31 Ocak 2011
10 soru 10 blogla haftanın değerlendirmesi
Geçen hafta 8'de kaldık, bu hafta 9'a yükseldik, umut ediyorum ki 10'u bulacağız, bir sonraki haftaya. Herkese tekrardan çok teşekkürler. Lafı eveleyip gevelemeden direkt başlıyorum....
Beşiktaş kimilerine göre rüya kadro kurdu. Daha ikinci lig maçında kamyonun devrilmesini neye bağlıyorsun?
Jesusalmeyda: Beşiktaş gerek orta saha göbeği gerekse de ofans opsiyonları itibariyle cidden hem kaliteli hem alternatifli bir kadro kurdu ama 2 büyük sorun vardı maç öncesi bu sezona dair.
Birincisi Beşiktaş'ın ön tarafı ile arka tarafı arasında hem kalite hem zeka farkının ayyuka çıkmasıdır. GS'ın rezil olarak sıfatlandırabileceğimiz geri 4'lüsü pek çok açıdan BJK'dan üstün ise durumun vehameti daha kolay anlaşılır.
Öteki sıkıntıları ise kadroyu devre arasında iyice güçlendirseler de kamuoyunun kadro üzerinde yarattığı baskıydı. Bursa ve FB'nin kötü oyunları ve TS'un her an bozguna uğramaya müsait kaotik iç yapısı ilk bakışta rakiplerinden kopmuş gözüken BJK için umut gibi gözüktü ama yeni bir kadro için böylesi bir baskı pek sağlıklı sonuç vermez.
Avcı şayet Ali ve İskender'i devre arası oyuna alsaydı muhtemelen çok daha farklı bir skor ve Schuster eleştirilerinin sesinin yükseldiğini duyacaktık.
Sence Türkiye'de futbolda "3 Büyükler" olgusu sona erdi mi ya da eriyor mu? Son iki yıldır futbolda değişen ne oldu da, görüntü değişmeye başladı?
Erenloğoğlu: Üç büyükler kavramını farklı yönlerden incelememiz gerekiyor aslında. Bunlar arasında en belirgin olanlar, ekonomik güç ve başarı kıstası şeklinde değerlendirilebilir.
Bu temel unsurların etkisiyle şekillenen taraftar ve sempatizan desteğini de göz ardı edemeyiz. Saltanat kültürünün işlediği bir toplumda, babadan oğula veya çevrede örnek alınan kişiden, sevdiğin bir arkadaşından geçen bir takım tutma algısının da bunda payı var. "Looking for Eric" filminin pub sahnesinde;
"Eşinden ayrılabilirsin, siyasi görüşlerini değiştirebilirsin, dininden vazgeçebilirsin ama asla tuttuğun takımı değiştiremezsin" der, bizde de geçerlidir bu durum. Kısa vadede, bu destek gücünü kaybetme zorluğundan dolayı üç büyükler olgusunun sona ereceğini zannetmiyorum.
İlerde bir gün, Adana'da bulunan insanlar, oluşan şartlar sonucu, yalnızca şehrinin takımlarını tutmaya başlarlarsa ve bu etkileşim pek çok farklı şehirde meydana gelirse, üç büyüklerin İstanbul takımları olarak kalma riski bulunmaktadır. Ancak üç büyükler de, küresel ortama uyum sağlama yoluyla ayakta kalmaya çalışacaklardır, Manchester United ve Real Madrid'in Uzak Doğu'da popüler olması gibi.
Üç büyüklerin yanlış -saha içi ve dışı- tercihleri, iktidara yakın görüşün hakim olduğu şehirlerde Anadolu sermayesinin güçlenmesi -Bursa, Kayseri vs.- sonucuna varılabilir değişten tablo için.
Üç büyükler gerilerken, Anadolu takımları yukarıya sürekli yaklaşıp, makası kapatmayı başardı. Salt teknik taktik sebeplere indirgememek gerekir bu aşamayı. Bakkaldan köse bir top alıp yola taş koyarak, ardından koşturulan çocukluk günlerine dönüldüğünde, bilmiyor ve anlamıyorduk futbolun ezilenleri mutlu eden en güzel oyun olduğunu.
İşte şimdi daha iyi görüyoruz. Futbol, egemenlerin ekonomik ve sosyal entegrasyonu sağlamak için kullandıkları bir saha ve Anadolu'dan şampiyon çıkmasının, bazı şehirlerin yükselmesinin bu döneme rastlaması asla rastlantı değil.
Fenerbahçe taraftarı çok fazla ümitvar değildi ligden. İki haftada alınan sonuçlarla tablo yavaş yavaş değişmeye başladı. Fenerbahçe'deki değişim ne oldu da, zirvenin ortağı oldu?
Tribünsel Sevda: Aslında geçen haftaki maçtan sonra pek bir değişim olduğundan söz edemezdik. Ne kadar galip gelsekte sahadaki futbol yine taraftara ümit vermiyordu. Fakat Trabzon maçında sergilenen oyun çok farklıydı.
Bu sezonun en iyi mücadelesini gösterdiler. Ortaya koyulan futbol, Trabzon maçına mı özeldi yoksa gerçekten futbolcular söyledikleri gibi kenetlendiler mi ilerleyen haftalarda göreceğiz.
Böyle maçlardan sonra kesin konuşmamamız gerektiğini ilk yarıdaki F.Bahçe-G.Saray maçını düşündüğümüzde anlayabiliriz. G.Saray, F.Bahçe maçında kaybedecek birşeyi olmayan takımdı ve saldırdı.
Bugün F.Bahçe'nin de kaybedecek birşeyi kalmamıştı, saldırdı ve istediğini aldıktan sonra çekildi. F.Bahçe'nin gerçekten zirveye ortak olduğunu söyleyebilmemiz için bu mücadeleyi kalan maçlarada yayması gerekiyor.
Ankaragücü beraberliği, Beşiktaş yenilgisi ve bugün de Fenerbahçe mağlubiyeti. Aykut Kocaman ve Şenol Güneş üstünden haftalardan bu yana ciddi bir gerilim yaratıldı. Gerilim savaşını Trabzonspor mu kaybetti yoksa Fenerbahçe mi kazandı?
Ceza sahası: Bir kere bu sorunun cevabı için Bünyamin Gezer'in maç içindeki hareketlerine, Fenerbahçeli futbolculara karşı gösterdiği tavırla Trabzonsporlu futbolculara gösterdiği tavır arasındaki farka bakmak gerekiyor. İlk 20 dakika boyunca Fenerbahçe'nin her istediğini verdi.
İkinci gol öncesinde, Emre'nin Jaja'ya yaptığı kartlık faulü garip bir avantaj anlayışıyla es geçti mesela. Bu açıdan bakınca bile gerginliğin Trabzonspor'a değil Fenerbahçe'ye yaradığını görüyoruz.
Trabzonspor'un alacağı 1 puan Fenerbahçe'nin umutlarını söndürmeye yetecekti. Fakat sahaya çıkan kadroya baktığımızda gerilimin yine Fenerbahçe'ye yaradığını görüyoruz.
Trabzonspor'un sahaya sürdüğü kadronun anlamı şudur: Bu maçı kazanmak zorundayız. Buna karşın Fenerbahçe 3'lü orta saha ile oynamayı tercih etti, hem de kendi evinde. Tuzağa düşen Trabzonspor, geri düşeceğini hiç hesaplamamış, bütün planları galibiyet üzerine kurmuş.
Bütün hücum opsiyonları sahada. Yedek kulübesinde golcü diyebileceğimiz tek oyuncu yok. Elinizdeki forvetlerin yokları oynayabileceğini hiç hesaba katmıyorsanız, başınıza gelene şanssızlık diyemezsiniz.
Eğer bu polemiğe girmek yerine faydacı davranılsaydı, mesela önce susulsa ve bu karşılaşmada manasız bir şekilde galibiyet kovalanacağına öncelik 1 puana verilseydi her şey çok farklı olabilirdi. Aykut Kocaman'ı ve öğrencilerini tebrik ediyorum.
Ha bir de Bünyamin Gezer'i.
Elano, Galatasaray ve Santos performansları birbirinin tam zıttı. Aradaki değişiklik sadece Brezilya ve Türkiye ligleri arasındaki farktan mı kaynaklanıyor?
Evrensel Blok-Kieran: Elano'nun Galatasaray'da başarısız olduğu hükmünde bulunabilmek güç. Bir kere, başarısızlığına göndermede bulunan ne kadar argüman ileri sürebiliyorsak, en azından onun iki katı kadar kanıtı da -Galatasaray döneminde gözle görülür bir veri olmasa dahi- başardıkları hakkında sunabiliriz.
İlk akla gelenleri bir çırpıda sayarsak; Elano, Galatasaray'da oynadığı dönemlerde istisnasız olarak Brezilya milli takımının formasını giyiyordu(çoğunlukla ilk 11) ve sayısız yıldızın bulunduğu aynı kadroda duran topların başına hep o geçiyordu (kornerlerde her zaman, serbest vuruşlarda çoğunlukla).
Aynı şekilde, M.City'de de penaltıların ve diğer duran topların, sahada olduğu müddetçe Elano tarafından kullanıldığını biliyoruz.
Yani, Elano'nun yeteneğini tartışmak pek anlamlı bir jimnastik olmayacaktır. Öte yandan, "yetenekli olabilir ama Galatasaray'a faydası dokunmadığı kesin" çıkarımı da hala bir yanıyla eksiktir. Çünkü yukarıda saydığımız özellikleri dışında, oyun içinde de aktif bir rol alamadı Elano Türkiye'de iken. Dolayısıyla, Elano'yu bugün en iyi, "yetenekliydi, Galatasaray'a çok şey katabilirdi ama tüm bunları gösterebilmesi için ona ne yeteri kadar destek ne de -saha içinde- rol verildi" türünden bir yaklaşım ile değerlendirebiliriz. Zira, mesele saha içinde rol almak ise Ayhan'dan Sabri'ye yerli futbolcuların hevesli tavırlarından "milyonluk yabancılara" sıra gelmediğini bundan önce de onlarca kez gözlemledik.
Sonuç olarak, kağıt üstünde de olsa, yerli kalitesinin yabancı kalitesinden kat be kat altlarda olduğu, geçen sezonun Galatasaray'ında, tüm bu seviye farkına rağmen, yerli futbolcuların bir takım hassasiyetlerinin veya komplekslerinin Elano'nun takım içinde benimsenmesini ve duran toplar başta olmak üzere, kritik zamanlarda insiyatif alabilmesini güçleştirdiğini görüyoruz.
Böyle bir süreç sonunda, kısa süre içinde takıma iyice yabancılaşan Elano da, kabul, "başarısız" olmuştur. Kendisine inanıldığı, sorumluluk almaya itildiği bir ortamda, Elano'nun etkisiz kalması akıl alır gibi değildir. Muhtemelen, Santos'ta kendisine böyle bir ortam yaratılmıştır (gollerinden sonra, takım arkadaşlarıyla yaşadığı sevince bakınca da bu fikrimin doğrulandığını hissediyorum). Aksi gibi, hemen herkesin herşeyi bildiği bir takımda (Galatasaray), Elano'dan "sınırlı" uzmanlık alanları ile vasata ulaşması dahi beklenemezdi. Öyle de oldu.
Ümit Özat'ın saldırıya uğraması ve ardından yere düşen taraftarı tekmelemesi. Daha 3 yıl önce Köln forması giyerken sahanın ortasında yığılıp kaldığı zaman tüm Türkiye onun için dua ediyordu. Şimdi gelinin noktada saldırıya uğruyor. Türkiye'de futbolun temel itici güçlerinden biri nefret midir yoksa bu ülke insanı mı nefret dolu?
Futbol muhalifi: Bundan birkaç sene önce Fenerbahçe-Denizlispor maçını evde annemle birlikte izliyorduk. Annem de klasik futbol izleyicisi bu arada: Ekranda tek kırmızı-beyaz forma olduğu halde “Hangisi Türkiye?” sorusunu da sormadan edemez. Maça dönecek olursak, hatırlarsanız Ümit Özat ve Giray Bulak arasında sert bir tartışma yaşanmıştı.
O anda anneme Ümit’in aslında çok efendi bir insan olduğunu söylüyordum; ama görüntüler beni yanıltmak için bir bir ekrana geliyordu. O an Ümit adına utanmış, içimden yeter, kes diye bağırıyordum. Dünkü maçta yaşanan olayları görünce hem o taraftar adına hem de Ümit adına yine ben utandım. Onlar fark etmiyor ama attıkları o yumruklar, tekmeler hep futbola atılıyor. Her gün birileri bu spordan sayelerinde uzaklaşıyor.
Bunları yazarken tek örnek bizim ligimizde var gibi bir durum anlaşılmasın. En son Barcelona-Real Madrid maçında Mourinho ile yaşadık. Hatta ülkemizde pek ilgi duyulmayan Rusya’da Spartak’ın hocası eski efsane Karpin ile Zenit’in ciddi anlamda psikolojik sorunları bulunan orta sahası Denisov arasında bu tür tartışmaları izledik. Elbet, birilerinin hoşuna gidiyor bu durum.
Yani bunlardan beslenen birileri mutlaka var. En basitinden medya için kaçırılmaz bir fırsat. Maç öncesi ve sonrasında insanları kışkırtmaları için güzel malzemeler ellerine geçiyor. Kısacası, kaçmaz bu fırsat!
Ümit konusuna gelecek olursak, bir Fenerbahçeli olarak kendi sporcumuza yöneltilen yumruklara alışığım. Birileri düğmeye basıyor ve olaylar gelişiyor. Zaten kendisinin yönetimden birileri ile tartışması vardı.
Bir de bunun üstüne son zamanlarda taraftarla arasındaki diyalog kötüleşince yaşanan olaylar şaşırtıcı değil. Şunu da belirtmek istiyorum; Ankaragücü gol attıktan sonra Ümit Özat’ın elindekilerini taraftarlarına gösterip fırlatması onun kişilik olarak (teknik direktör) fazla gelişmediğini gösteriyor. Kendisine, ailesine küfürler edilebilir; ama o da yangına körükle gidiyordu.
Bir diğer konu da günlük hayatın her alanında şiddete maruz kalıyoruz. Bu şiddet sokakta başlıyor, okula, iş yerine, eve ve stada kadar yayılıyor.
Şiddet üstüne bir sürü film izledim, kitap/makale okudum; ama tam olarak bir sonuç elde edemiyor insan. Bu yüzden de insanlarımızın nefretle çalışan bir makine olduğunu düşünmek istemiyorum.
Not: Sanırım Ümit Özat Köln’de antrenörlük kursu gibi bir şeye katılmıştı. Yılmaz Vural’ın da Köln geçmişi olduğu biliniyor. İkisinin bir diğer özelliği de kalp rahatsızlıkları. Konuyla alakalı olmasa da ilginç ortak noktaları var. Kalp rahatsızlığını iyi bilen birisi olarak umarım kimseyi bir daha öyle bilincini yitirmiş olarak yerde yatarken görmeyiz.
Rijkaard'a "67 maç tahammül eden" Adnan Polat, Hagi'ye kaç maç tahammül eder? Yakın ya da uzun vadede Hagi'den herhangi bir beklentin var mı?
Kayıpzamanınpeşinde: Eğer görüntü böyle olmaya devam ederse Hagi önümüzdeki sezonu tabii ki göremez. Bunun için müneccim olmaya gerek yok. Fakat an itibariyle Hagi’nin öne sürebileceği birkaç mazeret vardır tabii ki. Nedir bunlar? Öncelikle an itibariyle Baros, Arda, Kewell, Neill, Pino gibi takımın çehresini değiştirecek oyunculardan uzun zamandır mahrum kalmasıdır.
Bu beş oyuncu takımın omurgasını oluşturması ve sürekli bir arada oynaması gereken oyuncular. Takıma kalite katan isimler. Bu isimlerin olmadığı Galatasaray maalesef bir nevi Anadolu takımı hüviyetine bürünüyor.
Eğer salt Bursaspor maçına bakış atarsak, Hagi maalesef hata yapmıştır. Hagi – Tugay ikilisinin seçimi bu yönde olmuştur, onlara göre hata değildir belki ama, biraz mantıklı düşününce Bursaspor maçında sahaya sürülen kadronun Anadolu takımı hüviyetinden bir farkı yoktu. Kenarda durup farklılık yaratabilecek tek oyuncu Stancu’ydu.
Bursaspor gibi sert oynamayı bilen bir takım karşısında fizik olarak zayıf Emre Çolak’ı oynatıp, Stancu’yu yedek kulübesine mahkum etmek, “ben gol atma derdinde değilim arkadaş” tadındaydı. Emre Çolak yerine Stancu’yu tercih etmek, Kazım’ı kanada atıp Culio’yu sola koymak daha etkin bir hücum gücünü sağlardı.
Baros, Stancu, Arda, Kewell gibi oyuncuların yokluğunda santrfor bölgesini Kazım’a mahkum etmenin, son maçlarda hangi kısır döngülere yol açtığı açık seçik ortada. Bu oyun şablonu ve oyuncu seçimleriyle maalesef Galatasaray verimli hücum edemiyor. Hala bu şablon ve oyuncu seçimiyle diretmek, inatçı bir bakış açısı. Tutmayacak duaya amin demek gibi bir şey.
Ben Hagi’yi gerçek anlamıyla konuşabilmemiz için takımın önemli olan oyuncularının dönüşünü bekleme taraftarıyım. Hagi’nin asıl o zaman bir şeyler yapabileceğini ve takımın hücum varyasyonları üzerinde yetkinliğe kavuşabileceğini düşünüyorum. Kısa vadede bu oyuncuların dönüşüyle hücum konusunda sıkıntı yaşamayan, daha fazla pozisyona giren ve biraz daha fazla gol atan bir Galatasaray bekliyorum.
Uzun vadede ise Galatasaray kalitesine uygun olmayan oyuncuların gönderilip çok daha kaliteli oyuncularla ikame edilerek, eski bilindik Galatasaray oyun şablonuna evrilmenin beklentisi içindeyim. Hani, şu rakiplerini kendi sahasına kapatan, üst üste ataklarla rakibini bunaltan ve baskı kuran Galatasaray’ı bekliyoruz.
Eğer Hagi oyuncu seçimlerinde başarılı olursa, bazı konularda inatçılık yapmazsa başaramaması için bir neden yok. Ama elinde iyi hücum oyuncuları dururken onlardan verim elde edemezse, daha çok kontrol oyununa yönelip hücumu sonra düşünürse, önümüzdeki sezonu göreceğinden şüpheliyim.
Bursaspor maçındaki Stancu tercihi bile Hagi’nin öncelikle maçı kaybetmemek üzere motive olduğunu ortaya koyuyor. Ama benim bildiğim Galatasaray, öncelikle kaybetmemeyi değil, direkt kazanmayı hedefler. Hagi de bunun pekala farkında olmalıdır."
Portekizlilerin transferinden sonra Ernst'in yedek kalmasını nasıl değerlendiriyorsun?
Stalker: Ernst’in yedekliği konusunda yargıya varmak için erken olduğunu düşünüyorum. Sezonun ilk yarısında 28 maça çıkan bir oyuncudan bahsediyoruz zira. Nerede tıkanacak diye bekliyorum ama maşallahı var, ufak form düşüşleri haricinde sürekli üst düzey performans gösterdi. Kupadaki Manisaspor maçından sonra Schuster’in yaptığı açıklama aydınlatıcı:
“İlk yarıda kulübemizde gerekli değişikliği yapacak, oyunun şeklini değiştirecek isimler bulunmuyordu. Bugün Almeida'nın yerine Bobo, Guti'nin yerine de Ernst girdi. Bunlar önemli değişiklikler. Ernst'i yedek kulübesinde görme şansım var.”
Şampiyonlar Ligi hedefini kovalasak da, UEFA’da ilerlemek ve Türkiye Kupası’nı kazanmak daha makul hedefler olarak gözüküyor. Sonuçta Beşiktaş diğer takımlardan fazla maç oynayacak. Bu şartları göz önünde tutuyor hoca bana kalırsa. Ernst’in ne kadar değerli bir oyuncu olduğunun zaten farkında. Onu verimli kullanabilmek adına kadrodaki alternatifleri zorluyor.
Tabii bu noktada yabancı kontenjanı ve taktiksel tercihler de devreye giriyor. Aurelio üçlü orta sahada değil ama ikili düzende gerçekten olağanüstü işler yapıyor. Fernandes de potansiyel olarak eldeki sert orta saha oyuncularından daha ofansif bir yapıya sahip olduğundan, hocanın stratejisine daha uygun.
Uzadı, hemen bağlayayım. İBB mağlubiyetinden sonra Schuster muhtemelen Guti ve Aurelio’ya aşırı yük bindiren sistemden vazgeçecek. Ernst’e, planladığından daha uzun süreler vermek zorunda kalacak. Zaten kazanan bir takımın olmazsa olmazıdır Ernst. Dolayısıyla herkesin hayrına Saçsız Kral’ın oynaması.
Futbolda haftanın en önemli gündem maddesi neydi?
Çobansalata: Futbolda bu haftanın en önemli gündem maddesi muhakkak ki Ankaragücü-Manisaspor maçında Ankaragücü teknik direktörü Ümit Özat'a yapılan saldırı idi.
Tabii bana bu olayda doğrudan şu haklıdır şu haksızdır demekten çok olayın baştan aşağıya bir yanlışlar sinsilesinin son halkası olarak çıktığını kabul etmek daha mantıklı geliyor.
Cemal Aydın'dan sonra bir türlü yönetimsel bazda bir uzlaşının sağlanamaması, Ankara Belediye Başkanı'nın takım üzerinden elini çekmek istememesi aksine tek hükümdar olacak şekilde takımı bir oyuncak haline getirmesi, eski başkanların yeni yönetimi devamlı çomaklamaları, çoğu kişisel rant peşinde olan sözde taraftarların birilerinin avukatı ya da celladı kisvesine bürünmeleri, dün kavga ettikleri birini ya da birilerini işlerine gelince takımın menfaatini düşünmeksizin omuzlara almaları ve kafasının dikine gitmeyi seven, yönetilmekten hoşlanmayan bir teknik direktörün takım üzerinde tek etkili olma inadı sonucunda iş o saldırıya kadar geldi.
Başta da belirttiğim gibi, olay anında ne maçın Ankaragücü aleyhine devam ediyor olması, ne Özat'a edilen küfürler, ne Ümit edilen küfürlerden sonra Ankaragücü golü bulunca onun yaptığı iddia edilen tahrikvari hareket, ne de takımın ligdeki durumu ki onca hengameye rağmen iyi durumda olduğunu düşünüyorum bu olayın münferit ya da bir anlık sinirle olan bir olay olduğunu kanıtlamaz. Ümit Özat'ı ne parasızlık, ne yönetimsel dirayetsizlik ne de futbolcu olmaması yıldırabilirdi ancak can korkusu onu bu takımın başından ayırırdı.
Dün olmasaydı gelecek hafta olacaktı, ya da ondan sonra ki hafta. Ama bu olay olacaktı. Olay öncesi tahrikler de işin tetiklemesi oldu. Tabi ayrıca Özat'ın saldırı geçiştirildikten sonra saldırgana yaptıklarını ve daha sonra genel anlamda söylediklerini de tasvip etmek mümkün değil.
Malum psikopat çok bu memlekette. Onlardan biri Özat'ın bu hareketleri ve söylemlerinden kendine vazife çıkarıp onun canına bile kastedebilir. Olmaz olmaz demeyin. Dediğim gibi psikopat çok...
İki 'adam' arasındaki farklar
1- Şenol Güneş adamdır, adamın hasıdır. Konuşmayı bilmeyen, ağzından çıkanı kulağı duymayan Türk futbol ortamında söyledikleri ders gibidir. Çünkü öğretmendir.
Aykut Kocaman adam sanılır, adam taklidi yapar. Birlikte çalıştığı teknik direktörün kuyusunu kazıp, koltuğa kendi oturur.
2- Şenol Güneş rakibe saygı nedir bilir. Rakibini evinde yendiğinde sevinen futbolcularına "cenaze evinde düğün olmaz" diyecek olgunluğa sahiptir.
Aykut Kocaman, rakibe saygı nedir bilmez. Rakibinin elini sıkmaya bile gitmez, burnundan kıl aldırmaz.
3- Şenol Güneş'in dünya üçüncülüğü apoleti vardır. Türk Milli Takımı'nın tarihindeki en büyük başarının altında imzası vardır.
Aykut Kocaman'ın Türkiye sınırları dahilinde ve sınırları dışında tek bir başarısı bile yoktur. Gittiği her takımı yüzüstü bırakır.
4- Şenol Güneş bitik futbolcuları yeniden yeşertir. Sevgisiyle, bilgisiyle, görgüsüyle, sıfırdan başlamak isteyen yitik futbolcuların can simididir.
Aykut Kocaman'ın çalıştırdığı hiçbir takımda kendini aşabilen oyuncu yoktur. O kadrosundaki en iyi oyuncuyu bile küstürür, birlikte çalışamaz.
5- Şenol Güneş'in nefretle bakarken göremezsiniz;
Aykut Kocaman'ın gözlerindeki sevgisizliği her zaman görebilirsiniz.
6- Şenol Güneş kendi camiasının gelmiş geçmiş en büyük efsanelerinden biridir.
Aykut Kocaman, takımına şampiyonluğu getiren golü atsa da 'hizipçi' kimliğinden sıyrılıp, takımının efsanesi olmamıştır.
Aykut Kocaman'ın dünkü terbiyesizliğine dair bir şeyler yazmasam, insanlığımdan şüphe duyardım. Aralarında ne var bilmiyorum, açıkçası ilgilendirmiyor da ama haydi misafirliği geçtim, en azından kendisinden yaşça büyük Şenol Güneş'in yanına gidip elini sıkmaması, Aykut Kocaman hakkında yanılmadığımı gösterdi.
Şenol Güneş zaten Türkiye'de futbol ortamına yakışmıyor. Onun yerine sürekli polemik üreten, futbolcusuna küfreden, futbolcusuna vuran, kendisini her kamera çektiğinde anlamsız ağız yüz hareketleri yapan bir dolu sığır yakışır (!) Türkiye futboluna.
Oysa Şenol Güneş, ne dediğini bilen, insanlara saygı ve sevgiyle yaklaşan adam gibi adam sıfatının içini, sağını, solunu, ortasını yani her yanını dolduran bir kişilik.
Bir tarafta Şenol Güneş, öte tarafta Aykut Kocaman. Adamlıklarını tahterevalliye koyup ölçsek, bir dev ve cüceyi karşılıklı oturtmamız gerekir. Ancak o zaman, bu iki iki ismin arasındaki farkı verebilmeye en yakın duruma gelmiş oluruz.
Hiç yaşanmamış gibi davranalım (!)
Rıdvan Dilmen, Mehmet Demirkol, Feridun Niğdelioğlu ve bilimum Fenerbahçe yazarları. Bunların ortak tavırlarının hastasıyım senelerdir.
Dünkü maça dair tek konuşulacak şey Bünyamin'in rezalet yönetemidir. Ama sanki dün Saraçoğlu'nda hiçbir şey olmamış, yaşanmamış gibi konu hakkında tek kelime bile etmemişler.
Türkiye'de genel tavır böyledir zaten ama bu tiplerde daha baskın bir biçimde karşılaşıyoruz bu tavra.
Fenerbahçe dün kazanmayı hak etti mi? Oynanan futbol üstünden bakacak olursak, evet hak etti.
İyi de birader, bu kadar da olmaz ki. Maçın içine sıçılmış, ciddi ciddi kaderi etkilenmiş, Fenerbahçe'nin 30. dakikada 10 kişi kalması lazım, attığı ikinci golde saçma sapan bir avantaj kararıyla 2-0'lık üstünlüğü sağlamış, gösterilmeyen kartlar maçın tamamen kaderini etkilemiş. Maçtan çıkan yorum "Aykut Kocaman'ın zaferi, bık bık bık."
Kendi kuyruğuna basıldığı zaman yeri göğü inletenler, iş değişince sesini bile çıkartmıyor. Birkaç hafta içinde tek hakem hatasında nasıl bağıracaklarını göreceksiniz, nasıl ağlayacaklar birlikte okuyacağız. Şimdi işler iyi gidiyor tabii, o yüzden sorun yok.
Bir de Ercan Saatçi örneği var. Herif hakemden yakınmış, Lugano'ya verilen kart yüzünden. Bu da farklı bir tavır. Gözleri bambaşka yere çevirmeye hesaplayan, tipik siyasi iktidar mantığı. Mesaj belli "Biz de şikâyetçiyiz hakemden." Yedik yavru kurt, yedik.
Şu haftaya bakıyorum da, Ümit Özat saha içinde saldırıya uğruyor, hakemler maçların skorlarını direkt olarak tayin ediyor, tribünlerde ana-avrat sövmeye tepki verilmiyor.
Hakikaten futbolun içine sıçılmaya başladı. Zaten sağlıklı bir yapıda olmayan Türk futbolu, gün geçtikçe daha da boktan bir hal almaya başladı. Ülkenin gidişatıyla doğru orantılı olup bitenler. Ülke ne kadar viraja yaklaşırsa, futbol da ondan nasibini alıyor.
Konu saptı yine, Fenerbahçeli arkadaşlar alınmasın, darılmasın sakın ama Bünyamin Gezer'le kaybetmeleri pek mümkün olmuyor. Saraçoğlu'nun kadrolu derbi hakemi. Her şeyi geçtim, Fenerbahçe 10 kişi kaldıktan sonra Trabzonspor'u 10 kişi bırakmak için götünü yırtmasına bakın, ne demek istediğimi anlayacaksınız.