17 Aralık 2014

3 Temmuz'un tek kazananı Fenerbahçe


16 Aralık akşamı, Star TV ekranlarında 'özel haber' ibaresiyle bir haber yayınlandı. Haberde Fenerbahçe Başkanı Aziz Yıldırım'ın 3 Temmuz şike operasyonunda görev alan herkesten şikâyetçi olduğu belirtilerek, Aziz Yıldırım'a göre, şike operasyonunun amacının Fenerbahçe ile dönemin Başbakanı olan Recep Tayip Erdoğan’ı karşı karşıya getirmek olduğu belirtiliyor.

3 Temmuz şike sürecinden bu yana duyduğumuz iki temel savunma vardı Fenerbahçeliler tarafından. Biri cemaatin Fenerbahçe'yi ele geçirmek istediği, diğeri ise AKP'nin Fenerbahçe'yi ele geçirmek istediğiydi.

Bunlarla ilgili büyük büyük yazarlarımız çokça yazı kaleme aldılar. Misal Can Dündar, 11-07-2011 tarihinde Milliyet Gazetesi'nde yazdığı köşesinde şunları söylemektedir; "Fenerbahçe’de yaşanan, bir temizlik çalışması değil, bir iktidar çatışmasıdır; dolayısıyla siyasaldır. 2011 seçimlerinin ilk faturaları kesilmeye başlandı. “Bundan sonra ne olur” diye soranlara yukarıda örnekler verdiğim tarihi hatırlamalarını tavsiye ederim. Cevabı orada var. Bu, siyasetteki yapılanmaya paralel bir darbedir. Arkası gelecektir. Her devir olduğu gibi yine eski çerçeveler indirilip yenileri asılacaktır. Top, şimdi iktidarın ayağındadır."

Tayyip Erdoğan'la yavrusu Bilal arasında geçen konuşmalar, "Fenerbahçe'ye operasyon böyle yapıldı" başlığıyla muhalif etiketiyle yayın yapan sitelerde yayınlandı. Oysa görüşmenin içeriğini dinlediğinizde, ortada Bilal'in bir oyu olduğu ve onun gidip kullanılması gerektiği ve şike sürecinde Platini'nin 'adı geçen takımları küme düşürün' demesine karşın Tayyip Erdoğan'ın nasıl göğsünü siper edercesine karşı durduğundan başka bir şey yok.

17-25 Aralık yolsuzluk ve rüşvet operasyonundan sonra işin rengi değişiyor. Çünkü devreye artık devletin Başbakanı tarafından 'paralel yapı' adı verilen ve direkt olarak Fethullah Gülen cemaatini hedef alan bir yapı ortaya konuyor.

Paralel yapı artık her yerde dillendirilmeye başlanmışken, Aziz Yıldırım BBCTürkçe'ye şunları söylüyor: "Yapılan bütün operasyonları cemaat yapmıştır. Paralel devletin kurbanı. Yargıtay kararına kadar olan kısımda evet bunu düşünüyorum. Ama Yargıtay kararını veren hakimlerin paralel devletin adamı mı yoksa Türkiye Cumhuriyeti'nin mi yani bu hükümetin mi adamı olduğuna karar veremiyorum. Ne olduğuna karar veremiyorum."

wsj.com.tr'den Emre Peker'in sorularını yanıtlayan Aziz Yıldırım, "Bütün bu dosyaların arkasında Gülen mi var, böyle mi düşünüyorsunuz?" sorusuna "Bunu ben düşünmüyorum. Bunu Türkiye Cumhuriyeti'nin başbakanı düşünüyor. 17 Aralık'ta yapılan yolsuzluk operasyonundan sonra başbakan çıkarak ÖYM'lerde yapılan bütün davaların kumpas olduğunu söyledi" yanıtı verip, aynı gün ajanslara AKP ile Cemaat'in 11 yıl boyunca birlikte iktidara yürüdüğünü ve wsj.com.tr'ye verdiği röportajda sözlerinin sadece bir camiayı hedef alındığı gibi gösterilmeye çalışıldığını söyleyerek, bir taraftan da cemaatin tüm suçlu olmadığını söylemeye çalışıyor.

Tüm bunlardan anladığımız şu; Aziz Yıldırım her konuşmasında Gülen cemaatini Başbakan'ın 17-25 Aralık sonrası sözlerini adres gösterip açık açık suçlarken, bir taraftan da üstü kapalı biçimde AKP iktidarını suçluyor ama bunu net ifadeler yerine flu açıklamalarla yapıyor.

17-25 Aralık yolsuzluk ve rüşvet operasyonları sonrası "Şike yaptıysam Fenerbahçe için yaptım. Ben kendim için şike yapmadım" diyen Aziz Yıldırım ve Fenerbahçe yöneticilerinin bugün başka bir rotaya girdikleri ortadadır.

Ne gariptir ki, gözümüzün içine baka baka hırsızlık yapanların da, mahkeme salonlarında savunma verirken 'şike yapmadık' yerine 'ama onlar da yaptı' diyenlerin en büyük şikâyeti usulsüz dinlemeler olmuştur.

İktidardan şikayet edip, "O statta maalesef sayın Cumhurbaşkanı'na da protesto yapıldı" diyenler de aynı camianın, şike savunmasında "Bu kanunun çıkmasında Türk sporunun gerçeklerini görerek çıkması için her türlü desteği veren Sayın Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'a teşekkür ediyorum" diyenler de aynı camianın mensupları.

Garip bir süreç yaşandı 3 Temmuz'dan sonra. O güne kadar yapılan bütün operasyonların arkasında duran Cengiz Çandar, Ergun Babahan gibi fanatik yazarlar, Nedim Şener, Ahmet Şık gibi yazarlar ya da Genelkurmay Başkanı cezaevine atıldığında Türkiye'nin bağırsaklarını temizlediği yorumları yapıp, yaşanan hukuksuzlukların hiçbirine ses çıkartmazken, söz konusu Fenerbahçe olunca, bambaşka ruh haline büründüler.

Bugün artık bütün pislikleri, cemaat denen iğrenç oluşumun üstüne yıkmak en geçerli yöntem. Koluna 700 bin dolarlık saat takıp, 34 milyon Euro rüşvet alan adam da cemaati suçluyor, "Şike yaptıysam Fenerbahçe için yaptım" diyen adam da cemaati suçluyor. Ülkenin muktedirlerinin gösterdiği adres değişmediği sürece, bu durum değişim göstermeyecek.

'Bizi ele geçirmek istediler' diyerek, adresi belirsiz mesajlar verenler, artık "O statta maalesef sayın Cumhurbaşkanı'na da protesto yapıldı" cumhurbaşkanlarına sonsuz bağlılıklarını sunuyorlar.

Sürekli Mesut Yılmaz örneği veren Fenerbahçeliler, bugüne dek hep siyasi güce yakın durduğunu kabul etmek zorunda. Bu ülke tarihinde başbakanlığı döneminde bile Fenerbahçe başkanlığını bırakmayanlar, orgenerallerin futbolcu transferine evrak yetiştirmek için jet havalandırması kadar geniş bir yelpazede Fenerbahçe-siyasal erk yakınlığı yaşanmıştır.

Onların deyimiyle 'Sayın Başbakan'ın ricasıyla Suriye'de özel maç yapanlar, Demokrat Parti'den milletvekili yapılan Zeki Rıza Sporel'in, Adnan Menderes'in direktifiyle Fenerbahçe'nin SSCB ile ilişkileri yakınlaştırmak için Fenerbahçe'nin Sovyetlere gönderildiğini hatırlamazlar.

Ya da bugün 'Stadımızı kendimiz yaptık' diye böbürlenenler, Şükrü Saraçoğlu'nun Fenerbahçe başkanlığı ve TC başbakanlığı döneminde Fenerbahçe Stadı'nın satın alınmadığını da bilmezler.

Ülkenin başındaki en büyük bela göreve geldiğinde, "Türkiye'ye yakışan Fenerli başbakan" pankartı açanlar, acaba şu an ne düşünüyordur merak ediyorum.

'Sen böyleydin, ben böyleydim' tartışmasına girmek istemiyorum ama yakın tarihte yaşananlara baktığımızda, cezalandırıldığını düşünenlerin, aslında ödüllendirildiği ortada. Paha biçilemeyen lise arazilerinin peşkeşi, sportif amaçlı verilen tesislerin turistik işletmeye verilmesi, sadece Bursa'da yerel bir gazeteye verilen ilanla yüzmilyonlarca liralık bir spor salonunun bedavaya yapılması, kaçak marina yapılan tesisler gibi pek çok şey, bugün 'bizi ele geçirmeye çalıştılar' dedikleri devlet ve cemaat tarafından Fenerbahçe'ye çekilen peşkeşlerden bazıları.

Kumarda nasıl sadece kasa kazanır kuralı geçerliyse, 3 Temmuz'un tek kazananı da Fenerbahçe olmuştur. AKP iktidarı devam ettiği sürece de kazanmaya devam edeceklerinden emin olun. Daha nice tesisler, şampiyonluklar, 'zaferler' elde edeceklerinden şüpheniz olmasın.

Çünkü bir hırsızın hırsız olup olmadığını başka bir hırsıza soramazsınız. Sorduğunuzda alacağınız yanıt, onun temiz olduğundan başka bir şey değildir. Bu süreçte yaşadığımız şey, hırsızlara kol kanat gerildiğidir, üstelik siyaseten bambaşka yelpazelerde olup, fikren asla anlaşamayan insanların biraraya geldiğini gördük.

Galatasaraylılar için de minik dipnot vereyim, bir süre daha sportif-mali başarı filan beklemesin kimse. Şimdiden herkes kendisini bundan çok daha kötü günlere hazırlasın.

Bu vesileyle Türkiye'ye yakışan Fenerli başbakanın diyenlerin ayrıca sülalesini sikeyim...

16 Aralık 2014

İçinizdeki nefreti sakın söndürmeyin


Türkiye'de yaşıyorsanız ve ruh sağlığınızı halen koruyabiliyorsanız, öncelikle bu arkadaşları canı gönülden tebrik etmek gerekir. Ülkenin geldiği noktada, artık garip diye tabir edilemeyecek şeyler yaşanıyor, 'olmaz' denenler gerçekleşiyor.

Misal bundan 6 yıl önce hanginiz 'Fethullah Gülen ve Erdoğan' arasında bir savaş başlayacağını ve Erdoğan'ın 'İnlerine gireceğiz, inlerine' diye ağzından köpükler saça saça bağıracağını düşünüyorsunuz? Bu soruya 'ben' diye yanıt verenin alnını karışlarım.

Ya da Ahmet Şık tutuklanırken, 'Açıklanamayacak deliller var, gözaltıların gazetecilikle ilgisi yok' manşetine Genel Yayın Yönetmeni olarak imza atan Ekrem Dumanlı'nın ve Zaman gazetesi avanesinin Ahmet Şık'tan helallik isteyeceğini, 'biz senin özgürlüğüne sahip çıkamamıştık' diyeceğini, bırakın düşünmeyi, hanginiz hayal ederdiniz?

Bunu aptal bir iyimserlikle söylemiyorum ama bu devranın döneceğini hep düşündüm ve halen de düşünüyorum.

Tıpkı dün ÇYDD'nin burs verdiği kızların, askerlerle yattığını söyleyecek kadar acımasızca, vicdansızca, ahlaksızca haberler yapanların; 'biz mağduruz' edebiyatıyla basın özgürlüğünden, bireysel hak ve hürriyetlerden söz edenlerin gözaltına alındığı gibi, bir gün elindeki iktidar gücünü olanca hoyratlığıyla kullananların da aynı sonu yaşayacağını düşünüyorum.

Ülkede yapılan atamalara bir bakın. Kimlerin hangi görevlere getirildiğini, paranoyaklığın hangi boyutlara geldiğini iyi göreceksiniz.

PTT Genel Müdürü'nden ya da Kooperatifçilik Genel Müdürü'nden Danıştay üyesi yapmaya çalışmak ya da AKP İstanbul İl Gençlik Kolları Başkanı'nı Anadolu Ajansı'nın başına geçirmek, birileri için çemberin gittikçe daraldığını gösteriyor.

Evet, ülke açısından bakıldığında trajik, distopik gibi görünüyor ama baktığınız tarafı değiştirdiğinizde, aslında ne kadar çaresiz kaldıklarının da bir göstergesidir şu atamalar.

Çünkü çevrelerinde güvenebilecekleri insan sayısı yavaş yavaş azalıyor. Öylesine iğrenç bir sistem kurdular ki, yatağa kafalarını koyduklarında kafalarında sürekli dönüp dolaşan bir şüphe ordusu ile başbaşa kalıyorlar. Devletin en önemli kurumlarına, liyakatla, yeterlilikle değil, sadece ve sadece kendilerine sonsuz biat edebilecek tipleri atamaya başladılar. Bu atamalar, büyük bir çaresizliğin dışavurumundan başka bir şey değil.

Bundan sonra mahalle bakkalından Anayasa Mahkemesi üyesi yapsalar bile zerre şaşırmam, ellerindeki 'insan' stoku azaldı, hatta bitme noktasına geldi.

O yüzdendir ki, bir bakan karşısında soytarılık yapmaktan çekinmeyen, 'indir fermuarı al ağzına' desen, bir saniye bile şüphe etmeyecek ama devran dönünce, 'sıra ben de, fermuarı indirdim al ağzına' diyebilecek türden insanları ülkenin en önemli kurumlarına atamaktan geri durmuyorlar.

Geri sayımın başladığını çok iyi biliyorlar, o yüzden dehlizli saraylar, sonsuz biat eden soytarılar, sözlerinden çıkmayan sanatçı müsveddeleri, sadık medyaya milyonlarca lira akıtıyorlar.

Tahmin edemeyeceğimiz şeyleri birer birer yaşıyoruz, sadece paranın birlikteliğinden oluşan 'güçlü dostluklar', 'stratejik birliktelikler' kumdan kale gibi çöküyor. Bu kumdan kalelerin altında kalanlar bir süre sonra ellerindeki ateş topunu sahiplerine fırlatmaya başlayacak. Herkes kendisini kurtarmak için itiraf edecek şerefsizliğini, ahlaksızlığını. Bu şerefsizliği, Ahmet Şık için 'Biz senin özgürlüğüne sahip çıkamadık, hakkını helal et' diyenlere bakarak görebilirsiniz. Bunun örnekleri çoğalacak. Oturdukları villaları, konakları, şişkin banka hesaplarını, kalemlerini yani şereflerini satarak kazananların, ağlama duvarında sıraya geçtiklerini yaşayacağız.

12 yıllık süreçte kendinden olmayana yaşama şansı vermeyenler, sokaklarda gençleri öldürenler, yalan haberlerle hayat karartanlar, ipe sapa gelmez saçma sapan davalarla can yakanlar, yoksul halkın tepesine basa basa zenginleşenler için bir hesap günü olacak.

O gün kininizi, nefretinizi, hıncınızı sakın ola bastırmayın. İster iki metreden kafasından vurulmuş Ethem'i düşünün, oğlu ölmüş bir anaya miting meydanlarından küfür ettirildiğini düşünün, ister Ergenekon kasası diye cenazesini belediyenin kaldırdığı Kuddusi Okkır'ı düşünün, ister cebinizden çalınan parayla kollarına yüz binlerce liralık saat takanları düşünün, ister Roboski'de üstüne bomba yağdırılan köylüleri düşünün, ister üç kuruş daha fazla kâr için Soma'da öldürülen madencileri düşünün, ister döve döve öldürülen Ali İsmail'i düşünün, ister yerde tekmelenirken bebeğini düşüren üniversite öğrencisi genç kızı düşünün, ister Sivas'ta yakılan insanların davasında zaman aşımı olduğunda 'hayırlı olsun' diyenleri düşünün, ister 36 günlükken Konya'da açlıktan ölen adı bile konulmamış bebeği düşünün, ister Yusuf Yerkel'in tekmesini düşünün, ister cenazesi çuvala konulan minik Muharrem'i düşünün, ister kesilen ağaçları düşünün, ister satılan toprakları düşünün...

Sakın ama sakın, zamanı geldiğinde içinizdeki nefreti söndürmeyin. Zira o nefret, bugün yaşananları söndürebilecek tek şeydir. O gün geldiğinde ben vicdanımı süresiz izne çıkartacağım...

Bu vesileyle o tekme atan ayağın sülalenin amına girsin, orospunun evladı...

Not: Bu yazı az küfürlü oldu ama birkaç güne acayip küfürlü Galatasaray yazısı yazacağım. Küfürleri ona sakladım

11 Kasım 2014

Hakikaten büyük orospu çocuğusunuz



Basketbolla aramdaki şey, babamın dükkânına yakın Spor Sergi Sarayı'yla başladı. O dönemler kılkuyruk gençsin, hayatın varsa yoksa futbol, diğer sporları izlemeyi ihanet gibi sayıyordum. Şimdi düşününce bildiğin sik kafalının tekiymişim, hoş halen öyleyim.

Neyse, babamın Osmanbey'de dükkânı vardı, hafta sonları gelip giderdim, beleş gazoz ve kakao içerdim. Özellikle kakaonun hastasıydım. Sözüm ona babama yardıma gidiyorum, bütün gün gelsin kakao, gitsin gazoz takılırdım. Bir gün bir davetiye geldi, babam 'hadi bugün seni maça götüreyim' dedim. Ben nasıl bir keyifle 'tamam' dedim ama maç dediğini salt futboldan ibaret saydığım için bir basketbol karşılaşması olduğunu öğrendiğimde uğradığım hayal kırıklığını asla unutamam.

'Fenerbahçe ile Galatasaray oynayacak' deyince biraz keyiflendim ama futbol olmadığı için de içim buruk biçimde Spor ve Sergi Sarayı'nın yolunu tuttuk. Fenerbahçeli Halil Dağlı'nın jübile maçıymış. Adam babamın arkadaşıymış. İnanın maç kaç kaç bitti, kim kazandı hatırlamıyorum bile ama acayip zevk aldım basketbol denen oyundan.

Ben bu maçtan sonra artık spor sayfasında sadece futbol okuduğum gazetede basketbol sonuçlarına da bakar oldum. Galatasaray'ın o şahane kadrosunun olduğu yıllar. Dawkins, Michaelle Scarce, Cihat, İzic filan, o kadro işte.

O dönemler maçlar TRT'de Avni Küpeli'nin programı vardı. Hafızam beni yanıltmıyorsa salı akşamları yayınlanırdı. Avni Küpeli'nin o iğrenç anlatımına katlanarak izlerdim.

Çok uzatmayayım, futboldan sonra ilk ağladığım maç, Galatasaray ile Karşıyaka final serisini kaybettiğimiz maçtı. Hiç unutmadığım bir andır, maçı televizyondan izledim, sonra balkona çıkıp hüngür hüngür ağladım.

Sonra senelerce basketbol izlemedim Michael Jordan'ın yeniden dönüşünün ikinci dönemine kadar. O dönem 3 dost bir evde bütün serileri izliyorduk. Jordan bıraktı, ben de izlemeyi bıraktım. (Ya bu kadar değil aslında da kısa tutayım dedim, uykum var amk. Ama söz, bir ara yazarım)

Gel zaman git zaman NTV'de çalıştığım yıllarda maçlar NTV'den yayınlanıyor. Gece çalışıyorum, eve geliyorum, haliyle uyku yok, NBA maçlarını izlemeye başladım. Yeniden izlemeye başlamamın nedeni Kaan Kural oldu. Tek bir kelime bile muabbet etmedim, aynı binada çalışmamıza karşın ama herifin yorumculuğunu çok sevdim. Sadece bir basketbol maçı izlemiyordum, aynı zamanda tonla bilgi sahibi oluyordun. Benim kafamda 'yorumcu nasıl olmalı?' sorusunun yanıtı net olarak Kaan Kural oldu.

Biraz önce Kaan Kural'ın yorumculuğunu bıraktığını okudum şu linkten. Samimi olarak söylüyorum Galatasaraylı olduğundan bu röportajda bilgi sahibi oldum. Fenerbahçeli, Beşiktaşlı ya da Yozgatsikimsporlu (Yozgatlılar eylem yapar amk şimdi) olsa da fark etmezdi, çünkü hayatım boyunca bir adamın hangi takımlı olduğu beni ilgilendirmedi. 20 yaşımdan beri 'iyi insan, kötü insan' gözettim çünkü.

Bu ülkede işini iyi yapanların devri geçti. Kime ne kadar biat ettiğin, bulunduğun camianın ya da ortamın şekline ne kadar girdiğinle daha önemli bir hal almaya başladı iş hayatında ilerleme noktan. Bugün televizyonlarda, gazetelerde, radyolarda gücün karşısında eğilenler, o güce götünü dönenler alabildiğine yürüdü. 10 yıl önce kimsenin ismini bilmediği orospularla, orospu çocukları bugün yalılarda filan oturmaya başladı. Medyanın üstünden silindir gibi geçildi çünkü bugün kaçak saraylarda oturan cumhurbaşkanı 'ya bendensin, ya yok olursun' diye açık açık onlarca kez açıklama yaptı. Halen de yapıyor herif 'bunlara operasyon şart' diye hedef gösteriyor.

Basketbol denilince benim aklıma gelen 2-3 isimden biri Kaan Kural, üstelik benim için en değerli olanı. Şimdi bu adam, sadece ve sadece doğruyu söyledi diye, işsiz bırakılıyor, işsiz bırakmakla da yetinmeyip, birtakım amın feryatları, ufacık kızına bile küfür ediyor.

İktidarla ortak paydası olanlara bir göz gezdirin; kimler olduğuna iyi bakın. Milyon dolarlık 'koca koca!' kulüp yöneticileri bir insanın ekmeği ile gayet rahat oynayabiliyor. Üstelik bunu yaparken, sanki hayatın olağan akışı içindeymişcesine davranıyorlar. Neden? Bir insan kendi bildiği doğruları söylüyor diye. O isim Kaan Kural olmuş, Ahmet Tural olmuş önemi yok. Sürekli bir faşizm muhabbeti dönüyor ya, işte faşizm net olarak budur. Kendinden olmayana yaşama şansı vermemek, onu hayatın içinden silip atmak, yaptığı işten alıkoymak. Faşizm sadece siyasi bir görüş değildir, faşizm kimi zaman kendisini bir gazeteciyi işsiz bırakmak olarak gösterir, kimi zaman kendi gibi düşünmeyen taraftarın kombinesini iptal etmekle olur.

Kaan Kural belki de bu durumdan rahatsız değildir, Kadıköy'de kafes açıyormuş. Muhtemelen kafası çok daha rahat olur, bu iğrenç ortamdan kurtulduğu için. Ama ben rahatsızım, bu ülkede işini doğru düzgün yapan insanların birer birer kapı dışarı edilmesinden, beni işini doğru yapan insanlardan mahrum bırakmalarından rahatsızım. Hatta rahatsızlık bir yana, bu anasını siktiğimin orospu çocuklarına aklıma geldikçe küfür ediyorum. O isim Murat Özaydınlı olmuş, Mahmut Uslu olmuş umrumda bile değil.

Ülkenin, her alanda işini bilmeyen, sadece güçlülerin önünde domalıp götünü siktirmeye hazır yavşaklara bırakılması artık ciddi ciddi öfke nöbetleri geçirmeme sebep oluyor. Üç-beş ezbere alınmış cümle ile, hemen her konuda ahkâm kesen, para için anasını sikenlere 'neden bacımı sikmedin?' diye hayıflanacak tonla insan medyada ama Kaan Kural gibi işini son derece düzgün yapan, bilgili, eğitimli, donanımlı insanlar medyadan silinip atılacak!

Böyle sistemin geçmişini sikeyim, bu sistemi yaratanların da sülalesini sikeyim.

En sinir bozucu olan yanı ne biliyor musun? Bunların hepsini aslında normalmiş gibi gören insanlar. Sanki olması gereken buymuş gibi davranmaya başladı herkes.

Kaan Kural isminin önemi yok, sadece şunu düşün, iyi bir eğitim almışsın, işini iyi yapıyorsun ama birileriin götünü yalamadığın için güçlünün yanında yer almadığın için kıçına tekmeyi vuruyorlar. Bugün o isim Kaan Kural olur, yarın sen olursun. Sıra sana geldiğinde de, bu iğrenç düzene tepki vermediğin için yanında kimseyi bulamazsın. Ya da hayat boyu birilerinin götünü yalamayı içine sindirip, bu yavşaklardan biri olursun.

Bu sessizlik, bu tepkisizlik, mide bulandırıcı bir hal almaya başladı. Birileri sürekli ülkenin onursuzlar hanesine kaydını yaptırıyor.

Okuduğum röportajdan anladığım kadarıyla kendisi pek de istekli değil bu işlere girmeye ama Kaan Kural eğer kusura bakmazsa böyle kabullenmesini de ben kabul etmiyorum. Sikerler öyle işi, şu hayatta keyif aldığımız şeylerin de hepsi elimizden gitmesini de istemiyorum.

Aslında tek tek gibi yaşanan örnekler, koca bir kitle yaratıyor. Bu kitleye her gün yeni isimler ekleniyor. Tüm bu yaşananlar bize şunu söylüyor, "Biat et, biat et, biat et, biat et....."

Onursuzluğu içine sindirenlerin anasını sikeyim, ekmek parası filan diye zırvalayanların ayrıca sülalesini sikeyim. Bu günler er ya da geç bitecek, sonsuza kadar süreceğini sananlar gerizekalının dik alasıdır. O gün, aynaya baktığında kendinle yüzleşebilir misin bilmiyorum.

Bu vesileyle Kaan Kural'ın işsiz kalmasını sağlayan, onu işsiz bırakan kim var kim yok, analı, bacılı, babalı, dayılı sülalesini sikeyim. Hepiniz orospu çocuğusunuz.

Kendinize iyi bakın, bazı durumlar dışında insanlıktan ayrılmayın....

7 Kasım 2014

Filmin sonunu sen yazacaksın


Bazen bardağın dolması için olur olmaz, gelişigüzel, hiç beklenmedik bir şeyler yaşar insan. O bardak aslında dolmak için uzun süredir isyan halindedir ama sen tutarsın kendini, bir umut beklersin.

Ülkede öylesine şeyler yaşıyoruz ki, bardaklarımızdan bırakın damlayı oluk oluk akıyor sular, kabullenmek istemeyişimizden ötürü kendimizi kandırıyoruz.

Son birkaç aydır acayip şeyler yaşıyoruz şu ülkede, aklıma bir çırpıda gelen o kadar çok şey var ki, hangisini en üst sıraya koysam diye düşünüyorum, hepsinin en üstte olması gerektiğini düşünüyorum.

Bin odalı saraylar yapılıyor, madenler işçilere mezar oluyor, insanlar sokakta öldürülüyor, polis devleti denilen olgu kanunen yasalaşıyor, yanı başımızda insanlar katlediliyor, bırakın yaşam tarzımızı içtiğimiz sigaraya bile karışılıyor, işsizlik artıyor, kölelik düzeni denilen kiralık işçi dönemi geliyor, kadın cinayetleri her geçen gün artıyor, sünni faşizmi her geçen gün daha baskın şekilde pompalanıyor, yeşil alanlara tecavüz ediliyor, ülkede tek bir mahkeme kararı uygulanmıyor, saçma sapan bahanelerle insanlara davalar açılıyor, katiller ve hırsızlar elini kolunu sallaya sallaya dolaşıyor, televizyonlarda-gazetelerde birtakım insanlar her türlü soytarılığı yapıyor, medya susuyor, en değerli araziler birilerine peşkeş çekiliyor, ülkenin resmi kolluk güçleri 'yaşasın IŞİD' diye bağırıyor, ülkenin ele avuca gelen en değerli sanatçılarına sansür uygulanıyor, sinema-tiyatro sahneleri kapatılıp yerlerine AVM'ler oteller dikiliyor, en ufak hak arama talepleri bile en ileri faşist ülkelerdeki gibi bastırılıyor.

Daha ne yazayım bilmiyorum, bunların dışında onlarca şey yaşıyoruz ve hepsini sadece izliyoruz. Öylece, oturduğumuz yerde izliyoruz. 3-5 kişi biraraya gelip eylem yapınca oturduğumuz yerden alkışlıyoruz. Katılmak aklımızın ucundan bile geçmiyor.

Farkında mısınız bilmiyorum ama inanılmaz sindirildik. İktidar ve onun yanında yer alan güçler her ne yaparsa yapsın, hiçbirine tepki veremiyoruz, tepki verenlerin yanında olamıyoruz. Üç-beş kelime bir şey yazıp, bir bok yaptığımızı sanıyoruz, hepsi bu.

Oysa şu saydığım şeylerden herhangi biri, gelişmiş bir ülkede yaşansa, ortalığı ayağa kaldırır, bunların sorumluları yerlerinde duramaz. Hoş, bunlardan birine bile cesaret edemezler, başlarına gelecekleri düşündüklerinde.

Benim bardağımı dolduran şey şu video oldu.

Oturup izledim, sonra tekrar izledim ve tekrar, tekrar. Muhtemelen 50'nin kez izlemişimdir. Basit bir sarılma eylemine, insanların tepkisini her izlediğimde dehşete düşüyorum. Söylenenler bende inanılmaz bir etki uyandırıyor ve umutsuzluk duygusu her yanımı kaplıyor.

Bir taraftan, 'aslında böyle umutsuz olman için söyleniyor bu sözler' diyorum ama ülkede olup biten başka şeylere baktığımda, o içimdeki zerre kadar umut da yok oluveriyor.

Bu devlet benim hep bir hayat tarzı dayattı, nasıl yaşamamız, neye inanmamız, neyi alkışlamamız, neye karşı durmaya dair. Bunları çoğu zaman bilinçaltına aşıladı, resmi ideoloji olarak işaret etti, eğitim sisteminde öğretti ama böylesine 'bunları yapmazsan sana yaşama şansı yok' diye dikte etmedi.

Bu ülkede uzun zamandan bu yana adını koymadan 'bizdensen yaşama şansın var, karşıysan yok edilirsin' diye bazen gözümüzün içine sokula sokula, bazen de alenen ağızdan dökülen cümlelerle hayatımızın her alanında ne yapmamız gerektiği emrediliyor.

Bizi sokakta dayakla, işkenceyle, mahkemelerde açtıkları saçma sapan davalarla, sonu gelmeyen tehditlerle, ölümle, hapisle, işsizlikle açlıkla, yoksullukla terbiye ediyorlar ve biz o terbiye sürecinde efendisine sadık köpekler gibi itaat ediyoruz. Sakın birkaç eyleme gidip, iki slogan attınız diye 'yok canım ne ilgisi var, sen kendi adına konuş' filan diye savunmaya kalkışmasın kimse, yaşadıklarımız birebir olarak bunlardan ibaret. Sen de, ben de bu ülkede kurulan sistemin kölesi ve bu iktidarın köpekleriyiz.

Her gün kendimi sorguluyorum, yaptıklarımdan çok yapmadıklarımdan ötürü kendimi sorguluyorum. Tek başıma da olsa 'neden daha fazla direnmiyorsun?', 'neden daha onurlu davranmıyorsun?' diye kendimi suçluyorum. Sadece bu yüzden aynada suratıma daha nadir bakmaya başladım çünkü bu konularda yüzleşmekten korkuyorum.

Umutsuzluk tek umudumuz olmaya başladı ve belki de en kötüsü bu. İtiraf etsek de, etmesek de hepimizin içini kaplayan şey bu duygu. Herkes birisinin ya da birilerinin bu boktan çarka bir demir çubuk sokup bozulmasını bekliyor. Ben senden bekliyorum, sen benden bekliyorsun, öteki bir başkasından... 

Yazının sonunda 'işte şunu yapmalıyız' gibi bir şey bekliyorsan, şu andan itibaren okumayı bırak. Keşke öyle bir fikrim olsaydı da söyleyebilseydim ama ne yazık ki yok. Dedim ya, aslında benim dolu olan bardağım taştı diye, o bardağı boşaltıp bir daha tek damla bile akmaması için ne yapabilirim, onu da bilmiyorum. 

Bildiğim tek şey var, bu köpekliğe daha fazla dayanamıyorum; bana dayatılanlardan bıkıp usandım. Neye inanacağımı, neye karşı duracağımı, neyi yeyip içeceğimi, nereye gideceğimi birilerinin belirlemesinden nefret eder hale geldim ve o nefret artık karşı konulmaz bir hal almaya başladı. Hepimiz bir kıvılcımın ateşe dönüşmesini bekliyoruz ama o kıvılcım belki benim içimde, belki de senin. Bir başkasının harekete geçmesini ne sen bekle, ne de ben bekleyeyim.

Bu faşist muhafazakâr baskı dayanılmaz hâl almaya başladı. Vapurdan inen kadınların etek boylarından tut da, çocuk sayısına, nasıl düşünmem gerektiğinden, nerede ne içeceğimden, hangi internet sitesine gireceğime, eylem yapıp yapamayacağımdan  hangi gazeteyi okuyacağıma kadar ucu bucağı gelmeyen yasaklar ve 'bunu yapın' diye emir silsilesi altında yaşamaktan gına geldi.

İş öyle bir noktaya geldi ki, birtakım soytarılar televizyonlarda 'ya sev ya terk et' demeye başladı.

Hadi o zaman açık açık yazayım. Onlar gayet açık açık söylüyor, ben de söylüyorum;

Bu ülkede cami görmekten bıktım.
Nasıl yaşamam gerektiğini,
Neyi içip içmeyeceğimi,
Neye inanıp inanmayacağımı, 
Hangi haberi okuyup okumayacağımı, 
Hangi internet sitesine girip girmeyeceğimi, 
Kimi ya da neyi protesto edip etmeyeceğimi,
Vücudumda neyi yapıp yapmayacağıma,
Neyi giyip giymeyeceğimi,
Ve daha birçok konuda bana söylediğiniz ve emretmeye başladığınız her şeyden bıkıp usandım.

İnandığınız her şeyden tiksiniyorum. Hırsızlığınızdan, arsızlığınızdan, kendinizden başka kimseye saygı duymamanızdan, faşist yönetim biçiminizden, her gün her dakika her konuda konuşmanızdan, sizin gibi düşünmeyenlere pislikmiş gibi davranmanızdan, polisinizden, milletvekillerinizden, bakanlarınızdan, yandaş medyanızdan, gazetelerinizden, televizyonlarınızdan, sadece para ve güç için size biat eden köpeklerinizden nefret ediyorum

Sokakta masumane sarılan iki kişi için 'hapse girmeli', 'saldırmaya teşvik ediyor' diyen bir topluluk yaratıldı. 

Nasıl yaşamak istediğinize ya biz karar veririz ya da bir gün ağzınızdan 'Dört duvar niye var, niye yapılmış' cümlesi ağzınızdan saçılıverir. Çünkü biz farkında olsak da, olmasak da hepimiz dönüştürülüyoruz. Kabul etsek de, etmesek de bir Hollywood setinde, bilim kurgu filmi değil bu dönüşüm, yaşadığımız yakıcı gerçeğin ta kendisi. 

Çok yakında filmin sonu gelecek. Bu bilim kurgu filminin sonu geldiğinde önümüzde iki seçenecek var; ya alkış tufanına katılacaksın ya da filmin sonunu değiştirmeye çalışacaksın. Arası yok...

Kendinize iyi bakın, sakın insanlıktan ayrılmayın. Bizi bunlardan ayıran tek şey insanlığımız çünkü...

Not: Ajitasyon yapmıyorum ama günde 17 saat çalışıyorum, sık yazamayışımın tek nedeni bu.

14 Ekim 2014

Fatih Terim için deniz bitti, kara göründü


Çok uzun zamandır yazıyı sallayıp duruyorum, açtığım tarih, 27 Temmuz. İnanmazsanız printscreen de koyarım. Fatih Terim Galatasaray’dan ayrılıp, Milli Takım’a kapak attıktan sonra, ‘zamanı var’ deyip durdum. Zamanı bugünmüş.

Yazıyı okumadan önce, bu bloğu da hiç okumadıysan, açık ve net belirteyim, ona göre devam et. Fatih Terim’i sevmiyorum, hoşlanmıyorum, hazzetmiyorum. Bu hislerim, Galatasaray’dan ayrıldığı için değil, 4 sene üst üste şampiyon olurken de sevmedim, UEFA Kupası’nı aldığı zaman da. Benim için pek çok sebebi var, neden sayıp yormak istemiyorum ne seni, ne kendimi.

Sevenlerinin sayısı her geçen gün daha da azalıyor, hatta sevginin nefrete dönüştüğü pek çok insan var. Onları her gördüğümde, Fatih Terim’i neden sevmediğimi daha iyi anlıyorum, verdiğim kararın erken olması beni sevindiriyor.

Galatasaray ilginç bir kulüp. Bugüne kadar, ona aldığından daha fazla veren çok fazla isim tanımıyorum. Ama her ayrılan, aldığından daha fazlasını verdiğini iddia ediyor. ‘Vefa’ muhabbetleri bir türlü bitip tükenmiyor. Ayrılıp da sallamayan, laf etmeyen neredeyse yok gibi. İnsan ister istemez düşünüyor, sorguluyor, ‘ulan acaba doğru mu?’ diye. Yakınanlara bir bakıyorsun, ciğeri beş para etmez adamlar. Milyonlarca dolar kazandıktan sonra bile, bugün kapılandıkları yerlere Galatasaray sayesinde gelmişler. Galatasaray, konuşmayı bilmeyen adamları gazeteci, yorumcu, teknik direktör, antrenör, yönetici yaptı ama onlar hâlâ sallayıp duruyor.

Fatih Terim’in 3. ayrılığında, herkes saflarını tuttu. Kimisi ihanete uğradığını düşündü, kimisi Terim’e ihanet edildiğini düşündü. Bunun sonu asla gelmez de. Benim gördüğüm şey, Fatih Terim’in açık, aleni biçimde Galatasaray’ı sattığıdır. O ‘bunu’ dedi, beriki ‘şunu’ dediden söz etmiyorum. Aysal haklıymış, Terim haklıymış umrumda bile değil. Fatih Terim’in Galatasaray’ı ilk kez satmadığını biliyorum çünkü. 2000 yılında neden gitti, otur sorgula.

Fatih Terim, Çek Cumhuriyeti maçı öncesinde düzenlediği basın toplantısında, ‘ben aslında dostlarımdan korkmalıyım’ dedi. İnsanın etrafına bunca asalak, bunca yalaka doluştuğunda herkesi dost gibi görüyor olsa gerek. Kimsenin kendisini eleştirmediği, herkesin ‘aslansın, kaplansın, büyüksün hoca’ dediği o ‘dostlar’ aslında kalabalığın ortasında yapayalnız, tek başına olduğunun göstergesidir. Soran yok, sorgulayan yok, eleştiren yok. Bunların hepsi Fatih Terim’in sözümona dostları. Ehh hatrı sayılır derecede taraftar da, böyle düşününce, kendisi bir tür tanrı kompleksinde yaşaması son derece doğal.

Oysa dost eleştirir, yerer, ikaz eder, ‘yapma’ der, ‘bu yanlış’ der. ‘Dostum’ dediğin insanlar eğer bunu yapmıyorsa ‘dost’ değildir, olamaz da. 61 yaşındaki bir adamın, önce dost kavramını öğrenmesi gerek ki, kimin dost, kimin düşman olduğunu etraflıca değerlendirebilsin.

Bir milli takım düşünün; biri ırkçılık yapıyor, koluna kaptanlık bandı takılıyor, öteki gazeteci tehdit ediyor hiç yaşanmamış gibi hayat normal seyrinde devam ediyor, biri arkadaşına silah çekiyor, olayın üstü kapatılıyor, ağzına silah dayananın babası konuşunca ‘siz hasta mısınız?’ diye sorgulanıyor.

Her türlü ahlaksızlık, terbiyesizlik, öylesine normalleştirildi ki, bunların hepsinin sıradan olaylar olduğunu düşünmeye başlıyoruz bir süre sonra. Ehh haksız da sayılmazlar, ülkeyi hırsızlar, dolandırıcılar, katiller yönetiyor, halkın neredeyse yarısı bu haysiyet yoksunlarının arkasında duruyor, desteğini hiç çekmiyor.

Halen Fatih Terim’in arkasında duranların da yaptığı tam olarak bu işte.

Fatih Terim ‘konuşacağım’ deyip susuyor, desteğe devam ediyorlar.
Fatih Terim, şikeyi, ırkçılığı yok sayanlarla kol kola girip imza atıyor, bunlar yine ‘aslan hocam’ diye arkasında durmaya devam ediyor.
Fatih Terim, birine silah çekmiş adamı milli takıma alıyor, bunlar halen arkasında.

Bunun adı sevgi değil, bunun adı koşulsuz tapınmadır. Fatih Terim ne yaparsa yapsın, bunlar o tapınmadan vazgeçmeyecek, destekleyecek, hep haklı bulacak.

Hamasetle, kabadayılıkla, ‘atar’lı tavrıyla, karşısındaki herkesi küçümseyen tavrıyla, faşistlik noktasındaki milliyetçiliğiyle, kompleksli halleriyle, bilimsellikten uzak, eski, köhne fikirleriyle, gücün yanında duran tavrıyla Fatih Terim, aslında tam da bu ülkenin spor kahramanı.

Şu son cümle, ne kadar birini, bir fikre, yaşadıklarımızı hatırlattı değil mi?

Yeniden dizayn edilen ve çerçevesi çizilen yeni Türkiye’ye bir spor kahramanı gerekiyordu, işte seçilen insan da Fatih Terim oldu.

Oysa Fatih Terim, Piontek olmasa bir bok değildi. Tıfıllar hatırlamaz ama Piontek denen adam Tanju Çolak, Rıdvan Dilmen gibi o dönemin efsane oyuncularını kadroya almayıp, kimsenin adını bile duymadığı Hakan Şükür’ü kadroya aldı, daha ilk maçında Tugay Kerimoğlu'na şans verdi, Okan Buruk’u, Abdullah Ercan’ı oynatan Piontek’ti. Ama bu ülkede her yabancıya yapılan Piontek’e de yapıldı ve pastanın kaymağını yiyen Terim oldu.

Fatih Terim, Hagi olmasa bir bok değildi. Kimbilir hangi ismini bilmediğimiz adamı iteleyecekti ama transferine karşı çıktığı Hagi, onu Fatih Terim yapan adam oldu.

Hep doğru Fatih Terim. Cecchi Gori yanlıştı, Galliani yanlıştı, Ünal Aysal yanlıştı, herkes yanlıştı, tek doğru Fatih Terim’di. Yere göğe sığdıramadığı egosuyla herkesi ezmeye çalıştı. Kendinden güçsüz olanları ezdi ama ‘mağrur olma padişahım senden büyük allah var’ derler ya, işte herkese dişi kesmedi.

Fatih Terim, en büyük yanlışı, kendisini ölesiye seven Galatasaray taraftarını karşısına alarak yaptı. Elbette halen arkasında duranlar, taparcasına sevenler yok değil ama her geçen gün sayısal olarak azınlık olduklarının onlar da farkında.

Kader arkadaşı Yıldırım Demirören’le verdiği pozlar, ona yönelen protestolarda göğüs germesi, zaten antipatik olan Fatih Terim’i, onu sevenler gözünde de dayanılması güç bir adam haline getiriyor.

Fatih Terim için deniz bitiyor ve kara görünüyor. Elbette bu ülkede, böylesine ilişkileri olan bir adamın işsiz kalması mümkün değil. En kötü Başakşehir, hadi bilemedin Kasımpaşa, hiç olmadı Lig TV yorumculuğu ile yine yolunu bulur ama artık sevgisizlik çemberinde dönüp dolaşır. Çünkü Fatih Terim yapısındaki adamlar, varlıkları güçle doğru orantılıdır. Ormanda yaşlanan aslanların, genç aslanlar tarafından infaz edilmesi gibi, o da bir gün yok olup gidecek. Camiasını satıp, bugün yanında olduğunu sandığı iktidar, birkaç genç aslanla işini bitirecek ve o gün yanında kimse olmayacak.

Kişisel olarak, başarısızlığı, Fatih Terim’le gelecek başarıya tercih ederim. Bunu söylediğim için çok kişi kızabilir, küfredebilir ama Fatih Terim ve onun gibi insanlardan hoşlanmıyorum. Er ya da geç defolarının ortaya çıkacağını düşünüyorum, tıpkı Fatih Terim’de olduğu gibi.

Bunları salt başarısız olduğu için filan yazmıyorum, yazmadım da. Başarılı olup, olması umrumda bile değil. Ne isterse yapsın, nerede ne kadar başarılı olursa olsun ama Galatasaray’dan çok ama çok uzak olsun, bir daha yolu asla Galatasaray’la kesişmesin.

Benim bütün eleştirilerimi bir kenara bırak; Galatasaray’ın başındayken yabancı kuralını eleştirip, kader ortağına imzayı attıktan sonra ağzını açmamasını, ‘bunlarla uğraşacağım’ dediği adamlarla el ele kol kola gezinmesini, arkadaşlarına silah çeken adama kol kanat germesini, para uğruna Tayyip Erdoğan gibi bir herifle pozlar vermesini eğer içine sindiriyorsan, sen de ciğeri beş para etmez şahsiyetsizin tekisin. Haybeye okudun demektir bu yazıyı. Bu yazıyı yazdığım için sen bana küfret yine ama şunu bil ki, bir gün sen benden daha fazla küfredeceksin Fatih Terim denen adama.

Letonyalı maçından önce gazeteci soruyor; ‘Korner çalışıyor musunuz?’ diye, Fatih Terim yanıt veriyor, “Yok gol yemek için çalışıyoruz” diye. Türkiye insanı balık hafızasıyla meşhurdur. Bundan 5 yıl önce bir Boşnak gazeteci soruyor, “İstifa edecek misiniz?” diye ve Fatih Terim yanıt veriyor, “Hele bir siz Dünya Kupası'na gidin de benim ne yapacağımı ajanslardan öğrenirsiniz” diye.

Bunu iki sebepten yazdım. Biri aradan yıllar geçse de, işler kötüye gittiğinde, küstahlaşıyor ve o tavrı benim, kendisinden nefret sebebim. Diğeri ise, bazı arkadaşlar 'gazeteci dalga geçmek için sordu' türünden savunmalar yaptı, gazeteci her soruyu sorar. Fatih Terim'in derdi, soru değil, işlerin boktan gitmesinden kendini uzak tutmak. İlk değil yani!

Ulan daha yeni yazdın diyenler için yazı şurada. Hep aynı şeyleri düşündüm Fatih Terim için ve bundan sonra da hep aynı şeyleri düşeneceğim. Çünkü o meşhur ‘şark kurnazı’ tabirinin futbol dünyasındaki yansımalarından biri. Hadi bakalım, Galatasaraylılar yanıt versin, Fatih Terim şike için ne dedi? Hiç ağzını açtı mı, konuştu mu? Verebilecek yanıtınız yok değil mi?

Gerilimle, kaosla, hamasetle, nefretle, ‘haydi aslanlar’ vs. demekle bu işler yapılmıyor. Futbol ya da başka bir spor fark etmez; bilimsellikten, gelişmeleri takip etmekten, kendini yenilemekten uzaksan başarılı olabilirsin ama rakibini küçük görüyorsan, aşağılıyorsan ve kendini dağların tepesinde görüyorsan, ‘her şeyi ben biliyorum’ tavrıyla 90’larda ezbere alınmış ve artık geçerliliği kalmamış yöntemlerle sadece ‘ben yaptım’ diyorsan, kaybetmeye mahkûmsun. Sonuç ortada, ülke insanının nefretini kazanmış bir milli takım ve alınan sonuçlar, oynanan futbol.

Ama işte, tam olarak Yeni Türkiye’nin profili bu. Nefreti cazibe merkezi haline getirip, ‘ya bendensin, ya karşıdan’ diyerek, sevenlerin gözünde kendini tapınılası bir mit yaratıp, diğerlerini gözden çıkartmak.

Fatih Terim benim için değil ama pek çok Galatasaraylı için ‘İmparator’du. Şimdi o çok sevdiği insanlar da kendisiyle dalga geçmeye, kendi oluşturduğu nefret çemberinin içine girmeye başladı. Bütün varlığını satsa o sevgiyi bir daha yaşayamayacak ve onu yiyip bitirecek şey de, o sevgisizlik ve nefret olacak, ektiklerinin karşılığında.

Umuyorum Milli Takım’ın başında ölene kadar kalır, çünkü hep dediğim gibi benim milli takımım Galatasaray. Ay yıldızı değil sarı-kırmızıyı seviyorum. Ait olduğu yer Galatasaray değil, Yıldırım Demirören’lerin, Göksel Gümüşdağ’ların, Şansal Büyüka’ların yanı. Mutlu olduğu yerde kalsın ama asla bizim mutluluğumuzun içine dahil olmasın. Galatasaray şampiyon olup, başka teknik direktörlerin adını haykırırken, Yıldırım Demirören, Bilal Erdoğan, Tayyip Erdoğan, Acun Ilıcalı gibilerinin teknik direktörlüğünü yapsın.

Kader ortaklığınız daim olsun, yolun bir daha Galatasaray’dan geçmesin. Pisliğinizde boğulmanız dileğiyle....

12 Eylül 2014

Melo'ya ceza verenlerin...



Aslında niyetim bir Fatih Terim yazısı yazmaktı, hatta başladım bu gece bitiririm diye düşünürken, Felipe Melo konusunda yazmadan olmaz diye düşündüm.

Yazıyı okumadan ön bilgi mahiyetinde bazı şeyleri sıralayayım öncelikle;

1- Brezilyalı futbolculardan hoşlanmıyorum.

2- Felipe Melo'nun tavırlarında rahatsız edici bulduğum çok şey var.

3- Geçen yıl gösterdiği performansını bir daha yakalayamayacağını düşünüyorum.

4- Bu takımda forma giymemesi gerektiğini söyledim...

Maddelerden sonra kapatmadıysanız devam edeyim.

Süper Kupa finali sonrasında Volkan konusu iyice dallanıp budaklanırken, sahaya yansımayan şikenin mucidi Aziz Yıldırım, konuyu bambaşka bir yere taşımak için Melo hakkında, Türk insanına ırkçılık yapmasından, Türkiye Cumhuriyeti hakaret etmeye uzanan pek çok şey söyledi.

Tarlacı Aziz'in o açıklamasında satır arasında kalan şeyse, "Federasyon başkanının elini sıkmadığı anda ceza kuruluna sevk etmen ve ceza vermen lazım. TFF kendisine saygılı olunmasını istiyorsa bu konuyu çözmelidir" sözleridir.

Bu açıklamadan tam bir hafta sonra Melo, futbol tarihinde eşine rastlanmamış biçimde, 'sikerim böyle Fenerbahçe'yi' sözünü icat eden Aziz Yıldırım'a küfür içeren bir tweet'i retweet ettiği gerekçesiyle 2 maç men cezası aldı.

Verilen ceza neresinden baksan komik, aptalca, art niyet taşıyan ve tamamen intikam duygusuyla alındığı açık.

Şimdi bu cezayı savunanlara bir sorum var, 'Twitter'da bir kişi bir devlet sikiği hakkında tweet atsa ve ceza alsa bunu onaylar mısınız?' Gezi sürecinde bunun örneklerini yaşadık, İzmir'de, Balıkesir'de, İstanbul'da, Ankara'da insanlar sadece ve sadece tweet attıkları gerekçesiyle evlerinden polis nezaretinde alındılar. Eğer bunu savunuyorsan, sana sözüm yok.

Ama 'Hayır bu kesinlikle doğru değil' deyip, Melo'nun cezasını onaylıyorsan, ben senin ağzının ortasını sikeyim güzel kardeşim. Sen yavşaksın, hatta puştun önde gidenisin demektir.

Bak, çok açık ve net ifade ediyorum, Volkan Demirel, Ünal Aysal hakkında şu yapılanın aynısını yapsa, hatta bir adım daha öteye gidip söylüyorum, retweet etmeyip, direkt kendisi tweet atsa; kızarım, küfrederim ama böyle bir ceza almasını onaylamam.

Böyle bir durum varsa 'şike yaptıysam Fenerbahçe için yapan' diyen Aziz Yıldırım gider mahkemeye, Melo'yla mahkemede hesaplaşır. Türkiye Futbol Federasyonu, hangi yetkiyle bu konuya karışır, hangi konuna göre bu cezayı verir?

Şu olaya ceza verilmesi demek, twitter'dan yazılan her şeyin cezai yaptırıma uğrayacağının göstergesidir. Bugün 'ohhhh şerefsize iyi oldu' derken, yarın bir bakmışsın, senin başına gelmiş. Böylesi bir olayda cezayı meşrulaştırmak, yarın herkesin başının derde girmesi demektir.

Fenerbahçelisi, Beşiktaşlısı buraya kadar gitmediyse, buradan sonra gitsin, çünkü artık Galatasaraylıya konuşuyorum. Kupası çalınan, şike mağduru Trabzonsporlu kardeşlerim kalabilir.


Felipe Melo'yu eleştirebileceğim belki yüz tane olay bulabilirim ama Süper Kupa maçında yaşananlar ve sonrası için asla ama asla eleştirmem hatta ve hatta sonuna kadar arkasında dururum. Çünkü sığırın biri sırtına çıkıyor, herif sesini çıkartmıyor, bu dünyada eli sıkılmayacak son insanlardan birinin elini sıkmıyor, intikam için ceza veriliyor.

Bu adamın arkasında durulacak, ister sev, ister nefret et, ister sahada bu herifin ölüsü dolaşsın, isterse şampiyonluğu kaçıran golü altıpasın önünden minareye diksin, Melo bugün verilen karardan sonra Galatasaraylıların namusudur. Sen-ben, arkasında dik durmakla vereceğiz mesajı. İki pas hatasında, bir kırmızı kartında yuh çekenin geçmişini sikeyim şu noktadan sonra. Melo mu, Yaya Toure mi dediklerinde, bir saniye bile düşünmeden, 'Yaya Toure'nin amına koyayım, Melo'nun taşakları sağolsun' diyeceğiz.

Çünkü savaşta kılıçlar çekildi ve bu savaş Melo üzerinden yürütülmeye çalışılıyor. Çünkü 'en zayıf halka' bu adam. Neden? Çabuk sinirleniyor, hangi Beşiktaşlı'ya, hangi Fenerbahçeli'ye 'en nefret ettiğin Galatasaraylı kim?' diye sorsan, ilk aklına Melo gelir. O yüzden de Melo'yu ite kopuğa yem etmeyeceğiz.

Haa, bunun dışında bu takımın orta sahasında savaşan bir tane adam var o da Melo. Melo'yu ye ki, Galatasaray'ı daha rahat harca. Şampiyonluğun, 4. yıldızın geçmişini sikeyim, umrumdaysa adiyim. Bu takım nice şampiyonluklar yaşayacak, nice şampiyonluklar kaçıracak, berbat sezonlar geçirecek. Ama eğer sen Melo'yu yemelerine izin verirsen, bugün o adamın ismi Melo olur, yarın başkasını aynı şekilde yerler.

Geçen gün yazdım, savaşsa savaş. Ama öyle gizli gizli kulis yaparak, kıyılarda köşelerde görüşmelerle değil, açık alanda, aleni olarak.

Savaş mı? O zaman çıkacak bu takımın başkanı, yöneticisi, bir basın toplantısı düzenleyecek. Türkiye'den bir tane bile şerefsiz spor basını mensubunu almadan, çağıracak AP'yi, AFP'yi, Reuters'ı, "Türkiye'de futbolun yönetenleri şikeyi sumenaltı etmiştir, dünyadaki tüm mahkemelerin verdiği şike kararlarını yok sayarak, şike yapanları küme düşürmemiştir. Siyah futbolcularımıza yapılan ırkçılığı göz yummuşlardır. Statlara giriş yasağı olan başkanların, yöneticilerin cezalarını uygulamamışlardır" diyecek,

Şampiyonlar Ligi'ne çıkarken, üzerinde "Bu ülkede şikeye ceza verilmemiştir" diye İngilizce, Fransızca, İspanyolca, Almanca tişörtler giyecek. Cezası kaç paraysa, bu taraftar gerekirse cebinden öder.

Savaşsa her şeyi göze alarak savaşırsın ama yiğit, cesur biçimde. Savaşta ilk gözlerine kestirdikleri adam Felipe Melo oldu.  Devamı gelecek mi? Elbet gelecek. Çünkü bütün dertleri formalarına 4. yıldızı takmak. Sağolsun bizimkiler de bugün saçma sapan bir organizasyonla bu aptallığın kuyruğuna takıldılar.

Konu dağılmadan tekrar ediyorum, bugünden itibaren Felipe Melo, her Galatasaraylı'nın namusu gibi koruması gereken bir adamdır. Örneği olmayan cezalarla, götlerinden çıkarttıkları içtihat kararlarıyla sindirmeye çalışacaklar.

Onlar için bu daha başlangıç. Sezon boyunca daha neler yaşayacağız, hep birlikte göreceğiz. Hakemlerle, basınla, federasyonla çakallar gibi Galatasaray'ın üstüne gelmeye devam edecekler. Alınlarına sürülen şikeci yaftasını, Avrupa'dan aldıkları men cezalarını Galatasaray'a ödetmeye çalışacak şerefsiz sürüsü.

O yüzden, bugün Fatih Terim yancılığı için Ünal Aysal'a saldıranlar da, onun koltuğunu kaydırmaya çalışanlar da, belki bugün değil ama tarihte 'hain' damgasını yiyecektir. Ünal Aysal'dan ben de memnun değilim ama bu savaş sürerken, komutanını satarsan, yarın götünü satmaya başlarsın, komutan diye kendini paraya satan şerefsizlerin yanında yerini alırsın. Savaş bitsin, içeride kimin kiminle hesabı varsa görsün ama şimdi ne yeri ne zamanı.


Bu vesileyle Felipe Melo bu cezayı verenlerin sülalesini siksin, taşakları da götlerine girsin.

7 Eylül 2014

O heykeli yıkmayanın geçmişini sikeyim



Torunlar GYO Holding. Tarihçesine bu linkten de bakabilirsiniz, uzun uzadıya yazmayacağım.


1977 yılında kuruluyor, kendi deyimleriyle "Türkiye inşaat ve gayrimenkul piyasasında faaliyete geçti; küçük ölçekli konut projeleri gerçekleştirmeye başladı" bu noktada başlıyorlar.

İlk büyük projeleri 1999 yılında Bursa'da açılan Zafer Plaza ve AnkaMall. 2004 yılından sonra inanılmaz büyük projelere imza atmaya başlıyorlar.

1977 yılından 2004 yılına kadar, yani aradan geçen 27 yılda doğru düzgün büyüyemiyorlar. Fakat ne hikmetse 2004 yılından sonra şahlanışları başlıyor. Türkiye'nin büyük AVM ve konut projelerine imza atıyorlar. Daha sonra hepimizin bildiği Ali Sami Yen projesine başlanıyor. Projede satış fiyatları 580 bin dolar ile 3 milyon 900 bin dolar arasında değişiyor.

6 Eylül akşamı, bir 'kaza' haberi geliyor. Ajanslardan geçen ismiyle 'kaza'. 'Yaralılar var' deniyor, ölü sayısı 3, ölü sayısı 5, ölü sayısı 7, ölü sayısı 10. Cinayet mahaline, ambulans ve itfaiyeden önce çevik kuvvet geliyor ve 'güvenlik koridoru' oluşturuyor.

Çok kimsenin izlemediği televizyonlara, inşaatta çalışan işçiler çıkıyor ve açıklamalar yapıyorlar;

"Tazminat almamamız için 3 ayda bir çıkış veriyorlar. Burada her şey dönüyor."

"Burada ölüm kolay. İşe çık öl. İşe girerken daha ölürsen suçlusun diye 15 sayfa kadar kâğıt imzalatıyorlar"

"İki gün önce beni elekrik çarptı. Yetkililer 'ölmezsin' dedi. Bu psikolojiyle biz burada çalışamayız...!"

"Bize hayvan gibi davranılıyor. İzleyenler biraz kendinden utanmalı. Ne koşullarda çalışıyoruz görsünler."

"Mühendislerin yemekhanesi yemekhane gibi; bizim yemek yediğimiz yerde köpek bağlasan durmaz. "

"Olaydan sonra şirket yetkililerinden kimse gelmedi."

Yine Torunlar GYO'nun resmi internet sitesindeki bilgilerden gidelim; 2014'ün ilk yarısında net kârı, 2013'ün aynı dönemine kıyasla yüzde 966 artarak 271.1 milyon tl'ye çıkmış.

Bir yıl içinde böylesine ticari başarı (!)  kime nasip olur bilmiyorum. Tam bir yılda net kârı yüzde 966 artıyor. Rakamla anlamayanlar için harflerle yazalım; dokuz yüz altmış altı net kâr.

Bu kârlar nasıl artıyor? 'Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın imam-hatip lisesinden arkadaşı olan Aziz Torun'un inanılmaz ticari dehasından mı kaynaklanıyor?' diye düşünüyor insan.

İşçilere hayvan gibi davranarak, iş güvenliği yok sayılarak, işçilere tazminat vermemek için onlara 3 ayda bir çıkış verilerek, işçilerin ölümünden işçileri sorumlu tutacak sözleşmeler imzalayarak... Ve tabii ki, milli irade sahibi, cumhurun başkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın imam-hatip lisesinden arkadaşı olarak.

27 yılda büyüyemeyen, ilerleme sağlayamayan bir inşaat şirketi, kadere bakın ki, AKP iktidarı ile büyüdükçe büyüyor, sadece kıçı kırık apartman yapan bir şirket İstanbul'un en değerli arasizini alabilecek konuma kadar geliyor.

İşin bir başka boyutu ise çalışma izni meselesi. İnşaatın çalışma izni saat 19.00'a kadar. İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu ise itfaiyeye ihbarın saat 19.45'te yapıldığını söylüyor. Çevrede oturanlar ise, inşaat başladığından bu yana gece 3'e kadar çalışma yapıldığını anlatıyor.

Arkadaş kıyağıyla zengin olunan, hırsızlık yapılarak para kazanılan, ülkenin bakanlarının, başbakanlarının, cumhurbaşkanlarının kendi boylarından büyük yolsuzluk dosyaları olan, iş cinayetlerini, iş kazası olarak değerlendirilen, ölenlerin sadece 3-5 gün hatırlanan, 'kader, fıtrat' gibi saçma sapan yorumlarla açıklanan olaylar silsilesi, hiç bitmiyor. Biri başlıyor, biri bitiyor. Sadece ve sadece ölen öldüğüyle kalıyor.

10 emekçinin ölümünden sonra ne mi olacak? Önce bir bakanlık milletin gazını almak için 'gereken neyse yapılacak' diye açıklama yapacak. Sonra göstermelik bir soruşturma başlatılacak, ardından soruşturma ateşten alınarak soğutulmaya bırakılacak, sonra da soruşturma hakkında takipsizlik kararı verilecek.

Cumhurbaşkanı'nın imam-hatipten arkadaşı Aziz Torun ülkenin en önemli iş adamlarından biri olarak, elini kolunu sallaya sallaya dolaşacak, mahdumu genç iş adamı Yunus Emre Torun'a da bir şey olmayacak ve hayat kaldığı yerden devam edecek.

'Önyargılısın' diyecekler 'Hasiktir lan oradan, Soma'nın katili Alp Gürkan'a ne oldu da, bunlar yargılansın' cevabım cepte hazır duruyor.

Yeni Türkiye böyle bir yer çünkü. Soma'da ölen işçilerin hesabı sorulamıyor, Pamukova kazasında ölenler öldüğüyle kalıyor, Roboski'de öldürülenlerin failleri koltuklarını koruyor, Gezi'de gençleri öldüren, sakat bırakın polisler  devlet tarafından korunuyor, sokaklarda pala çekenler, sopalarla-bıçaklarla insan avına çıkanlar 'tabletli gençlik' statüsüne sokuluyor, kadın katillerine dokunulmazlık veriliyor, çocuk tecavüzcüleri cezaevinden çıkartılıyor, ülkeyi dolandıranlar kahraman ilan ediliyor, şike yapanlar mağdur oluyor.. Sonu gelmeyen bir liste halinde, bitmiyor, bitmiyor, bitmiyor.

Yeni Türkiye diye yutturulmaya çalışılan şey, ellerinde kanı gizlemek, ceplerindeki haramı gözden kaçırmaktan başka bir şey değil. Allah-kitap diye diye bu ülkeyi sülük gibi emiyorlar, topraklarını satıyorlar, akarsularını peşkeş çekiyorlar, ormanlarını baltalıyorlar, sokaklarına-mahallelerine tecavüz ediyorlar.

Hangisi 'Allah' dese bilin ki arkasında bir cinayet var, hangisi 'kitap' dese bilin ki arkasında hırsızlık var, hangisi 'peygamber' dese bilin ki arkasında yalan dolan var. Sen, ben, bizim oğlan çaresizce ağıt yakıyoruz, beyhude isyan ediyoruz. Zaten 3-5 gün sonra bir alkol tartışmasının, bir namus polemiğinin arkasına takılıp gidiyoruz, onlar neyi isterse onu konuşuyoruz, onların belirlediği gündem neyse onu takip ediyoruz.

İmam-hatip arkadaşı Aziz Torun'un sözleriyle bitireyim; "Ali Sami Yen Stadyumu sahip olduğu tarih ile Türkiye’nin hafızasında önemli bir yere sahip. Biz de Ali Sami Yen Stadyumu’nu yaşatmak için ülkemizin önde gelen 3 heykeltraşından projenin önüne bir heykel yapmasını istedik. Bu Torunlar GYO’nun vefa borcudur" diye konuştu.

Buraya kadar küfretmedim, kendimi tuttum, buradan sonra dayanamayacağım. O heykeli yıkmayanın geçmişini sikeyim. Haydi Fenerbahçelisini, Beşiktaşlısını geçtim. Ali Sami Yen'i sevdiğini söyleyen, orada anısı olan herkes o heykeli bu pezevenklerin götüne sokmazsa, bir daha kimse Ali Sami Yen'i anmasın.

Kimse farkında mı bilmiyorum ama bu ülkenin zencileri biz olduk, beyaz Türkleri AKP iktidarı ve onların destekçileri. Kendi adıma, sıçarım cumhuriyete, sokarım Türkiye'ye. Ben insanlığımı ve ona ait değerleri geri istiyorum. Diğerlerine sonra sıra gelir.

26 Ağustos 2014

Yeni Türkiye



Dünyanın sayılı derbilerinden (!) biri daha geride kaldı. Futbol adına konuşabilecek hem çok şeyin, hem de hiçbir şeyin olmadığı, tribün ve sahada her türlü rezaletin yaşandığı, seyir zevki açısından 120 dakikada bir tek bile pozisyonun yaşanmadığı bir maçtı.

Futboldan söz etmeyeceğim çünkü ortada iki takım için de futbol yoktu. Aslında dün penaltı atışlarında ve sonrasında yaşananlar bir nevi ‘Yeni Türkiye’ diye yutturulmaya çalışılan iğrenç düzenin yansımasından başka bir şey değildi. Çünkü ‘Yeni Türkiye’de hesap verilebilirlik yok, orman kanunları geçerli.

Örneğin; hiçbir mahkeme kararı uygulanmıyor, Danıştay, Yargıtay gibi kurumlar ülkenin ayak bağı olarak gösteriliyor ve yaratılmaya çalışılan algı gün geçtikçe daha da kabul görür hale geliyor. Gücü elinde bulunduranlar her şeyi kendilerinde hak görüyor, karşılarındaki herkesi alabildiğine eziyor.‘Yeni Türkiye’nin bakanları, başbakanları hiçbir cezai yaptırımla karşı karşıya kalmadıkları gibi yapılan hırsızlıklar, yolsuzluklardan ötürü halk neredeyse özür dileyecek noktaya getiriliyor.

‘Yeni Türkiye’nin elbette sportif olarak da bir karşılığı olmalı. Zekilerin, çeviklerin, ahlaklıların yerini; aptallar, çirkefler ve ahlaksızlar almalı. Sahada her ne yaparlarsa yapsınlar, cezai bir yaptırımla karşılaşmamalı. Kendine rakip olanı alaşağı etmek için her türlü iğrençliğe başvurmalı. Burası ‘Yeni Türkiye’ ve kurallar ona göre işlemeli.

Tüm bunların ışığında, Volkan Demirel ‘Yeni Türkiye’nin sembol isimlerinden biri olmalı, ismi yeni kurulacak statlara verilmeli, çocuklara-gençlera sempozyumlar düzenlenip onur konuğu olmalı –hatta gerekiyorsa onur konuğu olarak çağrılmalı-, heykelleri dikilmeli, adına turnuvalar düzenlenmeli. Çünkü ‘Yeni Türkiye’ye yakışır nitelikte bir sporcu.

Hırsızlar, dolandırıcılar, ülkeyi soyup soğana çevirenler nasıl geeken cezayı almıyorsa Volkan Demirel denen bu acayip şey de, ısrarla gereken cezayı almıyor. Rakibinin taşaklarına tekme atıyor geçiştiriliyor, Galatasaray tribünlerine taşaklarını gösteriyor geçiştiriliyor, götüyle top tutuyor kimse oralı olmuyor, Onur’a saldırıyor, Sabri’yle dalaşıyor, gazeteci tehdit ediyor vs vs. bitmiyor, bitmiyor.

Süper Kupa maçındaki penaltı atışları sırasında su içme merasiminden söz etmiyorum bile, herhangi Avrupa maçında bunu kimseye yaptırmazlar çünkü, daha ikinci denemesinde sarı kartı görür, bir daha yapamaz. Melo penaltıyı dışarı atıyor, sanki bir sevinç gösterisi yapıyormuş gibi Melo’nun üstüne çıkıyor. Bununla da yetinmiyor, soyunma odasında Melo’yu kastederek, sokak köpeklerinin zehirlenmesi çağrısında bulunuyor.

Ülke her açıdan boka saplanırken, futbolun bundan bağımsız olmasını beklemek aptallık. ‘Yeni Türkiye’ şiarıyla her şey yeniden inşa ediliyor, dizayn ediliyor.

’Yeni Türkiye’nin örnek futbolcusu da Volkan Demirel’dir. Bunca rezalete, kokuşmuşluğa, vukuata karşın, halen milli takım kaleciliği yapması, büyük bir kulübün koluna kaptanlık bandının iliştirilmesinin başka bir açıklaması olamaz.

Volkan gayet iyi biliyor ki, yaptıklarının karşılığı sadece 3-5 maç olacak, renk körlüğünden muzdarip tipler ‘adamsın’ diye kucak açacak, ülkenin milli takımı ona kucak açıp, medyada haşarı evlat mualemesi yapılacak ve bir sonraki vukuatına kadar her şeyi unutacağız.


Bir kez, sadece bir kez ‘ama’lı cümleler kurmadan ve taraftarlığınızı bir kenara koyarak oturup düşünün, sahada izlemek istediğiniz adam bu mu? Sorunun yanıtı ‘evet’se, başka konuşabilecek bir şey yok, buraya kadar yazdıklarımın bir geçerliliği de yok.

Bundan sonra olacakları söyleyeyim, medyada aslında olayı başlatanın Melo olduğu yazılıp çizilecek. Ortada hiç sebep yokken Melo’nun ortamı gerdiği, Volkan’ın da ‘tahrik’ olduğuna yönelik tonla yazı okuyacaksınız. Zira Volkan’ın tahrik ölçeği bir garip! Herif Melo’nun üstüne atlıyor, Melo da olduğu yerde duruyor, hatta terbiyesizliğe yönelerek, Volkan’la tartışıyor. Senin Melo olarak yapman gereken, Volkan kardeşimiz tahrik olmasın diye donunu sıyırıp domalman (!)

Toplumun hiçbir alanında ‘yeter’ diyemiyoruz ve diyemediğimiz sürece de, her yol artık mübahtan öte, kabul görürlükten bir tık üste giderek, doğru’ya doğru yol alıyor.

‘Yeni Türkiye’de doğru olan Volkan’ın yaptıkları, yanlış ise Muslera’nın tebriği.

Volkan kardeşimizin canı azıcık sıkılmıştır, ilk milli takım kampında kendisine moral olması açısından şerefine mangal partisi düzenlensin, Galatasaraylı ahlaksız futbolcular da, Volkan abileri ile sarmaş dolaş pozlar verip, ‘Derbide olur böyle şeyler, burası milli takım, birlik, beraberlik vs vs’ diye bol gülümsemeli zamanlar geçirsinler.

Galatasaray yönetimine düşense, kibarlığı ve centilmenliği elden bırakmadan, Melo'nun sözleşmesini iptal edip, Volkan'dan kulüp olarak özür dilemektir. Çünkü 'Yeni Türkiye'nin kuralları bunu gerektiriyor.
 
Yaşasın ‘Yeni Türkiye’ ve onun değerleri…

Not: Yazıyı bitirdim ve fotoğraf ararken, Volkan'ın hakkında söylenenler için dava açacağını okudum. İşte 'Yeni Türkiye' tam olarak böyle bir yer.

Not2: Bir ara fırsat bulursam Selçuk İnan, Yekta gibi arkadaşlar için bir yazı kaleme alacağım.

10 Ağustos 2014

Osman -2-


Nihayet biraz nefes almıştım, bu lavuk herif Ayça'nın yanından uzaklaşır uzaklaşmaz, pat diye kucağına atladım. Ohhh yumuş yumuş valla, böyle saatlerce durabilirdim. Osman lavuğu içeride homur homur homurdanıyor, keyfim katmerlendi, daha bir sokuldum Ayça'ya. Mutfaktan tangır tungur sesler geliyor.

'Hayatım, sigaram kalmamış, bakkaldan gidip alabilir misin acaba?' diye seslendi Ayça. 'Tamam canım' derken, mutfaktaki sesler biraz daha yükseldi, herif sinirden kendini sikecek duruma geldi. Bilmiyor muyum ben malımı. Gerizekalı, kız bunu paspas yapmış haberi yok, yürü lan bana da yarım kilo iyisinden mama al, karnım kazınıyor. Gitti yatak odasına üstüne bir şeyler geçirdi, 'Başka bir şey istersen söyle, bir daha çıkmayalım' dedi. Ayça'dan sadece 'cık' diye bir ses geldi. Mala cevap bile verme gereği duymadı, kapıyı kapattı çıktı.

Ayça'nın ayaklarına uzandım, mis mis. Yüzüme bakıp, 'Senin kadar sevimli kedi görmedim' dedi. Eheheheh 'Sevimli olduğum kadar yakışıklı ve seksiyim de' dedim ama yine 'mivvv'den başka bir ses çıkmadı. Ulan bir konuşsam, şu Osman salağıyla eşit şartlarda olsam, Ayça onun yüzüne bile bakmaz. Bundan anca posta güvercini olur. 'Osmann bakkala git' diyeceksin, gidecek, 'Osmannn su getir' diyeceksin getirecek. Başka da bir bok olmaz bundan.

Kapı açıldı, kapının önünde durdum, elinde poşetler, sıcaktan terlemiş keriz. Şöyle bir kafayı eğip odaya Ayça'ya baktı, kız bunun umrunda bile değil, oturmuş televizyon izliyor. Ayaklarına sürtündüm, azarladı hemen, buna sevgi de göstermeyeceksin. İt muamelesi yapacaksın gavata. Poşettekileri çıkarttı, bazılarını buzdolabına koydu. Serin serin esiyor, bu insanların kafası çalışmıyor harbiden. Aç dolabı püfür püfür serinlik, insan olsam 10 dakika aralıklarla açıp dururum. Yatak odasına gitti, parfüm sürdü. Yavşak, kesin hallenecek kıza. Çat dedi kapattı kapıyı, kaldım içeride. Bağırıyorum açan yok, kapıyı tırmalıyorum yine açan yok. Oda oda değil yalnızlar rıhtımı. Kıracak, dökecek bir şeyler aradım, yok amına koyayım. Tekrar bağırmaya başladım, yok açmıyorlar kapıyı. Elime geçirirsem cidden her yerini çizeceğim lavuğun.

Pencere açık, oğlum kız arkadaşıma niyetleniyor ılık herif. Kedi değil miyim, düşerim 4 ayak üstüne, sonra götümü yırtana kadar bağırırım. Ses dışarıdan gelirse kesin bakarlar. Bu duygusuz bakmasa, Ayçam bakar. 'Ya Allah' dedim, atladım. Kediler nah dört ayak üstüne düşüyor, betona çarptım, ayağımı hareket ettirmeye çalıştım, olmuyor. Kırıldı galiba. Götümü yırtarcasına bağırmaya başladım. Ama o nasıl bağırmak, ben bile çıkarttığım sesten korkuyorum, onların olduğu oda aynı yerde, çıkarlar kesin. Çıkarlar değil mi lan! Ya sokaklarda böyle kalır, sefil olursam. Ya beni bundan daha adi, şerefsiz biri alırsa. Mahallede İlker diye bir piç var 10 yaşlarında, sürekli ana-avrat küfür ediyor, onun eline geçersem, kıçımı bile parmaklar. Çocuk değil şeytan yemin ediyorum. Bağırdıkça bağırıyorum, pencere açık ama kimse bakmıyor. İkinci kattaki amca baktı, tanıdı hemen. Haber verse bari, verir verir. Olsun devam bağırmaya, 'mavvvvvvvvvvvv, mavvvvvvvvvvvvv'.

Alttan kapının sesi duyuldu, çıplak ayaklarla, altta şort inmiş Osman. Birden duygulandım, sarılasım geldi ama yapamadım. Kaldırdı yerden 'Oğlummm, n'oldu pencereden mi düştün sen?' Gözlerinin içine bakıp daha fazla bağırmaya başladım, geçirdim tırnaklarımın tamamını göğsüne, canı yanıyor anladım, sesini çıkartamıyor. Eve geldik, salona getirdi beni, koltuğun üstüne koydu, oramı buramı yokluyor, ayağımı tutunca bastım yaygarayı. Telefona sarıldı, 'Abi sanırım bizim Ozan'ın ayağı kırılmış', karşı tarafı duyamıyorum tabii, Ayça başımı okşuyor. O an ayağımın acısını unuttun, sürttüm kafayı. 'Tamam hemen getiriyorum' dedi ve kapattı telefonu. İyi mi, kötü mü bilemedim. Ya ben ameliyattayken, bunlar eve giderse, ya düşündüğüm şeyi yaparlarsa. Ben orada Kore gazisi gibi durayım, bunlar yiyişsinler. Yok öyle yağma, yedirmem lan kız arkadaşımı sana, yedirmem pezevenk!

Giyindiler, arabaya atladık, Ayça kucağına aldı beni, pamuk gibi göğüslere dayadım kafamı. Güzel abim, kız benim kız arkadaşım, bu Osman denen yavşak, kedi amına koyayım lan! Ya nasıl bir kabus bu, nasıl bir muhabbetin içindeyim ben. Hakikaten kafayı yemek üzereyim, ayağım da acıyor, bir yandan bu Osman 'Yani yapılacak iş seninkisi' diye söyleniyor. Üstüne uçasım var. Ayça olmasa şu arabada, üstüne atlayıp kaza yaptıracağım. İkimiz de ölelim, sikerim böyle işin ızdırabını. Götüm kadar yol bitmedi, kafamı eğdim, Ayça'nın bacağında bir morartı gördüm. 'İkinizin de ağzına sıçarım, ne lan bu' diye bağırdım, yine 'miv' çıktı ağzımdan. Ben öyle deyince Ayça dikkatlice kaldırdı öptü dudaklarımdan. Senin de ağzına sıçacağım, bu morluğun hesabını vereceksin. Biz pikaçu gibi pencerelerden uçalım, senin ne bok yediğin belli olmasın. Elim ayağım titriyor, cidden kafayı yiyeceğim, atladım Osman'ın suratına, arabada bağırış, çağırış güm diye bir sesten sonrasını hatırlamıyorum.

Gözümü açtığımda halının üstündeydim, oramı buramı yokladım, baktım kuyruk var mı diye, yok. Doğruldum yerimden, etrafa bakınıyorum, Osman sandalyede uyuyor. Odalara baktım, kimse var mı yok mu diye, yok. Evde bir ben, bir Osman var. Rüya mıydı, yoksa şimşek çakıp bayılttı mı bilmiyorum. Bildiğim tek şey kedi filan değildim. Osman yanıma geldi sürtüm sürtüm sürtünüyor. Yaşadıklarımı hatırladım ya da rüyayı, her neyse. İttirdim yavşağı. Bir daha geldi, sinirden çektim bıyığını geri kaçtı. Düştün mü lan elime, iyiydi değil mi odalara kapanmalar. 'Sana iki gün mama yok, su yok, siktir git çeşmeden iç' diye bağırdım. Öyle uzaktan bakıyordu mahsun mahsun. Acımak yok bu şerefsize, kim olduğunu anladım. Ayça geldi aklıma, telefonu masadan aldım aradım. 4 kez çaldıktan sonra 'N'oldu canım, gecenin bir yarısı, kötü bir şey yok umarım' dedi. Sinirli bir şekilde 'Ayça sana bir şey soracağım ama doğru cevap vereceksin tamam mı?' dedim. 'Ay saçmalama Ozan merakta bırakma insanı' deyince, direkt sordum 'Bacağında morluk var mı?'

Birkaç saniyelik sessizlikten sonra 'Bugün buzdolabına çarptım, içine mi doğdu canım' dedi. 'Sokarım içine de dışına da, ikizinin de ağzına sıçacağım' deyip kapattım telefonu. Biliyorum, kesin arardı, telefonun bataryasını filan çıkarttım. Osman karşımda suratıma bakıyordu, öylesine kızgındım ki, elime geçirsem parçalayacak gibiydim. Ne olup bittiğini kafamda evirip çeviriyorum, bu kadar tesadüf olamazdı. Ya bunlar gerçekti, ya ortalarda bir bok dönüyordu. Osman her zamanki yalvarır miyavlamasıyla mutfak kapısına gidip miyavlamaya başladı. Ne zaman mama istese böyle yapıyor çünkü, yerini biliyor. Vermeyeceğim lan, vermeyeceğim, vermeyeceğim işte.

'Canım, neyin var, yoksa rüya mı görüyordun' diye Ayça omzumu okşadı. Hay senin atanı! 'Neden, ne oldu ki?' diye sordum. 'Bağırıyordun canım, vermeyeceğim lan vermeyeceğim diye bağırıyordun. Hatta Osman kolunda uyuyordu, yerinden zıpladı sen bağırmaya başlayınca. Ben de kitabı bitireyim diye uyumadım' dedi.

Derin bir nefes aldım, böyle bir rahatlık hissini daha önce duymamıştım, Osman ayak ucumda durmuş bana bakıyordu. 'Gel lan buraya' deyince, koştura koştura geldi, kafasını yüzüme sürttü, sonra da gitti Ayça'nın omzuna kafasını koyup yattı.

'Ayça, bak bir şey söyleyeceğim, artık Osman'ın aramızda uyumasını istemiyorum haberin olsun' dedim. Sesim olağandan fazla hiddetli olmalı ki, 'İyi de canım, sen istiyordun yanımızda uyumasını, n'oldu şimdi' diye sorunca, yanıt veremedim sadece 'İşte' diye işin içinden sıyrılmaya çalıştım. Aldım Osman'ı içerideki odaya koydum, yanına biraz mama ve suyla birlikte.

Odaya bıraktıktan sonra, yatağa uzandım, aradan çok geçmedi ki, Osman önce bağırmaya, sonra kapıyı tırmalamaya başladı. Ayça, 'Yapma, alışık bizimle uyumaya, hadi al getir' deyince, Ayça'nın bacağına bakmak geldi aklıma. Bacaklarının üstündeki pikeyi kaldırdım ve morluğu gördüm. 'Bu ne zaman oldu' diye sorunca, 'Eee yuh' yani deyince, sinirden tokat attım.

Suratıma baktı, gözünden bir damla yaş süzüldü, 'Sen ruh hastasısın. Kusura bakma ama senin gibi bir ruh hastasına Osman'ı da bırakmam. Onu da alıp gidiyorum ben' deyip, yataktan kalktı. Arkasından kalktım, dönüp 'Sakın, sakın! Deneme bile' dedi ve odadan çıktı, Osman da arkasından.

Yataktan kalktım sigara yaktım, içeriye gitmek istiyorum ama ne kadar kararlı olduğu gözlerinden belliydi. Elimi sikeyim, ne vardı vuracak. Ayça kapıda belirdi, elinde sepet ve içinde Osman'la. Yüzüme baktı, 'Bacağıma ne mi oldu? Uykunda, bağırıp çağırırken, bacağımı tutup sıktın. O oldu! Bir daha ne ben, ne de Osman'ın yüzünü bil göremeyeceksin' dedi ve kapıyı açıp çıktı...

2 Ağustos 2014

Osman -1-



Gecenin bir yarısı eve yorgun argın geldiğimde, kapıda beni karşılayacak biri olduğunu biliyordum. Ayakkabılarımı çıkardım ve kendimi girişin hemen önündeki halıya bıraktım. Osman hemen geldi yanıma, tüylerini terli yüzüme süre süre acıktığını bana anlatmaya çalışıyordu ama öylesine yorgun ve sinirliydim ki, elimle ittim. Oysa ondan daha aç durumdaydım ama yorgunluk bastırıyordu açlığımı. Tabii pes etmedi, bu kez bacaklarımdan başlayarak, yukarıya doğru sürtünmeye başladı.

Dışarıda yağan yağmur ve çakan şimşekleri duyunca pencereyi kapatmak geldi aklıma. Kalktım ve pencereye doğru yürüdüm. Perdeler ıslanmıştı, yine yıkayacağım için sinirim daha da fazla arttı. Osman arkamda, pencere pervazına çıktı, koluma sürtünmeye başladı.   Tam pencerenin kolunu tutacaktım ki, bir şimşek çaktı ve gözlerim karardı, sonra...

Gözlerimi açtığımda pencere kenarında uzanmış duruyordum, dışarıya baktım ama gözlerimde gece görüş dürbünü varmışçasına bir görüntü vardı. Üstelik pencerenin pervazında duruyordum, bir el hızla popoma indi ve 'Kaç kere söyledim lan sana, oraya çıkılmayacak' diye beni ittirdi pencereden. Vay amına koyayım, vücudum tıpkı kedi gibiydi. Vücudu geçtim, kıçımda kocaman bir kuyruk vardı, Osman da aynı insan gibi olmuştu. Pat diye yere indim, kafamı havaya kaldırmış tanımadığım bir insana bakıyordum. Suratımı bakıp, 'Acıktın mı lan it' diye yavşak yavşak sırıtıyordu.

Hangi rüyanın içindeyim diye düşünürken, karnımın gurul gurul ettiğini hissettim. Evdeki insan görünümlü şey, Osman'ın mama kabına patır patır bir şeyler koyuyordu, içgüdüsel olarak gidip, yemeye başladım. Bok gibi bir tadı vardı ama yemekten kendimi geri alamıyordum. Yedikçe yedim, kabın dibini bulmuştum. O tanımadığım insan hemen yanıma su koydu. Bu kez dilimi dışarı çıkartıp, suyu yalamaya başladım.

Yavaş yavaş durumu kafamda çözmeye başladım, bildiğin kedi olmuştum ama bu insan kimdi onu anlamadım. Tam o sırada kapı çaldı, kapıya doğru giderken, o insan beni eliyle tutup, içerideki odaya koyup, kapıyı da kapattı. Kapı kolunun nasıl açılacağını biliyorum ama açamıyorum, zıplamaya çalıştım olmadı. Seslere kulak kabarttım, 'Osman Bey, rahatsız ediyorum gecenin bu saatinde ama gündüz evde yoksunuz, aidatı verebilir misiniz, yönetici beni sıkıştırıyor' diyen, bir ses duydum, 'Hay yöneticinize sokayım, gecenin 2'sinde ne aidatı, kaçıyor muyuz amına koyayım, sabah gelseydiniz' dedi, evdeki insan. Başka bir kapı açıldı ve 'Yemin ediyorum bir daha bu saatte kapıya dayanırsanız, aidat yerine, o göt yöneticiye başka bir şey vereceğim' dedi ve kapı serçte kapandı.

Kapıdaki adam 'Osman Bey' deyince beni bir gülme tuttu, içimden 'Osman Bey ne lan! Az daha kassalarmış ailesi Şişli koyacakmış' ismini dedim ama gülemiyordum, suratımda salak bir ifadeyle kapının önünde dikiliyordum sadece. Kapı açıldı, ayaklarına sürtündüm, tuttu beni havaya kaldırdı, 'Özledin mi lan abini it' dedi. Ben bıyıklarımı, kafamı yüzüne sürttüm. Burnumdan öptü sonra götoğlanı. Gıcık oldum ama bir şey diyemedim, baktım tırnaklarım kendi kendine çıkmaya başladı. Aldı elinden beni koltuğu koydu, bir de kıçıma hafifçe vurarak, 'Lan yavşak, kaç kere dedim o tırnaklar çıkmayacak' diye azarladı. 'Valla billa bilerek çıkartmadım' demek istedim ancak sadece suratına gözlerimi kısarak baktım.

Koltuğun üstüne kuruldum, kendimi yalamaya başladım. Nasıl saçma bir şeyse yalandıkça yalandım. Gözlerim bu ismi Ümraniye olmaktan son anda kurtulan lavukta. Yalandıkça ağzıma iğrenç iğrenç tüyler geliyor, hopp hepsini mideme attım. Bu lavuk, eline bir alet aldı, düğmelerine filan bastı, karşısındaki kutuda hareketli bir şeyler olmaya başladı. Birader o değil de, yalandıkça hoş olmaya başladım. Sırtım, göbeğim filan derken, kendi aletimi yalamaya başladım. Beynimden iğrenç şeyler geçiyor ama iğrenmiyorum, birkaç yalamadan sonra bir şey çıktı, nasıl tiksinç bir görüntü anlatamam ama iğrenmiyorum lan ısrarla.

Lavuk koltukta boylu boyunca uzandı, pat dedim onun yanına atladım. Gözleri kapanıyor, yarım yarım açılıyor, tekrar kapanıyor, bir süre sonra tamamen kapandı. Gittim ayaklarının ucuna yattım ben de. Benim de gözler kapanmaya başladı, sesler geliyor içimden 'gır gır' diye, sonrası tamamen kapandı.

Gözlerimi açtığımda bizim lavuk hâlâ uyuyordu, gittim mama kabına, içi boş. Bunun gözlerini nasıl açarım diye düşünürken, kendimi burnunu yalıyorken buldum. Önce ittirdi, ben bir geri gittim, sonra bir daha yaladım, pat dedi vurdu kıçıma. Çok da sikimde sanki, bir daha yalayınca doğruldu koltuktan 'Bir izin günüm var onun da ağzına sıçtın Ozan' diye bağırdı. Başımdan aşağıya kaynar sular döküldü, korktuğum başıma gelmişti, ben o olmuştum, o da ben. Tipinden anlamalıydım zaten, zenci gibi siyah bir şeydi. Kesin o şimşek çaktığında oldu bu diye düşündüm ama elimden hiçbir şey gelmiyordu. Osman lavuğu, gitti mutfağa mama koydu bana. Suratına bile bakmadan, yemeye koyuldum. İçeriden bağırdı, 'Şu mamayı hayvan gibi yeme yavşak Ozan, sessiz sessiz ye! Bir daha uyanırsam atacağım seni pencereden' diye. Hıh, çok da umrumda sanki. 'Bu lafları çok duyduk oğlum, sen kendini camdan atarsın, beni atamazsın' dedim ama hiç ses çıkmadı. Görülmeyen konuşma balonlarım varmış gibi aynı. Konuşuyorum ama benden başka duyan yok.

Mamayı bitirdikten sonra azıcık su içip, koltuğun yanına kıvrıldım, Osman'a baktım, camış gibi uyuyordu; bacaklar bir yanda, kollar bir yanda. Sığır olacakken, son anda yırtıp insan olmuş gibi görünüyordu. Bu durumu çözmem lazımdı ama kedi olmak da şahane fantastik şey. Ekmek elden su gölden, mamam önümde, suyum yanında. Ohhhh bir da hatun olsa, ne güzel olurdu, cennet buymuş kesin diye geçirdim içimden. Düşünceler içinde uyuyup kalmışım...

Rüyamda şahane bir Van kedisi vardı, gözler en afillisinden, kuyruğunu kaldırmış yan yan sürtünüyor, garip sesler çıkartıyor, benim yaladığım alet hafiften hareketlenmiş derken, Osman yavşağı önce başımı sonra göbeğimi, ardından da kıçımı okşamaya başladı. Suratına bakıp 'Lan göt! Ben senin götünle, başınla oynuyor muyum?' dedim ama yine sesim çıkmadı, sadece 'Mivv' diye mantıksız bir ses çıktı. O değil, rüyamın içine sıçmıştı adi herif.  Yüzüme bakıp, 'Amanın Ozan'ım kızar mıymış?' diye güldü. Nasıl sinirlendiğimi anlatamam fakat vuramıyorum da şerefsize. Niye bilmiyorum, yapamıyorum. Izdırabına sıçtığımın yavşağa habire götümle oynuyor. Pat pat vuruyor filan, ne kadar yavşak hareket var, bu lavukta. Mutfağa gitti, pat hemen arkasından ben de gittim. Niye merak ettim bilmiyorum ama gittim işte. Raflardan bir şeyler çıkartıyor, arada gidip buzdolabını açıyor, böyle 2-3 tur sürdü muhabbet. Ben herifin ayaklarındayım, o nereye, ben oraya. Uykusunu alınca, siniri geçmiş yavşağın.

Oturdu sandalyeye, ben de ayaklarımı onun dizine uzattım, suratına bakıyorum. 'Daha yeni yedin, halen yemek peşindesin, beni yiyeceksin en sonunda' diye söylendi. 'Tipine sıçtığımın yavşağı, aç bırak, yemezsem en adi götverenim, tabii yiyeceğim. İzin ver, bütün gün ben senin götünle-başınla oynayayım, o zaman sen beni ye' dedim, suratına bakarak. 'Yerim lan seni' dedi, suratıma şefkatle bakarak.  Tipine soktuğumun malı, ben neler diyorum, bu halen yerim diyor, bildiğin mal değneği lan bu. Harbi insanlar salakmış, onu anladım bu kısa süre içinde. Herifin suratına bakıp küfür ediyorum, o hâlâ seviyor beni. Eline bir kitap alıp okumaya başladı, Allah'ın enteli, yesene adam gibi yemeğini, göz bir yerde, eller bir yerde, kıçı başı ayrı oynuyor malın. Masayı topladı, gitti bilgisayarı açtı, kuyruğumu sallaya sallaya arkasından gittim. Haberlere baktım, maillerine baktı, ben öylece yanındaki sandalyede nelere bakıyor diye onu izliyorum. Fıtır fıtır bir şeyler yazmaya başladı, aha bir baktım göt lalesi benim fotoğrafımı koydu bilgisayara, arada birileriyle konuşuyor. Uyuz oldum yavşağa, ses çıkartamıyorum.

Eline bez aldı, masayı sildi, sonra bir sigara yaktı. Telefonu çaldı, 'Kaçta geliyorsun?' diye sordu. Suratında yine o yavşak ifade var, iyice sinir oldum, elden bir şey gelmiyor. Gittim, onun yattığı koltuğa uzandım, uyuyup kalmışım, zilin sesiyle uyandım. Gözlerimi yarım açtım, kapıya seyirttim. Oha amına koyayım, benim kız arkadaşım lan bu! Herif kız arkadaşımın belinden tuttu, öpüyor. Gittim hemen Ayça'nın bacaklarına sürtündüm, suratına bakıyorum ama öpüşüyorlar. Ayça eğildi, 'Ay Ozan da beni kapıda beklermiş' diye kafamı sevdi, kaldırdım kuyruğumu yüzümü sürttüm bacaklarına. 'Ayça benim ben, Ozan benim, öpme o pisliği' diye bağırıyorum, ağzımdan sadece 'miyavvvvvv' diye bir ses çıkıyor. Sinirden kendimi sikecek kıvama geldim, gittim yere oturdum. Yatak odasına geçtiler, ağzına sıçayım senin lan! Ben de senin ağzına sıçmazsam Ozan değilim, puşt herif.

Yayıldığım yerden kalktım, gittim masanın üstündeki kolonya şişesini düşürdüm, kapı açılmadı, artık ne bok yiyorlarsa içeride. Sonra kocaman bir fotoğraf çerçevesi var, kafamla ittirip onu düşürdüm. Aha da kırıldı lan. Kapı açıldı, Osman denen yavşak 'Ağzına sıçacağım senin' diye üstüme gelirken, hop diye atladım yere, oradan koltuğun altına. Aahhahaha malın keyfinin içine ettim. Keyfim yerine geldi. Ayça da çıktı, üstüne çarşaf sarılmış. Göt lalesi herif, benim kız arkadaşım o, benim lan, benim amına koyayım. Yeter ya, ben eski halime gelmek istiyorum.

Koltuğun altından çıktım, pencerenin kenarına gittim, lale beni görünce 'Aman oğlum gir içeri, üzme beni' dedi. Üzme beniymiş, şerefsiz puşt, kız arkadaşımla ne yapıyorsun içeride. Bu daha başlangıç, senin hayatını sikmezsem ne olayım...

-Devamı ve sonu salı günü-
Not: Cumartesiye kadar izin verin, yarısını bitirdim ama parmaklarım kopacak gibi yazmaktan, özür dilerim...

28 Temmuz 2014

Sefo Deresi'nden Agop Amca'ya...



Bugün 28 Temmuz, bugün bayram. Şeker de yiyemeyen Hossam Abdul'un, Shadi Abu Harbied'in, Iman Khalil Ammar'ın, Sefo Deresi'nde kurşuna dizilenlerin kutlayamayanların bayramı.

Bu dünyada ve ülkede bayramlarla matemler iç içe geçmiş yaşanıyor. Kimilerinin bayram olarak kutladığı bir gün, kimilerinin acısını en derinden yaşadığı gün.

Sefo Deresi'ni hiç duydunuz mu? 33 kurşunla öldürülen 33 kişiyi. Elleri arkadan bağlanarak, diz çöktürülerek, bir kurşunu bile harcamadan, 33 Kürt'ü öldürdüler. Üstelik orada öylece bırakılırlar, ölü bedenlerini hayvanlara yem ederler, gömmezler bile. Sonra, kimse gelip kemiklerini bulamasın diye, etrafını mayınlarla döşerler. Yetmez 'yasak bölge' ilan ederler, kimseyi sokmazlar oraya. Kemikleri bulunmasın da, suçları ortaya çıkmasın diye.

Ama bu devlet öyle utanmaz ki, emri veren 3. Ordu Komutanı Orgeneral Mustafa Muğlalı'nın adını bölgedeki sınır taburuna verirler. Öldürdükleri yetmez çünkü, kana susamış nefretlerini, insanların acılarını taze tutmak için verirler.

Hangi gün verirler Orgeneral Mustafa Muğlalı'nın ismini o tabura. Deniz Geçmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan'ın idam edildikleri gün olan 6 Mayıs'ta değiştirirler. Büyük Türk devleti ve askeri gücünü gösterir, dosta düşmana karşı (!)

Mustafa Muğlalı cezaevinde öldü ama iade-i itibar verildi. Devletin itibarı bu kadar işte, 33 insanı katledip, kurşuna dizdiren birine itibarını verecek kadar.

Katiline aşık, onu kutsayan bir devlet geleneği var, yıllar geçse de, bu anlayış değişmiyor. Sonra Kürtlere 'Neden dağa çıktın?' diyorlar, 'neden isyan ettin' diyorlar ama Kürtlere 'Neden isyan ettin?' diyorlar. Kendi dilini konuştuğu için dayak yiyen, işkence gören, öldürülen, tecavüz edilen, insanlara bu soruyu sormak için vicdan taşımıyor olmak lazım.

Hanginiz kimliğinizi seçtiniz? Bugün İstanbul'da, Ankara'da, İzmir'de, Antalya'da, Almanya'da doğmayı kim seçti? Kim seçti Amed'de, Batman'da, Urfa'da, Dersim'de  doğmayı. Kim Kürt olmak istedi doğduğu an, kim Türk olmayı seçti, hanginiz Musevi olmayı seçti, hanginiz Ermeni olmayı?

İnsanların yapmadığı seçimlerden ötürü yargılanması, suçlanması, dünyanın en büyük ahmaklığıdır. Bu ülkede yaşayanların büyük çoğunluğu bu ahmaklığı yapıyor. Oturup sadece birkaç saniye düşünün, sadece birkaç saniye. Belki o zaman hak vereceksiniz. 'Benim Kürt arkadaşlarım var' diyerek değil, Kürtlerin yaşadığı acıları biraz anlayarak düşünün.

Bayramdan çıktık yola. 'Ben küçükken' diyebilecek yaşa geldiğim için rahatça böyle bir giriş yapabilirim artık.

Küçükken bayram sabahı, ilk gittiğim yer evsahibimiz Agop Amca'ydı, annesi Madam Teyze'yle (ismini bilmiyorum, annem öyle diyor diye, ben de hep öyle hitap ettim) birlikte yaşardı. Mendil içinde parayı sadece onlar verirdi, sanki Müslüman gibiymiş gibi bizim bayramımızı kutlarlardı. En çok onlara gitmeyi severdim, mendil içinde para aldığım için değil ama minik bardakta yeşil acı bir içecek ve yanında lokum verdikleri için.

Bugün Ermeni, Musevi dediğimiz insanlar, bizim gibi bayram kutlardı, bizden daha harbi kutlarlardı. Müslüman kapılarından kovulurduk 'şeker yok' diye ama Agop Amca'ya ne zaman gitsek, çikolata verirdi bize.

Oğlum (sadece erkek okumuyor ama kızım lafını sevmiyorsunuz ondan öyle yazıyorum), insanlığın dini, dili, ırkı olmaz. Belki çok geç kaldım ama 22 yaşından sonra insanları, iyi insan ve kötü insan olarak sınıflandırdım. Kimsenin ne olduğuna, hangi ırktan olduğuna bakmadım. Beni dinlersiniz, dinlemezsiniz bilemem ama siz de öyle yapın.

Gazze'de insanlar Müslüman diye üzülmüyorum, insan oldukları için üzülüyorum ama bu ülkede yüzyıllardır yaşanan Mario Levi'ye yapılan muameleye de öfkeleniyorum. Sen-ben bu topraklarda yokken yaşayan bir adama lanet okumak, boykot etmek insanı insan olmaktan çıkarır.

Gazze diye ağlaşan Müslümanlar, dün Deniz'ler Filistin'e gittiğinde 'terörist' diye niteliyordu. Mazlumdan yana olmak ama öyle hikâyeden değil, harbici şekilde yanında olmak insanlığın gereğidir.

Bugün kimimize göre bayram, kimimize göre matem. Kimi kutlayacak, kimisi matemini yaşayacak.

Mendil içinde parayla, lokumla, nane likörüyle yetindik; keşke Agop Amca yaşasıydı da, birlikte rakı içseydik, muhabbet etseydik.

Hepiniz kendinize iyi bakın, sakın insanlıktan ayrılmayın...

Bayramda birilerini sevindirin, en çok çocukları ve yaşlıları ama. Hafızalarında yer etsin. Hoş, bir günlük mutluluğun amına koyayım ama yine de yapın işte.




Not: Ahmed Arif şiiri için 'e teşekkürler.

24 Temmuz 2014

Umarım eylemlerim devam eder


'Yarın yazacağım' dedim ama yarın bugüne kaldı. Mevzunun içeriğini bilen biliyor zaten, ensonhaber isimli haber sitesinde, 1 Mayıs'ta yapılmış bir haber vardı. Bunun üstüne 'Serkan Kalemciler kimdir?' başlıklı bir yazı yazdım.

Pazartesi günü aramızda olan telefon görüşmesini yazdım, sonra araya kıramayacağım bir gazeteci abim girdi ve bana 'sana kaldır demiyorum ama bir düşün' dedi. Serkan Kalemciler, kendisi ile konuşmuş (o konuşmanın da içeriğini yazmayacağım).

Ben de kafamda bir şey tasarladım ve yazıyı yok yere kaldırmak istemediğimi, o yapılan haberin terbiyesizliğine karşın özür dilenmesi gerektiğini söyledim. Kendisi 'röportaj da yapabiliriz, öyle de özür dileyebiliriz' dedi ancak fotoğrafta görülen DİSK'li ablamız, onlarla asla biraraya gelmek ve istemediğini böyle bir şeyin içinde olmayacağını söyledi.

Son olarak ben, 'Madem öyle, sitenizden bir özür yazısı yayınlayın' dedim, Serkan Kalemciler de, bugün itibariyle bunu gerçekleştirdi.

Benim açımdan konu kapandı. Haaaa, onlar yine benim pespaye, iğrenç, basit ve gazetecilikle uzaktan yakından ilgisi olmayan haberler yapmaya devam edecekler ama artık kim, kimin ne olduğunu biliyor, bundan sonra başka mecralarda, başka şekillerde eleştiririm.

Sadece şunu söyleyeceğim; kendi aile değerleri için üzülenlerin, başkalarının değerleri için de aynı hassasiyeti göstermeli. Bir önceki yazıda vicdandan söz etmem o yüzdendi. Salt özür meselesi değil, ailesinin de bu duruma üzüldüğünü öğrendiğim için kaldırdım. Yoksa hakikaten ne korkuyorum, ne çekiniyorum, ne de umursuyorum.

Hikayenin özü budur. Şunu söylemem lazım, yaptığım şeyden gayet memnunum. Siz hep beni küfür ediyor sanıyorsunuz ama böyle şeyler de yapıyorum lan. Ayrıca geçen biri 'Abi senin küfürsüz yazıların da hiç çekilmiyormuş' dedi, üzüldüm oğlum; küfürden mi ibaretim!

Yakın bir tarihte, piyasada prim yapan bir solcu gazetecinin ipliğini pazara çıkartacağım, bekleyin.

Herkes kendine iyi baksın, kimse insanlıktan ayrılmasın...

23 Temmuz 2014

Yarın yazacağım



Gece gece yine bilgisayar başında olmak bok gibi bir duygu ama açıklamam lazım. Serkan Kalemciler'le ilgili iki yazıyı da kaldıracağım. Şimdiden 'ooooo tırstın mı?' tadında yorumlar yapmayın ya da yapın lan, hakikaten umrumda değil.

Neden kaldıracağımı, sebepleriyle anlatacağım. Sadece şunu bilin, hakikaten korkudan filan değil, öyle bir korkum olsa, şu bloğun geçmişinde silmem gereken en az 100 yazı olurdu.

Şu vicdan denilen şeyden bazı durumlarda az olması gerektiğini düşünüyorum, böyle yazıp duruyorum siz beni çok acayip sinirli, pis bir herif filan sanıyorsunuz ama kazın ayağı öyle değil işte.

Neyse çok bile kaldım bilgisayar başında, yarın bir ara boşluk bulup, yazacağım.

Kendinize iyi bakın, insanlıktan ayrılmayın...