakmışım, fark etmesem hepsini yere boca edecektim. Şişeyi bir kez daha diktim, midem bulandı. Kendimi yatağa bıraktım, gözlerimi tavana dikip, öylece kaldım…

Telefonun alarmı çaldığında saat 07.22’yi gösteriyordu. Üstüme bir şeyler geçirmek için yatağın tam karşısında duran dolabı açtım. Elime ilk geçirdiğim gömleğin düğmelerini iliklemeye başladım, bir yandan aynada kendime bakıyordum. Yorgunluğum yüzüme vurmuştu. Ölene dek taşıyacağım çizgiler, yer etmeye başlamıştı. Kapının ardında asılı olan pantolonlardan birini, telaşla giyiverdim.

Dişlerimi fırçalamak için banyoya gittim. Kesif bir küf kokusu yayılmıştı banyonun içine. Yine üst kattakilerin banyosu akıyor olmalıydı. "Kaçıncı kez hatırlatmam gerekir" diye söylendim, kendi kendime. Daha sabah olmasına karşın, işin bitiş saatini düşünmeye başlamam, içimdeki sıkıntıyı artırdı.

Arabanın kapısını açarken, boylu boyunca uzanan derin çiziği gördüm. "Orospu çocukları, bu kaçıncı kez oldu kimbilir." Anahtarı çevirdim, bıyıkları sigaradan sararmış, her nefesindi hırıltı çıkartan, yaşlı ihtiyarlar gibi bir ses geldi.
Neyse ki, bu sabah kıçımın dibine park edilmemişti ya da benden erken davranıp, çoktan gitmişlerdi. Radyoyu açtım, gazete sayfalarından haberleri okuyordu, iğrenç sesli bir genç. Başka bir dil konuşuyor gibiydi, kelimelerin bazılarını seçmekte zorlandım. Hiç katlanabilecek durumda değildim, düğmeye bastım, bir daha, bir daha. Hah işte oldu.

Akustik gitarın sesi, ruhumu tam okşarken, korna sesiyle irkildim. Yeşil ışık yanmış bile. Arkamda sıralanmış arabaların içindeki insanlar, sadece kornayla yetinmeyip, aynı zamanda da küfür ediyorlardı. Dikiz aynasından baktığımda, birkaç kişinin küfredebildiğini seziyordum. Saate baktım 8’e geliyordu. Radyoda çalan şarkının sözlerine kulak kabarttım; "Mevsimlerin en sıcağında, susuzluğa kanarım. Yitip giden insanlara, dostlarıma ağlarım. Yanlış zamanlara, sensizliğe ağlarım." Gözümden bir damla yaş süzüldü. "Of be Yağmur, ne vardı gidecek. Niye sen, niye bir başkası değil. Sensizliğe daha ne kadar katlanabilirim, bilmiyorum."

8 yorum:

csyasoo dedi ki...

Valla benim de aklıma geliyor birisiyle yaşadığım o 'toz pembe' diye adlandırılan günler,çoğunlukla da hiç beklenmeyen alakasız bir anda. Sokakta yürürken, evde otuturken vs vs.

Ve genellikle de yazıdaki gibi O'nun resimlerine bakmakla son buluyor.

Sabahattin Ali'nin Kürk Mantolu Madonna'sında güzel sözler var;

" kaybedilen en kıymetli eşyanın, servetin, her türlü dünya saadetinin acısı zamanla unutuluyor. yalnız kaçırılan fırsatlar asla akıldan çıkmıyor ve her hatırlayışta insanın içini sızlatıyor. bunun sebebi herhalde, "bu böyle olmayabilirdi !" düşüncesi, yoksa insan mukadder telakki ettiği şeyleri kabule her zaman hazır."

‎"bir kadının bize her şeyini verdiğini zannettiğimiz anda onun hakikatte bize hiçbir şey vermiş olmadığını görmek, bize en yakın olduğunu sandığımız sırada bizden, bütün mesafelerin ötesindeymiş kadar uzak bulunduğunu kabule mecbur olmak acı bir şey."

"nasıl oluyor da bir insan diğer bir insanı bu kadar mesut çok mesut edebiliyor?"

‎"bu akşam anladım ki, bir insan diğer bir insana bazen hayata bağlandığından çok daha kuvvetli bağlarla sarılabilirmiş."

Daha yazılacak çok cümle var kitaptan ama bunlar bile o 'aşk acısı' denen lanet şeyi çekenler için çok tanıdık cümleler.
Eski günleri kafanda tekrar tekrar yaşamak ise başlı başına bir bela. Düşünüyorsun o anları durmadan, ve bulmaya çalışıyorsun sorunun verdiği ilk sinyali...

İnsan olun biraz... dedi ki...

Bir çırpıda okudum.

kaptan dedi ki...

yazma a.g. boyle devrim yaz aci yaz olum yaz bize sevdayazma....

Yakup Sabri İNANKUR dedi ki...

Böyle bir durumda, anda, vakitte öğrendim sessiz çığlık atmayı ve içeri ağlamayı...

Ozan dedi ki...

ne desem bilemedim valla ellerine sağlık ozan abi...

Adsız dedi ki...

Hayda...

ozdmroz dedi ki...

@ kaptan

Zaten sevdalar değil midir insanları devrimci yapan?

Burak Karsu dedi ki...

Geçen beğenmediğimiz dizilerden bir tanesinde söyledi kadın:
" Ahmet, devrim sevgisiz olmaz. Aşksız olmaz." Ozan arkadaş, devam et, eline sağlık.