27 Haziran 2012
Köy ağası Fikret Orman
Futbolu dokunmak istemiyordum yaz boyunca ama kendiliğinden geldi konu. Avrupa Şampiyonası'na dair bile tek kelam etmemişken, TT Arena konusu biraz ayıp kaçacak ama girmeden de olmayacak.
Mevzuyu bilmeyen kalmadı. Beşiktaş Başkanı Fikret Orman, İnönü Stadı'nın 'sözde' tadilatından dolayı, kulübünün maçlarını Türk Telekom Arena'na oynanmasını istiyor. Galatasaray yönetimi ve taraftarı da, kendilerini statta istemiyor.
Konu tabii alengirli, bu kadarla kısıtlı değil. Beşiktaş gibi koca bir kulüp batağın eşiğinde. Kimse alınmasın bu sözden, olay tamamen bundan ibarettir. Futbolcunun yapacağı 400 bin Euro'luk indirimle, taraftarın alacağı tişörtle sadece gün kurtarılmaya çalışılıyor.
Kulübün 581 milyon TL borcu var. Bu borca karşılık tek bir gelir kalemi bile yok. Stat gelirlerinden tut da, naklen yayın gelirleri ve Fulya kira geliri borçlar karşılığında temlik edilmiş durumda. Bu ne demek oluyor, kasaya giren bir para yok, üstelik borçlar da olduğu yerde kalmıyor, katlana katlan artıyor.
Bizim ülkemizde pek sevilir, başkanlar, yöneticiler için daha icraat bile yapmadan "Aaaa çok temiz adam" sözü. Fikret Orman gelir gelmez, benzer yorumlar okudum her taraftar. Gerçi Yıldırım Demirören'den sonra en başkan olsam, sırtlarına alırlardı, öyle bir durum da söz konusu.
Neyse, konuya dönecek olursak, Fikret Orman yönetime gelir gelmez, bir rüzgâr estirildi estirilmesine de, herkes zaten bir bok yapamayacağını biliyordu. Şu tabloya karşılık umut besleyen adam iyi niyetlidir ama aptaldır.
Fikret Orman zaten durumun farkında ama yemeği ocağa koymuş, ateşi sıcak tutmak zorunda. Eline bir oyunca geçiverdi, o da stat konusu oldu.
Önce demeç bazında yoklandı Galatasaray kulübü. Sonra baktı ki, bir numara çıkmayacak, bakana çıkma fikrini buldu. Dün görüştüler, Galatasaray açıkça 'hayır' dedi ve Ünal Aysal gayet kibar bir dille, bu talebin tekrarlanmaması gerektiğini söyledi.
Ama yokkkkk, Fikret Orman daha toplantıdan çıkar çıkmaz bütün yüzsüzlüğüyle "Bu onların fikirleridir, biz daha yapıcı ve olumluyuz" diye bir açıklama yaptı.
Herif aynı feodal ağalar gibi. Gelmiş bir evden gelin istiyor, babası "yok kızımızı vermeyiz" diyor. Bizimkisi, "Olsun canım ciğerim, biz kızı alırız, gerekirse gerdeğe sokup, zorla sikeriz" diye üsteliyor. Görünüşte; centilmen, beyefendi ama herifin içine zonta kaçmış götoğlunun.
Hadise en nihayetinde başbakana gidiyor ve başbakan da "İki takımda o statta oynasın" diye görüş bildiriyor. Artık o noktadan sonra sesini çıkartamaz kimse. Sen hak ettiğin kupayı alabilmek için başbakanı arayıp, icazet alırsan, buna da ses çıkartamazsın demektir. Nasılsa ülkede ondan izinsiz kuş uçmuyor. Evin önündeki serçe bile başbakanın danışmanını arayıp, "Beyefendiye bir sorsanız, ben Yeşilköy taraftarına uçmayı düşünüyorum, uygun görür mü?" durumu var.
Kuvvetle muhtemel, başkanlık süreci boyunca Fikret Orman'ın tek zaferi olacak. Beşiktaşlı taraftarların çoğunluğu, her ne kadar TT Arena'yı istemediğini söylese de, "Bizim başkan tuttuğunu koparttı" diye düşünecek ve Orman'ın başkanlık süresinin uzatılmasını sağlayacak.
Devlet akıllı hamleler yapıyor. Beşiktaş gereğinden fazla küçülmüşken, İstanbul'un en güzel yerlerinden biri olan İnönü Stadı'nı ele geçirecek. Artık oraya AVM mi yapılır, Süzer'e arkadaş dev plazalar mı yapılır bilinmez. Ancak sürecin gittiği yer, İnönü Stadı'nın ele geçirilmesidir.
Beşiktaş'a, İstanbul'un en sikik yerinde bir stat yaptırırlar, bir iki homurdanır, stada girince herkes "Vay babanın amı, en güzel stat bizde" diye susuverir herkes. Böyle olacağını biliyorum, al sana örnek Türk Telekom Arena Stadı. Lan hâlâ boyası yok siktiğimin stadının ama millet "o stadı vermem" diye götünü yırtıyor, hatta yetinmeyip, "direkleri size girsin" şeklinde en boktan biçimde sidik yarıştırıyor.
Genelde konuyu buraya getiriyorum ama ortalarda "Biz büyük kulübüz, Türkiye'nin Atatürk'ten sonra ikinci markasıyız" diye dolanıyorsan, stadın direklerini Beşiktaş'a değil, devlete sunacaksın, Ali Sami Yen arazisini geri isteyeceksin, vermiyorsa da, muadili parayı talip edeceksin.
Galatasaraylılar, boşuna kendini yormasın. Niye gocunuyoruz ki? Akp kongre yaptığı zaman gocunmuyorsun da, Beşiktaş birlikte oynamak istediği zaman niye gocunuyorsun. Lan stadın devrini yaptıramamışsın daha, neyin büyüklüğünden söz ediyorsunuz. Büyük filan değilsin, değiliz. Günümüz Türkiyesi'nde birilerinin müsaade ettiği kadar büyüyebilirsin.
Taraftar olarak sağda solda sidik yarıştıracağına, boşalt tribünleri, gitme maça, ülkenin gündemiyle ilgilen, sokakta daha aktif rol al. Bak bakalım, ülkenin amına koyarken, seni tribünde görmek isteyen cihan padişahı ne yapıyor o zaman?
Bu konudan bağımsız olarak söylüyorum; nazarımda, Türk Telekom Arena Stadı asla ve asla Galatasaray'ın evi olmayacaktır. İlk günden beri bunu söylüyorum ve de ısrar ediyorum. Kim, nasıl kullanmak istiyorsa, öyle kullansın.
Haaa bu kadar yazdıktan sonra da açık açık söyleyeyim. Bence iki kulüp aynı statta oynasın. Yeni Galatasaray yönetimi "tamam" dese, inan tepki vermezdim (Kesin 'hasiktir lan!' diyen çıktı a.q). Hakikaten vermezdim ama.
Başbakanın izniyle kupa kaldırmışsan, başbakan "Her iki takım da o statta oynayacak" dediğinde sesini çıkartmayacaksın. Çıkartacaksan da, o başbakanı koltuğundan indireceksin. Yoksa o zamana kadar susacaksın.
Fikret Orman'la bitsin. Bugün arkasında duranlar, perde aralandığında götünden sikmek isteyecek ama o zaman Beşiktaş kalır mı bilmem. Şahidi olduğu için gayet rahat söyleyebilirim. Bundan 7-8 yıl önce, kongre üyesi olan Beşiktaşlı olan ağabeyime "Göreceksin Türkiye'de ilk satılan kulüp Beşiktaş olacak" dediğimde "Hasiktir lan" diye tepki vermişti. Bugün aynı fikirde olduğunu söylüyor, daha içe sinecek çok şey var, merak etmeyin. İnönü'den başlar, kulüple sona erer. 'Centilmen, kibar, beyefendi başkanı' ben o zaman göreceğim.
Bir ara detaylandırıp yazacağım, Beşiktaş'ın bugünkü durumunda olmasının müsebbiblerinden biridir Fikret Orman, İsmail Ünal ve onların arkasındaki Serdar Bilgili.
Futbolu endüstri olarak sevenlere selam olsun...
25 Haziran 2012
Egosu şişik, beyni sikik. Bilin bakalım nedir bu?
Kendisine 'gazeteciyim' diyen her adamın egosu şişiktir biraz. Birileri sana "Hacı sen ne iş yapıyorsun?" dediğinde, hafiften şişine şişine "Gazeteciyim" dersin. Bir noktaya kadar kabul edilebiliyor ve çekilebiliyor ama belli durumlardan sonra çekilmez bir hal alıyor.
Türkiye'de medya dediğin şey, günümüzde içi boş, koca bir yalandan ibaret. Yarın, aç gazetelere bak, üç aşağı, beş yukarı aynı haberleri görürsün. Çünkü gazeteciliği ajansçılığa indirgediler.
Gazete patronları, gazetecilikten çıkma adamlar değil de, benzinci, fabrika sahibi kalantor tiplerden oluşmaya başlayınca, o büyük balon şiştikçe şişti. Kıt kanaat geçinen köşe yazarları, gazeteciler onbinlerce dolar maaş almaya başladılar. Ehh, sana birileri o kadar para verince de, ortalarda 'bağımsızım' diye dolananların boynuna tasmayı geçiriverdiler.
Bu gazeteci abilerin, ablaların (!) alayı, halka yakın olmayı, gazete binasındaki temizlikçi kadına "günaydın" demekten ibaret sanar. Onu dedi ya, tamam artık ertesi gün köşesinde sallar da sallar. Oysa bu ülkenin sokaklarında neler olup bittiği hakkında hiçbir fikri yoktur. Seçimden seçime, seçim gezilerine gider, iki kahvede vatandaşla muhabbet eder, "halkın nabzını tutan adam" sıfatını yapıştırırlar.
Neyi yazmaya çalışırken konu bak nereye geldi. En mal tipi getir bana, birkaç ayda gazeteci yaparım. Nasılsa oturduğun yerden, önündeki ajanslardan haber yapıyorsun. Üç-beş kural öğrettin mi, az biraz da kalem tutabiliyorsa, tamam işte al sana mis gibi gazetecisin.
Patron denen yavşak, her sektörde olduğu gibi kafanda işsizlik sopasını sallar belli belirsiz. Senede bir kez; sağındaki, solundaki, arkandaki insan işsiz kalıverir. O mesaj nettir: "Kendine gel yoksa akıbetin aynı olur."
Böyle uysal insanlar gazete çıkartmaya başlayınca, herifin biri başbakan olur, "höyyyt" diye bağırır, üç-beş kişiyi de içeri tıktırır (bu üç-beşe takılanın ağzına sıçayım, bilmiyorum ben kaç kişi olduğunu) it gibi kuyruğu kıstırıp yerinde kalıverirsin.
Haaa, böyle yaparsın da, yine o şişik egonda bir değişiklik olmaz, hâlâ hava basarsın millete "gazeteciyim" diye, insanlara hafif bir tepeden bakarsın. Arada kaynamasın, o egonun bende olduğunu söyleyen, kronik beyin sikiği yaşayan mallar da olmadı değil.
Suriye'de bir uçak düşürüldü. Uçak düştüğünden beri, medyanın kullandığı dile bir bakın. Utanmasalar, "Yürüyün amına koyayım, Suriye'ye girelim" diye başlık bile atacaklar.
İğrenç ve mide bulandırıcı bir savaş dili kullanılıyor. Savaş çıkacağına inandıkları için mi? Hepsi biliyor savaş filan çıkmayacağını. Ama koy manşete bir savaş uçağı, mürmanşette de iki böbürlenme goygoyu yaptın mı, sokaktaki insanı avlamak için şahane gazete yapmış ol.
Ülkenin topraklarında, 30 yıldır bitirilemeyen bir savaş varken, gencecik evlatlarını hayatlarının baharını bile görmeden tabuta koyarken, onbinlerce anne gözyaşları akıtırken, bu savaş çığlığını basanları karın deliklerinden sikmek lazım ceza olsun diye.
Neden istiyor? Savaş çıkarsa, bunlar da nemalanacak. O üç tane kendinden muktedir, beyin yerine bok taşıyan Atilla Taş, Nihat Doğan, Erol Köse denen tipin dilini, kooooooooooskoca gazeteciler birebir kullanıyor. Gazete koridorlarında, rakı masalarında taşak malzemesi yaptıkları adamlarla aynı dili konuşmaktan çekinmiyorlar, yüksünmüyorlar.
Kan satmaya bayılan bir basınımız var. Bir hafta, hadi bilemedin 10 gün, siyasetin durgun olduğu, gündemin azaldığı dönemde, savaş çığlığı basıp, gazetesinin 10 bin daha fazla satması için mide bulandırıcı dile başvuruyorlar.
Egosu şişik, tavan yapmış, önüne gelene caka satıp "gazeteciyim" diyen adamlar, 3 tane sik kafalı Japon askeriyle aynı tondan basıyor, sonra herifleri aşağılıyor.
Bir aynaya bakın lan, aynaya. Ne bok olduğunuzu göreceksiniz. Memleketin nüfusa oranıyla, sattığın gazete sayısını karşılaştır.
Oturduğunuz yerden savaş çığlığı basmak kolay da, insan olmak çok zor.
14 Haziran 2012
'Bisküvi Dede' kimmiş bir bakalım!
Hemen başta belirteyim, Ülker'in tek bir ürününü bile kullanmam, biri ikram etse yemem.
Ülker'in sahibi Sabri Ülker iki gün önce hayatını kaybetti. Türk basını ortak ağızdan, "Bisküvi Dede" başlığıyla haberi verdiler. Minicik bir atölyeden, koskoca bir dev haline gelmesinin hikâyeleri süsledi sayfaları.
Hayatta inandığım olgulardan biridir; bir insanın kimsenin canını yakmadan, emek sömürmeden, birtakım ilişkiler içinde olmadan milyar dolarlık olamayacağı. Ufacık bir atölyeden, dünya devi haline gelmek, kendi içinde bir başarı hikâyesi olsa da, nelerin yaşandığını bir bakmak lazım.
Yıl 1974, Tek Gıda-İş'ten istifa eden Ülker işçileri, DİSK'e bağlı, Gıda-İş'e üye olurlar. Tek Gıda-İş, istifaların ardından daha önce görmezden geldiği toplu görüşme sürecini gizlice başlatır. Ülker'le yapılan bu toplu görüşmelerde ücret zammı içermeyen toplu sözleşme imzalanır.
Ülker işçilerin DİSK'e üye olmalarının önüne geçmek için önce bireysel olarak işçilere para teklif eder. Daha sonra DİSK'e bağlı Gıda-İş'le protokol imzalar fakak bu protokolün şartlarına uymaz. İşçiler 17 Eylül 1974'te fabrikada üretimi durdurur. Polis fabrikaya gelerek, elektrikli coplarla işçilere saldırır.
Direnişten vazgeçmeyen işçiler için bu kez, dönemin faşist komandoları devreye sokulur. Saldırılar artar, direnişteki işçiler dövülür, bir işçi bıçaklanır, grev çadırları dağıtılır.
Ülker işçi olarak fabrikaya bu faşist militanları işe almaya başlar ve işyerinde tacizler artarak sürer.
DİSK'e bağlı Gıda-İş'in gözetiminde fabrikada yaptırılan aramada, çok sayıda silah, mermi bulunur.
Aradan yıllar geçer, 'Bisküvi Dede'nin minik atölyesi, bir deve döner. Ülker Grubu, Şok Marketler Zinciri'ni satın alır. Emekçilerin insanlık dışı koşullarda olduğunu söylemeye gerek yok sanırım. Günde 12 saat, asgari ücret alan işçiler Tez- Koop İş'te örgütlenir. İşçiler istifaya zorlanır. Ülker grubu kendilerine "Sendikadan istifa edin, size daha iyi ekonomik şartlar sunalım" teklifi sunar.
Ülker Grubu, yine 2004'te Öz Gıda-İş Sendikası'na üye Ülker Fabrikası'nda çalışan 700'ün üzerinde işçiyi işten çıkartır.
Medyanın sunduğu 'Bisküvi Dede' böyle biri. Başka bir şey yazamazlar çünkü, Ülker büyük bir reklamverendir, bu yüzden olabildiğince övmek zorundalar. Kitaplara konu olabilecek (!) başarı hikâyelerini anlatırlar size.
Böyle dev oluyorsun işte. İşçini ezerek, haklarını gaspederek, onları açlık sınırının altında ve gözlerini bile kırpmalarına izin vermeden çalıştırarak.
Yerler öyle dedeyi. Bırakın bu sevimlileştirme çabalarını.
13 Haziran 2012
Yolun açık olsun
Hocam seninle yollarımızın kesişmesi bile çok önemliydi. Düşme potasında bir takımı alıp, ayağa kaldırdın. Ama Galatasaray'da işler böyle yürür. Başarılı adamın kıçına teneke bağlayıp göndermeye kalkarlar.
5 gündür her türden yalanı okuyoruz hakkında. Liste, ktüfür ettiğinden tut da, paragöz olmana kadar uzanıyor.
Eğer bunlara "Böyle yönetimin amına koyayım" dediysen, az demişsin. Bu götverenlere ne söylesen az çünkü. Bunların istediği şey, herkesin kendi kontrolünde olması ve önlerinde el pençe divan durman.
Bakma sen bugün taraftarın arkanda durmana, yarından sonra başlarlar "Önemli olan kişiler değil kurumdur" diye. İki tane imzayla dut yemiş bülbüle döner hepsi.
Yağmurda ıslanmasın diye arabana aldığın taraftar, seni unutmaz hocam.
Skandallarla çalkalanan, düşmemeye oynayan bir takımı, ayağa kaldıran bir adamı kimse unutmaz.
Ne desem boş, bir şey de söyleyemiyorum. Basketbol şubesinden önce Hakan Üstünberk, sonra Oktay Mahmuti ayrıldı. Boş salonları doldurdular, aklına basketbol gelmeyen insanları bu oyunu izlemeye zorladılar ama ödül olarak ayrıldılar.
Her kimi alırsanız alın, umrumda bile değil. Bize Cemal Nalga olayları, küme düşmemeye oynayan bir takım yakışır. Her başarının bedeli vardır bu ülkede, Oktay Mahmuti de bu bedeli ödedi.
Yolun açık olsun hocam. Nereye gidersen git, umarım çok başarılı olursun.
10 Haziran 2012
Eboue'yi kim ister?
Dün akşam bir misafirim geldi. Lafı eveleyip gevelemeyeceğim, lütfen biri sahiplensin Eboue'yi.
Evet evet ismini Eboue koydum. Patilerinin tamamı simsiyah, bütün gece koynumda ve bacağımda yattı.
Hemen belirteyim, ismi Eboue ama kendisi dişi.
İlgilenenler lütfen kurupiyaz@gmail.com'dan ulaşsın bana. Bu güzelliğe bir yuva bulalım.
Not: Eboue halen yuva bekliyor
6 Haziran 2012
Operada mescitten, Yiğit Ergün'e
Heriflerin hakkını vermek lazım. Son yıllarda Meclis'ten geçirdikleri pek çok yasada, bambaşka tartışmalar yaratıp, asıl yapmak istediklerini çok iyi gizliyorlar. Ülkedeki muhalif kesimin nabzını tutmak tam da bu olsa gerek.
Salı günü bir uyandık, tüm gazetelerde, 'Bundan sonra opera ve bale salonlarına mescit' yapılacağı haberlerini gördük. Konu üstünde laf söylemeyen kalmadı.
İnsan şaşırıyor tabii, ülkede bu denli opera ve bale seven olduğunu bilmiyordum. Tepkileri okuyunca sandım ki, insanlar operadan çıkıyor, baleye giriyor; bale bitiyor opera başlıyor. Cavalli'yi bilmeyen yok, Verdi'den çıkmayan yok.
İnsanlar tepki veriyor vermesine de, neyi nasıl savunacağını bilmeden, bir nevi hayvani içgüdü gibi. İtiraz ettiği, tonla laf ettiği yasa taslağında "Başka ne var bu taslakta?" diye sorsan, ne yanıt verir, hakikaten merak ediyorum.
İktidar bu tipten yasaları geçirirken bir torbanın içine atıyor, ortaya bombayı fırlatıp, asıl amaçladıklarını gözden kaçırıyor.
Peki nedir bu "Yapı Denetimi yasa taslağı?"
Her zaman olduğu gibi içinde, ülkenin ağzının ortasına sıçılacak pek çok şey mevcut. Öncelikle, bu taslak yasalaşırsa, tarihi eserler barındıran kıyılar bile yıkılabilecek, yapılaşmaya açılabilecek. Atıyorum, Olimpos'ta denizin kenarına otel izni verecek. Kimse de sesini çıkartamayacak. Sesini çıkartan arkadaşlar, "Operada mescidin ne işi var" diye bağırırken, o taslak yasalaşacak çünkü.
İktidarın son yıllardaki dertlerinden biri meslek odaları da, bu taslakla etkisizleştirilecek. Mimarlar ve Mühendisler odaları gibi sivil toplum kuruluşları, iktidarların yağmalarına karşı çıkıyor ve varolan yetkileriyle rantın önüne geçiyordu. Fakat bu taslakta, sözü geçen meslek odalarının yetkileri özel şirketlere devredilecek. Özel şirketlerin kimlere ait olacağı, verecekleri kararlarda neyi gözeteceklerini anlamak çok zor olmasa gerek.
12 yıllık iktidarlarının ilk 5 yılı adım adım ülkeyi yağmalayan Akp, son 3-4 yılda maraton koşucusundan kısa mesafe koşucusu kıvamına gelerek, uşaklıklarını gözle görülür biçimde hızlandırdılar.
Bizlerse, neye itiraz edeceğimizi bile bilmeden, birilerinin yönlendirmesiyle aptalca tepkiler veriyoruz.
Biraz düşünmek yeterli olur. Operada mescit olur mu lan amına koyayım! Opera başlamış, tam da ezan okunmaya başlıyor. İzleyicilerin bir bölümü "Hacım ben namazı kaçırmayayım, ben müsaade et" diye yerinden kalkıp, mescide mi gidecek? Bu kadar güdük bir şey olması mümkün mü?
Herifler bizi fena düdüklüyor, götümüze çarpa çarpa sikiyorlar, biz mal mal neye tepki verdiğimizi bilmeden car car bağırıyoruz.
Bak şimdi konu nereye geldi. Yiğit Ergün ismini kaç kişi biliyor?
Çağlayan'ı ikinci adres yapan insanlardan kaçı tanıyor ya da? İnanın, art niyetsiz soruyorum.
Abdullah Gül denen arkadaşın, İstanbul Üniversitesi ziyaretinde çantasında 3 tane yumurta bulunduğu için 11 yıl hapsi istenen gencecik bir hukuk öğrencisi. 7 Haziran saat 10.30’da Çağlayan Adliyesi’nde davası görülmeye başlanacak.
Hak, adalet, özgürlük vs vs diye bağıran adamların biri tenezzül edip de gider mi acaba? Bir yavşağa biat edenler, gencecik bir adama destek verebilir mi? Soruların yanıtlarını gayet iyi biliyoruz. Tabii ki hayır.
Ülke çığrından çıktı. Üniversite öğrencileri abluka altında, memurlar, işçiler, yazarlar, akademisyenler, gazeteciler kuşatmada. Biz nelerin derdine düşmüşüz, nelerle uğraşıyoruz. Açıkçası, kendi adıma utandığım çok an oluyor.
İktidara geldiklerinde "değiştik" edebiyatı yapanların "Yumurtadan korkan devlet" haline dönüşmesi aslında bu heriflerin ne denli korkak olduğunu gösteriyor. Bakmayın sergiledikleri güç gösterilerine, kumdan kale gibiler, kendileri de bunun farkında ve o yüzden bu denli korkuyorlar.
Konudan konuya atladık. Neye itiraz ettiğinizi bilin lan artık. Koyun gibi birilerinin deli saçmalarının arkasına takılmayın. Bir boka itiraz ettiğinizde, onun ne olduğunu, ne olmadığını, neleri içerdiğini araştırın. "Acun'da akşam ne oldu?" diye sorsam, bilmeyen yoktur ama operada mescit diye göt yırtar dururuz.
Bu vesileyle Türkçe Olimpiyatları denen organizasyonun da götüne koymayı borç bilirim.
O değil de, tatile çıksak ya, ebem sikildi.
5 Haziran 2012
Yeter lan yeter!
3 Temmuz'dan bu yana gelişen süreçte... Yok lan, mal mıyım böyle başlayayım. Bunu duymaktan millet kusma noktasına geldi. Ağzını açan bu cümleyle başlıyor, sonun ne olduğunun önemi yok.
Akşama doğru Fenerbahçe yönetimi, bir açıklama yaptı, resmi internet sitesinden. Takkenin düşüp, kelin göründüğü noktaya gelindiğinin açık bir itirafı niteliğindeydi ama her zamanki gibi yiğitliğe bok sürmeden, tehditle bitiyordu. Bir yıldır aynı teraneyi duymaktan bıktım. Daimi olarak birileri tehdit ediliyor ama kim olduğu belli değil; ismi yok, cismi yok. Hedef kim, tamamen meçhul.
Lisede bir arkadaş vardı, eleman iki gün okula gelmedi. Telefon açtık, yanıt vermiyor v.s. Atladım evine gittim, herifin yüzü gözü dağılmış ama ilk cümle olarak "Abi sen onları görecektin, alayının suratını siktim" dedi. Fenerbahçe yönetimi de, tam böyle.
Ağzına sıçılmış, bir senedir taraftarını masallarla uyutuyorsun ama "Sabrımız taşıyor" diye gözdağı veriyorsun. Salak mısınız birader, göt elden gidiyor, siz halen sabırdan söz ediyorsunuz. Belli işte, ağzına yüzüne sıçmışlar, daha neyin delikanlılığını yapıyorsun.
Bugünden itibaren kuvvetle muhtemel, insanlar kandırıldıkları yönünde ikna olacaklardır. Buraya gelir, küfreder, bağırır, çağırır da, içten içe keriz yerine konulduğunun açık açık farkında. Bazıları zaten kerizliğe teşneydi, bazıları cidden saf takım sevgisi yüzünden bu hale geldi.
Şu bir yıla yaklaşan sürede, ortaya garip kanaat önderleri çıktı. Kitlesel olarak tanınmayan tipler, mitinglerde konuştu. Ne bileyim, kendimi yerine koyuyorum, Galatasaray Kulübü'nün düzenlediği mitingde konuşacağım. (Taraftar düzenledi diyenin de sıfatına sıçayım) Oğlum ben kimim lan, bir kulüp adına konuşacağım! Bir kere kendimde o haddi göremem.
Zaten bir noktada düşünürüm, "Mal mısın lan, koskoca kulübü savunmak sana mı düştü?" diye bir sorarım kendime. Hoş, şu sürecin öznesi Galatasaray olsa ilk cümlem "Şerefinizle ikinci lige gidip, temizlenip gelin" olurdu, o da ayrı hadise.
Bu kanaat önderlerinin ortak özellikleri, kulüp kalın bağırsağı şeklinde konuşmaları. Hakikaten hepsinin çalışma prensibi genel olarak bu yönde. Fenerbahçe Kulübü, söyleyemediği ama söylemek istediği pek çok şeyi, bu boşaltım sistemleri vasıtasıyla yaptılar. Bir taraftan kavgaya girmek istiyorlar ama ortadaki belgelere bakınca (Kime belge desem Emenike diye amk. Yavşak basının yazdığı ve olmayan bir şey, diğer olan her şeyi gölgeliyor ya da yok ediyor sanki) herifler açıktan kavga da yürütemiyorlar.
O yüzden, sıfatlarını kimsenin görmediği birtakım tipler peydah oluverdi ve "Haydi arkadaşlar Çağlayan'a", "Yürüyün koçlar Silivri'ye", "Topuk yaylasına gitmeyenin çükü düşsün" türünden gazlı-sazlı sözlemlerle insanları harekete geçirdiler.
Kitleleri harekete geçirmek sanıldığından kolaydır. Hele hele harekete geçmek için tetikle bekleyen insanlara yön tayin etmek çok daha kolaydır. Kitle bu gazlarla hareket etmeye başladı. Gaz yedi, dayak yedi, cop yedi. Bunları asla tasvip etmiyorum. "Oh olsun" türünden götlük kokan şeyleri asla söylemedim. Ancak şu kesin ki, pek çok insan savunduğu şeyi bilmeden sokaklara çıktı.
Zaten bir bölümü CAS davasının geri çekilmesiyle hayal kırıklığına uğramıştı ama bugünkü açıklamadan sonra pek çok kişi, oturup düşünecektir ve kulüple birlikte hareket eden bu kasık kılı kıvamında bir boka yaramayan kanaat önderlerinin, kendilerini yanlış yöne ittiklerini göreceklerdir.
O kadar gerizekalı ve aptallar ki, UEFA'nın işlevi olmayan dernek olduğunu bile söylediler. Lan kızım, lan evladım; ne çeşit bir tek hücrelisiniz siz?
Beyninizi götünüzde mi taşıyorsunuz? Herifler çatır çatır karar alıyor, "Şüphe bulsam sikerim" diyor, bunlar "UEFA cıss yapar yalanı tutmadı. Bu da geçer" diye eğleniyor. Lan bunu söyleyen, mahkemede "Ama ben bu kadar soru sorulacağını bilmiyordum" diye panikleyen sığır. Bu salağı önüne nasıl düşersiniz? Türkiye'nin en büyük kulüplerinden birini savunmak bunlara mı düştü? Sadece şu soruyu sorsan kendine, zaten bunların ne kadar malak olduğunu anlarsın.
Olay artık öyle noktalara çekildi ki, şike davası Cihan Kırmızıgül, Ahmet Şık, Nedim Şener, hatta hızını alamayın Giordano gibi isimlerle örneklendirilir oldu.
Şuraya kadar küfretmedim ama buradan sonra ederim. Kitabınızı sikeyim sizin, Giordano'yu, üniversiteli bir genci, mesleklerini onurlarıyla yapan iki gazeteciyi, bir kompradorla nasıl bir tutarsın kafası olmayan deliksiz sik! Duyan sanacak ki, Aziz Yıldırım devrim neferi, doğru bildiklerinden vazgeçmediği için kellesini verebilecek onur abidesi.
Ulan herif bu ülkedeki futbolun geçmişini sikti, bunlar hâlâ herifi kime benzetsek de, daha mazlum bir hale getiririz derdinde. İki gramlık ahlakınız olsa, şu isimlerle Aziz Yıldırım gibi bir herifi biraraya getirmezsiniz. Ama yöneticinizin dediği gibi "Her yol mübah" size. Yeter ki, Aziz Yıldırım çıksın.
Şu işin içinde Galatasaray ve onun başkanı olsa, o başkanın hayatının sikilmesi için elimden geleni yaparım. Benim kulübümü her tür pisliğe, yozlaşmaya götürecek, ben onu savunacağım. Teeee amına korum öyle işin.
Cemaat dediniz, kulübünüzün ileri gelenleri bir taşaklarını yalamadığı kaldı. Siktir git, önce aranda anlaş gel.
Bir elinizi, yüzünüzü yıkayın. Size her gün yalan söyleyen insanları aranızdan sıyırın. Elbette insan tuttuğu takımı sever, ona toz konduramaz, kendine yediremez de. Bir zahmet oturup şu yöneticilerin muhabbetlerini okuyun. Şu sik kafalı Japon askeri kıvamındaki kanaat önderlerinizin de götüne tekmeyi basın. 3-5 salak, prim üstüne prim yaptı, kendilerine verilen emirler doğrultusunda.
Neyse uzattıkça uzattım. Bugünkü açıklamanın son cümlelerine esir oldum. "Açıkça ifade etmeliyiz ki, sabrımız taşmak üzeredir. Gelinen noktada, camiamız ve spor kamuoyu, Fenerbahçe Spor Kulübü’ne karşı hukuk dışı yolları tercih edenlerle, her yerde ve her tür bedeli göze alarak savaşmaya hazırdır. Unutulmamalıdır ki Fenerbahçe darağacında değildir; Unutulmamalıdır ki Fenerbahçe son sözünü henüz söylememiştir."
Bak bak, açıklamaya bak sen. Sabrı taşıyormuş. Heriflerdeki nasıl bir sabırsa hiç taşmıyor ama her olayda da taşmak üzere. Öyle sınırda bir yerlerde taşmaya hazır bekliyor. O sabır taşmazsa geçmişinizi sikeyim zaten. Neyse ağzınızdaki bakla çıkartın, boş boş sallamayı bırakın artık.
Başkanları "Türkiye'yi sallayacak açıklama yapacağım" der, bırak sallanmayı, yellenemez bile.
Yöneticisi "Bu dava bizim onur davamız" der, söylemesinin ardından bir hafta geçmeden onurundan feragat eder. Sağınıza, solunuza bir bakın, bu kadar gaza gelmeyin. Hele hele birtakım salakların önderlik etmesi nedir lan!
Lan yeter! Hakikaten yeter. Çıkın adam gibi "Yaptıysak yaptık ama küme düşmek istemiyoruz" deyin. Söylemiyorsanız da, bırakın artık bu darağacı gibi iğrenç muhabbetleri.
Bu vesileyle Türkçe Olimpiyatları'nın da götüne koyayım...
3 Haziran 2012
Ölüm yıldönümü olmayan adam
Ben Senden Önce Ölmek İsterim
Ben
senden önce ölmek isterim.
Gidenin arkasından gelen
gideni bulacak mı zannediyorsun?
Ben zannetmiyorum bunu.
İyisi mi, beni yaktırırsın,
odanda ocağın üstüne korsun
içinde bir kavanozun.
Kavanoz camdan olsun,
şeffaf, beyaz camdan olsun
ki içinde beni görebilesin...
Fedakârlığımı anlıyorsun :
vazgeçtim toprak olmaktan,
vazgeçtim çiçek olmaktan
senin yanında kalabilmek için.
Ve toz oluyorum
yaşıyorum yanında senin.
Sonra, sen de ölünce
kavanozuma gelirsin.
Ve orda beraber yaşarız
külümün içinde külün,
ta ki bir savruk gelin
yahut vefasız bir torun
bizi ordan atana kadar...
Ama biz
o zamana kadar
o kadar
karışacağız
ki birbirimize,
atıldığımız çöplükte bile zerrelerimiz
yan yana düşecek.
Toprağa beraber dalacağız.
Ve bir gün yabani bir çiçek
bu toprak parçasından nemlenip filizlenirse
sapında muhakkak
iki çiçek açacak :
biri sen
biri de ben.
Ben
daha ölümü düşünmüyorum.
Ben daha bir çocuk doğuracağım.
Hayat taşıyor içimden.
Kaynıyor kanım.
Yaşayacağım, ama çok, pek çok,
ama sen de beraber.
Ama ölüm de korkutmuyor beni.
Yalnız pek sevimsiz buluyorum
bizim cenaze şeklini.
Ben ölünceye kadar da
bu düzelir herhalde.
Hapisten çıkmak ihtimalin var mı bu günlerde?
İçimden bir şey :
belki diyor.
Nâzım Hikmet Ran
Bu topraklardan çıktığın için öylesine şanslıyız ki. Senin ölüm yıldönümün yok usta.