26 Haziran 2011
Yeri gelir bir çantayla da direnilir
Yeri gelir, basarlar kalayı; işçiye, memura, çiftçiye, öğretmene, vatandaşa. Artık kime denk gelirse.
Yeri gelir, Berlin Olimpiyat Stadı'nda yaşananları kıskandırırcasına, bir balkonda tebasına üstten bakarak, "Ben herkesi affettim, hakkınızı helal edin" derler.
Demokrasi mi istiyorsunuz? Tamam alın size demokrasi. Ama benim verdiğim kadarıyla yetineceksiniz.
Özgörlük mü istiyorsunuz? En alasından özgürlükler sizindir, sınırlarınızı bildiğiniz sürece.
Barış mı istiyorsunuz? Eyvallah, barış da getiririz; şartları biz belirleriz.
Her ne istiyorsanız isteyin ama bilin ki, onları biz veririz, çizgilerini biz çekeriz.
Ülkeyi yangın yerine çevirdiler. Milletvekillerinin hakları gaspediliyor, öğrencinin-işçinin-memurun-çiftçinin-köylünün hakkı gaspediliyor.
Sesini çıkartmaya çalıştığın andan itibaren teröristsin ya da birtakım örgütler tarafından yönlendirilmişsin. Çünkü onların zihniyetine göre, ortada bir sorun yok. 'Bağımsız yargı' ya da 'Bağımsız kurullar' karar veriyor. Bu 'bağımsız' yargı ve kurullar da, hani şu bir yıl öncesine kadar 'bağımsız' olmayan yargı ve kurullar.
Başbakan seçimden önce diyor ki, "Seçilmeleri, milletvekili olacakları anlamına gelmez." Hakikaten gelmiyor da.
Orta oyunu kıvamında ya da daha belirgin olması açısından sikik Amerikan filmlerindeki gibi iyi polis-kötü polis rolleri biçilmiş.
Başbakan 'seçilemez' diyor, aradan iki gün geçmeden Başbakan Yardımcısı 'seçilmemeleri çok talihsiz' diye açıklama yapıyor. Biri sağ yanağa basıyor tokadı, öteki öbür taraftan sol yanağını okşuyor.
Bu kadar şiddet, bir zaman sonra tepki olarak çok daha büyük bir şiddet olarak doğacak.
Şu yukarıdaki başörtülü teyze var ya, hah işte o abla çok şey anlatıyor. Sistemin gazına, copuna, şiddetine; çantasıyla karşılık veriyor. Çünkü artık gırtlağına kadar dayanmış yaşadığı haksızlıklar.
Kocası eşek gibi çalışıyor eline üç kuruş para geçiyor. Eve getirdiği parayla, o ablam, çocuklarına yemek yapmaya çalışıyor. Pazartesi makarna, salı bulgur pilavı, çarşamba makarna, perşembe nohut, cuma pilav, cumartesi makarna, pazar kuru fasulye.
Çocukları et yiyemiyor, kendisini suçluyor.
Kocası hayvan gibi çalışıyor, bir parça eti önlerine koyamıyor.
Kendisi ikinci iş buluyor, kiraydı, elektrikti, suydu, telefondu, doğalgazdı derken, bir kuruş para biriktiremiyor.
4 senede bir kez adam yerine konuyor, gidip sandığı oy veriyor. Ama oy verdiği insana milletvekili olamıyor.
Sıkıyor yumruklarını, atıyor içine hepsini. Sokağa çıkıp, uğradığı bütün haksızlıklara karşı sesini yükseltmeye çalışıyor. Gözüne, gözüne gaz sıkıyorlar, ellerindeki coplarla, karşılarında sanki hayvan varmış gibi vuruyorlar.
Öyle bir nokta geliyor ki, gözü kararıyor. Ne o gaz gözünü yakıyor, ne o cop vücudunu acıtıyor. Sadece ve sadece insan yerine konmamak yüreğini acıtıyor.
Yaşadığı tüm haksızlıkların öcünü alırmışcasına, elindeki çantasıyla vuruyor, kendisine sokağın ortasında işkence yapanlara.
Dadaloğlu'nun dediği gibi:
Dadaloğlum yarın kavga kurulur
Öter tüfek davlumbazlar vurulur
Nice koç yiğitler yere serilir
Ölen ölür kalan sağlar bizimdir.
Bütün bir toplumu, yaşadığı onca şeyden sonra gazla, copla sindiremeyeceklerini anlayacaklar en ya da geç. Gerekirse, bir çantayla bile direnilir. Yeter ki, o yürek olsun.
Şu aşağıdaki fotoğrafa iyice bakın. İnsanların üstlerine üstlerine gaz bombaları atılıyor. 1 Mayıs 1977 örneği gibi insanlar birbirini ezercesine kaçışıyor. Ama doğru ya, biri ölse ne fark eder; "isminin kim olduğunun üstünde durulmayan" biri ölmüş olur ya da "kız mıdır kadın mıdır" belli olmayan birinin daha vücudunda kırılmamış kemik kalmaz.
Yaradılanı, yaradandan ötürü sevenlerin, ne kadar yaradan sevgisi olduğunu görüyoruz.