11 Ocak 2011
Hırsız Bulgar, Orospu Rus, Çingene Romanyalı...
Adsız bir arkadaş, yorum bölümüne gönderince okudum şu postu. http://antoniobenerrivo.blogspot.com/2011/01/karabuk-uyuma-emenikeye-sahip-ck.html
Bunu yazan yeni yetme genç adam olsa, tepki vermezdim, üstünde tartışmaya da girmezdim. Ama bir gazeteci olunca, insan yazmadan duramıyor.
Ben önce Bener'e "Türkiye'ye hoşgeldin" diyorum. Türkiye'de ırkçılığın olduğunun ayırdına vardığı için. Böyle bir gerçekle yüzleşmek zor mudur, kolay mıdır kendisi açısından bilmiyorum ancak Türkiye'de ciddi bir ırkçılık olduğunu görmek çok da zor olmasa gerek.
Hadi diyelim ki, Emenike özelinde hadisenin namusunu kurtardık. Peki Beyoğlu'nda, Laleli'de, Galata'da, Hacı Ahmet'te, Kasımpaşa'da arkasından "Lan zenci piçine bak" diye seslendikleri onlarca Afrikalı konusunda ne yapacağız?
Genelde bizde sistem böyle işler. Aslında olan biten her şey göz önündedir ama bizim tatlı, pembe kılıflarımız vardır. İnsanlarla, taşak geçerek aşağılamayı "eğlence" şeklinde adlandırırız.
Yoksa bizim gibi seven var mıdır zencileri? Avrupa'da dışlanırlar ama burada hiç mi hiç!
Bu ülkeye gelen neredeyse her Afrikalıya maymun muamelesi yapmıyor muyuz lan? Birçok ülkede bunun karşılığı ırkçılıktır. Bizim için eğlenceden ibaret şeyin karşılığı, ırkçılık yani...
2003 yılında Türkiye'ye gelen (ve getirilen) 3 Afrikalı ile röportaj yapmıştım, Hacı Ahmet'te bir toprak top sahasında. Ganalı Moses Sakyi, Nijeryalı Frank Tagbo ve Rachid Adeba ile.
Adamlarla röportaj yapabilmek için tam 5 gün boyunca onlara, kendimi inandırmaya ve Türkiye'de her gazetecinin aynı olmadığını anlatmak için. Neyse en nihayetinde ne bok olduğumu anladılar ve konuştuk. Futbol dışında konuştuğum konuda hepsinin ortak noktası, kendilerinin ısrarlı bir biçimde uyuşturucu satıcısı olduğuydu. Gazeteciler, polisler, konu komşu yani sizin anlayacağınız herkes, derilerinin renginden ötürü, profesyonel futbolculuk yapmaya çalışan bu adamların uyuşturucu sattığından şüphe ediyor. İkinci ortak noktaları ise, kendilerine her yerde 'Arap' denmesi.
Bu ülkenin saçma sapan ve anlamsız kültüründe vardır, her siyah renkli insana 'Arap' demek.
Bener, yazısının sonunu, "Spor yazarlarına not: Siz de sessiz kalmayın ve köşenizde bir cümle de olsa Emenike’ye destek verin." diye bağlamış.
Ben saflık olarak değerlendireceğim. Çünkü bu ülkede Lucescu'ya, Hagi'ye 'çingene' denirken, Skibbe'ye, Werner Lorant'a ve bilimum Alman'a 'köylü' sıfatını yapıştıran medyadaki 'arkadaşlar' değil midir? Aynı arkadaşlar, ırkçılığın daniskasını yaparken, nasıl olur da Emenike'ye destek verebilir ki?
Bu iş böyle "Haydi sessiz kalmayalım" tadındaki çağrılarla olmaz. Daha bu ülke Festus Okey'in hesabını veremedi.
Hayır, benim şaşırdığım şey, bu olaya gösterilen tepki. İş futbol olunca mı ayağa kalkacağız.
Bu ülkede ırkçılık hep vardı. Zaten o yüzden Ruslar 'orospu', Romanyalılar 'çingene', Bulgarlar 'hırsız', Yunanistanlılar 'düşman', Fransızlar 'küstah', Afrikalılar 'Arap, zenci, uyuşturucu satıcısı' diyen, başka bir toplumun insanları mı?
"Türkler ırkçı değildir" söylemi, bu ülkedeki en süslü yalanlardan biridir. Siz kalkıp bunları görmezden gelir, Emenike'ye yapılan terbiyesizliğe tepki vermeye kalkarsak, yine aynı şeyi yapmış oluruz. Elimizdeki o mal aygıtla sivrisinek kovalarız ancak.
Bir akıllı insan da, fotoğrafın tamamını okumaya uğraşsın.
Türkiye'de ırkçılık tarih kitaplarını okumamızla başlıyor. Bunu görmek ne kadar zor olabilir ki?
Tüm bu yazılanların, Bener'e bir eleştiri olduğu düşünülmesin. Öyle bir amacım yok ama medyanın göbeğinde olup, sanki hiçbir şeyden haberi yokmuş gibi konuşması da biraz saçma gelmedi değil.
Varsın onlar şiire-türküye ağlasın
Hepsi birbirinden duygusal insanlar. Şiir dinlediler mi, koyverip gidiyorlar kendilerini. Bazen Başbakan konuşuyor vekilleri ağlıyor, bazen de bir tiyatro oyunu onları böylesine ağlatıyor.
Bazen, ayrı ülkelerde yaşadığımızı düşünüyorum bu insanlarla. Arada gecekonduya girdikleri oluyor. İlk aklıma gelen, o yoksulluğun kendi zenginlikleriyle doğru orantıda olduğunun akıllarına düşüp düşmediği oluyor.
Acaba halkın anası ağlarken, şiire-türküye-şarkıya ağlayan devlet büyükleri ve onların çok sevgili yakınları ağlayabiliyor mu?
Evine ekmek götüremeyen bir garibanın kendisini sokak direğine asması, bankadan aldığı krediyi ödeyemeyen işadamının kafasına kurşun sıkması, mali durumu bozulan eşinden ayrılan kadının kendisini pazarlaması, işsiz kalan memurun kalorifer borusuna kendini asması, işsiz kalan işçinin çaresizlikten fare zehiri içmesi, ataması çıkmayan öğretmen adayının bileklerini kesmesi, 4 çocuğuna bakan gündelikçi kadının tüpgazı bırakması v.s. v.s.
Bunlara ne zaman ağlayacaklar? Ya da gelinen noktanın, kendilerinden kaynaklandığını görüp ağlayacaklar mı?
Hepsi ne duygusal insanlar. Ayrıca ağlıyorlar da, bizim gibi insanlar onlar, etten ve kemikten.
Bizi onlardan, onları bizden ayıransa et ve kemik dışındakiler. Biz bu halka, bu halkın yoksullaştırılmasına, o yoksul halkın çocuklarının sokaklarda tekmelerle bebeklerinin düşürülmesine, söylenen yalanlara gözyaşı dökmeden yumruğumuzu sıkarak direnmeye çabalarken, varsın onlar şiirlere-türkülere ağlasın.
Bizi onlardan, onları bizden ayıran insanlıktan başka şey değildir.
ONUR DA AĞLAR
Gözlerinin pınarında
Bir bulut,
Boşandı boşanacak
Nerdeyse.
Aklımdan geçenleri
Okuyorsun su gibi.
Dünya gördü
Bizi boğazladılar...
Tutma gözyaşlarını
Onur da ağlar...
Bırak yıkansın gökyüzü,
Lacivert, yeşil, altın
Işıkları günbatımın.
İşte şafaktayız gene
Çırılçıplak
Ve mavi.
İşte sanki dağ yeli
Ve işte sanki meltem...
Kimse toz konduramaz
Kesip attığımız tırnağa bile.
Sen en güzel kızısın
Bütün galaksilerin
Bense tözüyüm artık
Akkor tözüyüm
Prometheus'u yakan
Kara sevdanın...
Ne alnımızda bir ayıp
Ne koltuk altında
Saklı haçımız
Biz bu halkı sevdik
Ve bu ülkeyi.
İşte bağışlanmaz
Korkunç suçumuz.
Ahmed Arif
Onursuzluğun, asalaklığın ve aptallığın kök saldığı coğrafya
Hayatınızın son yıllarını aklınızdan geçirin. Şöyle bir düşünün, toplumsal yaşantıda neler olup bitti diye.
Sadece dünü anımsamak yeter. Mersin'deki Nevit Kodallı Güzel Sanatlar ve Spor Lisesi'nde, okul müdürünün kız öğrencileri tecrit kararları ile Tütün ve Alkol Piyasası Düzenleme Kurumu'nun yeni yönetmeliğini. Pek çok yerde alkol yasaklanıyor.
Aya İrini’de bir konserde, İKSV’nin müzik festivallerinde ya da İstanbul Modern’deki bir davette şarap servis edilmeyecek.
Yazın deniz kenarında, ormanda, seyir yerlerinde içki servisi yapılmayacak bu yeni düzenlemeyle. Alkollü içki üreticilerinin artık hiçbir organizasyon, festival, etkinlik vb. sponsor olamayacak.
Türkiye’nin 81 ilinden 62'sinde çeşitli kamu kuruluşlarında ve kamuya ait mekânlarda içki içme ve içki satma yasağı uygulanıyor.
İstanbul Büyük Şehir Belediyesi kiraya verdiği, içkili restoran olarak kullanılan mekanların kira sözleşmelerini iptal ediyor. Tayyip Erdoğan'ın İBB Başkanlığı döneminde başlattığı sosyal tesislerdeki içki yasağı İBB iştiraklerinden Beltur AŞ eliyle genişletiliyor.
İçki yasağı dışında, toplumsal muhalefetin her yükseldiği dönemde, sokak eylemleri polisin medyatik ismiyle 'orantısız şiddet' gerçek anlamda polis terörü ile son buluyor. Üniversite öğrencileri joplanıyor, biber gazı ve tazyikli sularla püskürtülüyor.
Yine hayatımızın son dönemlerinde; kasetler, komplolar, davalar hiç eksik kalmıyor. İsmi, cismi, kimliği belli olmayan birtakım kişilerin ihbarları ile toplumda itibarı bulunan insanlar cezaevlerine atılıyor, hukuk tersine işleyip, insanlar suçsuzluklarını kanıtlamaya çalışıyor.
Anadolu'da halka "Bize oy vermezseniz, hizmet alamazsınız" denilerek, siyasi şantaj uygulanıyor.
Yıllarca senenin verdiği intikam duygusu ile, Başbakan aleyhinde tazminat mahkumiyeti kararı veren hakimler yargılanıyor, fişlemeler hiç olmadığı kadar yaygınlaşıyor, okullarda 'ajan müdür yardımcıları' türüyor, yolsuzluk iddialarının her biri bakanlıklarda dosya dosya çürümeye terk ediliyor.
Tüm bu olan biten her şeyi izliyoruz. Sesimizi soluğumuzu çıkartmadan her şeyi izliyoruz. Her bir yılı devirdiğimizde arkamıza dönüp baktığımızda toplumsal ve siyasi yaşantıda pek çok şeyin değiştiğini görüyoruz.
5-10 yıl sonra şu cümle birçoğumuzun ağzından dökülüverecek, "Hayatımızda her şey değişti ve aslında hepsi gözümüzün önünde olup bitti. Hiçbirine de tepki bile gösteremedik."
İran'dan kaçan hemen tüm devrimci-demokratın ortak kanısı şuydu: "Alıştıra alıştıra geldiler. Bir taviz kopardılar mı aldıkları taviz sanki yıllardır uygulamadaymış gibi doğal karşıladılar, hemen yeni taviz peşine düştüler. Kısa süre sonra itiraz etmeyi unutan insanlar haline geldik."
Ağır ağır, sindire sindire Türkiye'de sistem değişiyor. Molla rejimi, Yeşil Kuşak Projesi, Ilımlı İslam ya da ismi her neyse. Ama bu ülkede sosyal yaşantımız ciddi bir tehdit altına girmiştir.
Keçiören modeli, Türkiye'de bazı şeylerin görülmesi için güzel bir örnek. Önce MHP ardından Akp'ye (benim adıma aralarında siyasi olarak hiçbir fark yoktur) geçen Turgut Altınok'un başkanlığını yaptığı ilçede bugün artık tek bir içkili restoran bile yok. Dayak ve korku timleri parklarda el ele tutuşanları dövdüler, büfelere saldırdılar. Sonuç; değişimin her yerde yapılabileceğinin göstergesi.
Değişiyoruz, değişirken de, geride bıraktığımız hayatımızda neler olup bittiğini görmüyoruz.
Elimizde şu aptal aletlerle sivrisineklerle mücadele ediyoruz. Bu sivrisinek kimi zaman bir dizi, kimi zaman bir üniversitedeki porno tartışması, kimi zaman bir sinema filmi ya da türban oluyor.
Oysa o sivrisineklerin havalandıkları, gözümüzün önündeki bataklığa, kafamızı çevirip bakamıyoruz bile.
Bu kadar mı onursuz, asalak ve aptal bir toplum olduk?
Bize öğretilen bireysel kurtuluş masallarının günlük hayatta karşılığının olmadığını görebilmek için, kapitalizmin yaratıcılarının bile artık farklı modeller peşinde olduğunu anlamak için, paranın; onur, gurur, haysiyet gibi değerlerle yan yana getirilemeyeceğini fark etmek için, bir ülkenin bağımsızlığının o ülkenin okullarında, resmi kurumlarındaki bir bez parçasından ibaret olmadığını görmek için ancak ve ancak Türk olmak gerekiyor sanırım.