14 Temmuz 2011
Önce ve sadece insan ölüyor
13 asker, 7 PKK'li, 20 insan öldü dün. İstediğin ismi ver, şehit de, terörist de, gerilla de, vatan haini de, asker de, faşist de v.s. v.s. Benim için her şeyden önce insanlar. Gencecik, ömrünün baharında insanlar.
Aynı duyguları paylaşıyoruz, dağda elinde silah tutuştulan da, kışlada nöbet tutan asker de, bir kıza sevdalanıyor, anası hastalandığında gözyaşı döküyor, yavrusunun elini sıkı sıkı tuttuğunda içinde fırtınalar kopuyor.
30 yıldır bu ülke kan ağlıyor, insanlar çocuklarını, kardeşlerini, eşlerini kaybediyor. Hangi intikam ve ölüm çığlığı, hangi silah çözümleyebildi akan kanın durmasını? Bu kadar gencin ölmesini "Gebersinler, köklerini kazıyacağız" diyerek, durdurabildiniz mi?
Söylenen birkaç intikam cümlesi ne bu 13 genci geriye getirebilecek, ne de bu savaşın son bulmasını sağlayacak.
Kimilerini vatan, kimilerini özgürlük diye kirli bir savaşın figüranı yapıyorlar.
Bugün "Bu Kürtlerin kökünü kazıyacaksın" diye salya akıtanlar, ya Diyarbakır'da doğmuş olsaydı, ya Batmanlı olsaydı?
Hangimiz doğarken seçiyoruz hangi vatana, ulusa, kimliğe ait olabileceğimizi? Ama insan olmayı seçmek, onun gereklerini yerine getirebilmek, ülkelerin milyarlarca dolar harcağı savaşlara karşı durabilmek bir seçimdir.
Bu seçimi yaptığımız gün, akan kan duracaktır. Ama istemiyor gibiyiz, bize pompalanan, beyin hücrelerimize kadar işletilmeye çalışılan ırkçı fikirlerle büyütüldük çünkü.
İktidar seçim meydanlarında "Milli savaş uçağımızı üretmeye başlayacağız" müjdesini (!) veriyor. Milyarlarca dolar harcayarak, savaş ekonomisi yaratarak, kendi gençlerinin ölmelerine neden olmayı gurur vesilesi yapıyor. Bazıları bununla övünüyor "Kendi silahımızı yapıyoruz" diye.
Bu ülke çok evladını yitirdi, çok gencini bu boktan savaşa kurban verdi. 'Yeter artık' demek; bunu derken, insanların kimliklerine bakmadan, içimizdeki nefreti yok ederek ve birbirimize elimizi uzatarak yapabilmek barışı hakim kılacaktır.
Daha birkaç ay önce seçim meydanlarında "Bu ülkede Kürt sorunu yoktur" dendi. Bu sorunun olduğunu görmek için kaç insan daha ölmeli? bin, 10 bin, 100 bin, 1 milyon, 5 milyon...
Daha bugün Habur'dan 14 kişi teslim oldu. Yaşları, 20, 23, 18, 22, 17, 21. Bu çocukların hangisine düşman gözüyle bakabilirim ki? 17-18 yaşında bazı koşullar yüzünden dağa çıkmış kardeşiniz yaşındaki bu gençleri düşman sayarak, sorunu çözümleyebilecek miyiz?
Şiddeti istiyoruz, koşar adımlarla ilerliyoruz, akan her damla kan içimizde garip bir zevk yaratıyor sanki.
Bir arkadaş, senin bu konudaki fikirlerini merak ediyorum demişti. Benim için ölenler Türk ya da Kürt değil. İnsanlar ölüyor, birlikte aynı havayı soluduğum kardeşlerim ölüyor. Asker, terörist, gerilla adına her ne koyarsan koy.
Kürt ve Türk gençlerini karşı karşıya getiriyorlar. Şiddetin ve savaşın yanında yer alarak, savaşlar bitirilmiyor.
Birilerinin çocukları imtiyazlarla örülüyken, bu halkın çocukları askerde, dağ başlarında ölüyor. Bunu görememek için aptal olmak gerekir.
Bunca yıldır onbinlerce insan ölürken hâlâ 'savaş' diye bağırmak, savaşın yanında saf tutmak, intikamla bilenmek, onbinlerin sayısını yüzbinlere, milyonlara taşımaktan başka bir işe yaramayacaktır.
Nâzım'ın dediği gibi "Savaş; korku ve sefaletten başka bir şey veremez. Yakar, yıkar, öldürür ve yok eder." Akan kanı, akıtılacak yeni kanlarla temizleyemeyiz.
10 dakika gözümü kapattım
Şikeydi, yemin kriziydi, cinayetti, tecavüzdü derken sıcaklar da bastırınca fena bunaldım. Dün eve giderken gözlerimi kapattım şöyle bir fotoğraf çıktı ortaya...
Bir balıkçı kasabasındayım, sabah'ın 5'inde uyanmışım. Kahvemi elime almışım, bahçede bir sigara içiyorum, kendime gelmek için. Yanımda alet çantasından bozma, olta takımlarının bulunduğu bir çanta. Domates ekmişiz öyle çok değil ama yetecek kadar, biraz patlıcan, maydanoz, o kadar işte.
Eve bakıyorum, boya gerekiyor inceden, bir yıl götürür diye geçiriyorum içimden. Denizi görüyorum; 500 metre, bilemedin 700 metre. 'Aslan' kulübesinden çıkıp geliyor yanıma, kafasını sevdiriyor. Kocaman bir kangal, Aslan gibi bir şey. "Hadi öğleden sonra görüşürüz" deyip, öpüyorum ıslak burnundan. Tam ayağa kalkıyorum, kapıdan ufak kızım sesleniyor "Baba nereye? Beni de balığa götür" diye sesleniyor, gözlerini ovuşturarak.
"Gideriz kızım, gideriz ama akşam misafirler gelecek bugün iş çok. Onlar gitsin ablanla, anneni de alıp birlikte gideriz."
Geçiştirmek için söylemiyorum. Sarılıyor bana, gözlerinden uyku akıyor. Gözlerinden öpüyorum, kokusunu içime çekiyorum. Sanki dünyanın tüm çiçeklerinden derlenmiş, harikulade bir parfüm gibi. Ama parfüm gibi yapay bir koku değil. "Hadi kızım sen yat. Sonra da annene yardım et" diyerek, kalkıyorum ayağa, belimden sıkı sıkı sarılıyor, "Seni çok seviyorum babacım" diyor. "Ben de kızım, ben de."
Sahile doğru yürüyorum, güneş kızıl kızıl ortalığı velveleye vermeye hazırlanıyor. Denizin üstünde sanki bir örtü var gibi sakin, dingin, kıpırtısız. Sahile vardığımda benim ufak sandalı görüyorum ilkin. Tertemiz ve bembeyaz, arkasında kıpkırmızı 'Devrim' yazıyor. "Yapabildiğiniz tek devrim ancak bu sandal olur" diye dalga geçen ahaliyle takıştığımız aklıma geliyor. 'Pat pat pat' sesleriyle sahilden uzaklaşıyorum.
Çelik balık ağında akya ve çipuralarla dönüyorum eve. Üstüm başım leş gibi balık kokuyor, dünyanın en güzel üç kadını, o kokuya aldırış etmeden sarılıyor. Büyük kızım Doğa, "Baba kusura bakma, bok gibi balık kokuyorsun" diye, ilk geri çekilen oluyor. Balıklardan birini alıp, saçlarına sürtüyorum. "Al sen de bok gibi oldun"...
İstanbul'dan çocuklar gelecek akşam. Bahçede upuzun masa hazırlıyoruz. Salata malzemelerini, hemencecik orada ellerimle toplayıp, çeşmede suya tutuyorum. Domatesin kokusuna dayanamadan ısırıyorum, tuza banıp.
Mangalın başına geçip, çipuraları ızgara yapıyorum, içeride akyalar kızarıyor yağda. Ulan nasıl güzel bir kokudur o.
Masada 4 büyük var, 14 tabak, çatal bıçaklar jilet gibi. Salatalar çeşit çeşit, hanım ben balıktayken boş durmamış, kalamar, midye kızartmış, yanında minik tabaklarda soslar da var. Haydari, enginar, biber kızartması, şakşuka, lakerda, deniz börülcesi, humus, süzme yoğurt.
Benim ufaklık Defne soruyor, "Babacım kimler geliyor bize?" Daha ben yanıtlamadan atlıyor Doğa, "Babamın arkadaşları. Yazıyor ya baba bir yerde, oradan arkadaşları" Sizsiniz lan işte, koyun kendinizi oraya...
Sokaktan sesler geliyor, tahta kapı açılıyor. Sarılıyoruz birbirimize, hasret gideriyoruz, uzun uzun. Elde poşetler, rakılar, şaraplar, İstanbul hatıraları. 5-6 yıl olmuş İstanbul'dan ayrılıp, buraya geleli. Kışları belki bir belki 2 kez geliyoruz.
Masada Fenerbahçeli, Beşiktaşlı, Galatasaraylı, Trabzonsporlu arkadaşlar var. Bazılarının yanlarında eşi, bazılarının kız arkadaşları var. Bir iki taneniz çoluk çocuğa karışmışsınız. Çocuklar, bahçenin diğer tarafından kurulu masada köfte yiyor.
Kimsenin uyumaya niyeti yok, sohbetin dibini buluyoruz. Mangaldaki kömürü canlandırıp, kahve yapıyoruz, kimileri rakıdan vazgeçmiyor. Müzeyyen Senar'dan "Sevmekten kim usanır" çalıyor. Çakırkeyf olmuşuz, eşlik ediyoruz.
10 dakika gözlerimi kapattım, şunları gördüm. Hayali bile güzel a.k.
Çok şey mi istiyorum lan? Bu arada, çok net söylüyorum, gelmeyenin ağzına sıçarım.