9 Eylül 2009

Terim gitsin, kimse gelmese de olur


Hiçbir yeri okumadan geçtim bilgisayar başına. Genelde hayat felsefemdir, sonda söyleyecek olanı başta söylerim, yine öyle yapacağım. Kimse hakeme bok atıp, işin içinden sıyrılmaya kalkmasın boş yere.

90 dakika boyunca ne yaptığını bilmeyen, ne yaptığı anlaşılamayan bir Milli Takım izledik. Belki bir-iki turnuvada kaotik futbol denemeleri başarılı olabilir ancak uzun soluklu işlerde, bunu yaparsanız sonuç bundan farklı olmaz.

Ben, maçtan ne aldım onları sıralayayım iyisi mi?

1- Gündüz de yazdım yine yazayım. Önder Turacı'dan stoper filan olmaz. Hatta Önder Turacı'nın Milli Takım forması giymesi son derece gereksizdir. 25 maç oynamasa bile gözüm kapalı Emre Aşık'ı kadroya alır, bugün de sahaya sürerdim.

2- Fatih Terim artık kenarda, yanında bir-iki kelime edebilecek adamları almalı. Müfit Erkasap, Oğuz ya da Metin Tekin bu adamlardan biri değil. Terim kulübeden atıldıktan sonra orada bir şeyler yapabilecek birilerine ihtiyacımız vardı.

3- Bir futbol takımı bu denli fiziki zayıf oyuncular üzerine kurgulanamaz. Teknik iyi hoş da, herkesin teknik olduğu orta sahada; basacak, dişişecek adamlara da ihtiyacımız var.

4- Bir futbolsever olarak, izlemek istediğim milli takım modeli, karmamarışık ve plansızlıktan ibaret bir oyunla değil; dengeli, ne yaptığını bilen, tempoyu istediği gibi ayarlayan bir milli takım.

5- "Çok halvet olmakla, çok çocuk olmaz." Zamanında, yerinde yaparsın o işi, alırsın kucağına çocuğu. Arda, Emre, Semih, Tuncay, Sercan. Ohh yaaa. Sezonun flaş adamı Mustafa Sarp milli takımda oynayabilmek için daha ne yapmalı bilmiyorum. Lütfen alınmış kadroya, o yüzden de forma yüzü göremedi. Koy kardeşim, ikili oynat orta sahada Ceyhun'la, akıl oyunu ile çöz rakibini.

6- Şu Sabri'ye karşı olan antipatiyi bir yere kadar anlıyorum ama Gökhan Gönül'ün bu denli şişirilmesine de anlam veremiyorum. İki maçta da izledik. Şu ülkeye orta yapmasını bilen kanat oyuncusu gelmeyecek mi?

7- Şu Terimmania bitmeli ve bitsin artık. Nereye giderse gitsin ama Milli Takım'ın başına, o ağırlığı kaldırabilecek, oyuna gerektiği zaman müdahale edebilecek bir teknik direktör gelsin.

Hakem hata yaptı, golü yedik. Eeeeee, bu mudur yolu itiraz etmenin. Külhanbeyi tavırları, antipatik hal ve hareketleriyle bir halkın yarısını Milli Takımı'ndan uzaklaştırdı. Terim giderse de yerine biri bulunur. Hatta buldum ben Rijkaard ve Neeskens gelsin.

8- Ben 2010'de tutacağım takımı belirledim. Fildişi Sahilleri. Herkes şimdiden seçimini yapsın..

Futbol bu, her şey olur


Milli maç geldi çattı. 2010 Dünya Kupası'na gidebilmemiz için bu maçı almaktan başka bir çaremiz kalmıyor. Yeni olası bir yenilgi durumunda Haziran 2010'da evimizdeki koltuklarda oturup "Ah ulan biz de olmalıydık" deyip, herbirimiz kendimize bir takım bulup, o takımı destekleyeceğiz.

Bugüne kadar olan bölümde yapılmış hatalardan söz etmeyeceğim. Geçti, bitti hepsi. Ancak bugün gazetelerde ve televizyonlarda Milli Takım'ın 11'ini görünce umutsuzluğa da kapılmadım değil.

Volkan, Gökhan Gönül, Önder, Servet, Hakan Balta, Hamit Altıntop, Emre, Arda, Tuncay, Semih ve Sercan'dan oluşan 11'i görünce niye böyle düşündüğümü de belirteyim. -Önceden guardımı alayım ama futbol bu her şey olur-

Eğer Terim, kazanmak zorunda olduğumuz Bosna deplasmanına orta sahada kesici bir oyuncu ile çıkmazsa, bol bol 1'e 1'lerle karşılaşabiliriz. Misimović, Muratović, Ibričić gibi ofansif orta saha oyuncularını dirençsiz bir orta saha ile karşılamak, benim kafamın yettiğince intihardan ibaret.

Çünkü bu koşullarda, stoperlerimizden Servet ve Önder Turacı sürekli öne çıkmak durumunda kalacak ve bu durumda da özellikle kontraataklarda garip durumlara düşebiliriz. Özel not düşeyim; Önder Turacı'ya hiç güvenemiyorum maalesef.

Bu yüzden Ceyhun ya da Mustafa Sarp ikilisinden birinin mutlaka ama mutlaka bu akşam sahada olması gerekiyor. Bunun için de Semih-Sercan ikilisinin sayısının bire düşmesi lazım. Zaten Arda, Tuncay, Halil ve Emre gibi forvete destek veren çok sayıda oyuncumuz var. Buna bir de çift forvet eklenirse, orta sahamız kul eleği işlevi görebilir.

Boşnak medyası karşılaşmaya; Supić, Vladavić, Nadarević, Spahić, Jahić, Salihović, Muratović, Rahimić, Misimović, Ibričić ve Džeko 11'iyle çıkılacağından emin. Bizim ise Volkan, Gökhan Gönül, Önder, Servet, Hakan Balta, Hamit Altıntop, Emre, Arda, Tuncay, Semih ve Sercan'la çıkmamız bekleniyor.

Bu 11'ler bana Pazar sabahı izlediğimiz Arjantin-Brezilya maçını anımsatıyor. Fiziken çok büyük üstünlüklere sahip Brezilya ve Arjantin yani. Bu maçta da Bosna Hersek'in bariz bir fizik üstünlüğü olacak.

En büyük umudum, oyunun dengede gitmeye başladığı anlarda kronikleşmiş hastalığımız olan top şişirmeye başvurmayız. Aksi taktirde çok sağlıklı sonuçlar alamayacağımızı düşünüyorum.

Ama Terim bu, ne yapacağı belli olmaz; bir bakmışsınız Hamit yedek, Kazım sahada; Volkan forvette, Semih kalede. Her deliliği yapabilecek kapasitede çünkü.

Biz garip bir milletiz ve futbolumuz da öyle. O yüzden tüm bu yazılanlar, çizilenler kâğıt üstünde kalabilir. Kaotik ortamlardan varolmayı bilen Türk Milli Takımı eğer 2010 Dünya Kupası'na gitmezse, kupa çok şey kaçırır. En azından serseri kurşun misali ne yapacağı bilinmeyen, her turnuvanın banko sürprizi (ulan hem beğendim hem garip geldi) kıvamındaki Türkiye'nin olmayışı herkes adına kayıp olacaktır.

Yatacak yeriniz yok!


Nasıl iğrenç bir toplumdur bu. Onlarca insan öldü hem de İstanbul'un göbeğinde insanlar yağma peşinde, yardım eli uzatacağına.

Dün Silivri ve Selimpaşa'da yaşananları "Sorumlu CHP'dir" diyerek, bu durumdan bile partizan tavırla ve aklı sıra şark kurnazlığı ile sıyırmaya çalışan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş bugün ölen 23 kişinin sorumluluğunu kime yollayacak bakalım.

Bir şehri iki dönemdir yöneteceksin, şehrin göbeğinde onlarca insan ölecek ve sen o koltukta oturmaya devam edeceksin. Ya bırakın bu partizanlığı artık, bırakın bu makyevelist tavırları. Adam olun biraz adam. Londra'da yağmur yağacak 23 kişi ölecek. Şerefi olan her insan koltuktan kalkar ama koltuğun altında her ne varsa kalkamıyor bunlar.

Devletin resmi ajansı Silivri ve Selimpaşa'dan 180 kare fotoğraf çekerken, bugün İstanbul'un göbeğinde olanlar için daha tek bir kare bile fotoğraf geçmedi. Akşam herkes günah çıkartır "Böyle felaketlerde yapılacak çok şey olmuyor" diye. İşine gelince felaket, işine gelince birilerini hedef göster. Ulan hiçbirinizin yatacak yeri yok öte tarafta.

Yardımsever, misafirperver toplumuz değil mi? Kenetleniriz zor günlerde değil mi? Ahlak ahlak diye ortalığı inletenler, bu toplumun ahlakının katilidir. Yarattığınız toplum en basit deyimiyle mide bulandırıcı.

Çirkin Kral'a saygıyla


Burada zaman zaman gidenlerin ardından birkaç kelam etmek gelenek halini aldı. Bugün de, o günlerden biri. Yani 9 Eylül 1984'te kaybettiğimiz, Türkiye'yi yeni, yakıcı ve gerçekçi bir sinema anlayışı ile tanıştıran Yılmaz Güney'in ölüm yıldönümü.

Toplum olarak nekrofili hastasıyızdır. Yaşayanlardan çok, ölenleri severiz. Arkasından ağıtlar yakmaya, ağlamaya bayılırız. Yaşamında göstermediğimiz saygıyı ve sevgiyi öldükten sonra göstermeye çalışır, elimize yüzümüze bulaştırırız. Ancak Yılmaz Güney bunlardan biri değil. Her sanatçının yaptığı gibi eserleriyle, geride bıraktıklarıyla hâlâ yanı başımızda duruyor.

Çukurova toprağından çıkan insanlar bir başka güzel oluyor, saymaya gerek yok. Bu toplumu iyi özümsemiş, fotoğrafını çeker gibi anlatan insanlar çıkartıyor. Yılmaz Güney de, bunlardan biri. Sinemasında acıları, tüm çıplaklığı ile anlatır. Aracı olmadan, gönderme yapmadan, net ve açık söyler fikrini.

Sanatçılığını ölçmeye benim çapım yetmez, ama şunu söylemek gerekir ki; Yılmaz Güney, sinemada senaryodan kurguya, imkânsızlıklar karşısında ürettiği fikirlerle sinemanın tamamına hakim ender yönetmenlerden birisidir.

O hem iyi bir sinemacı, hem yiğit bir savaşçı hem de adam gibi bir adamdı. O bitirsin, biz susalım...

"Arkadaşlar! Dışarda bir şeyler oluyor farkında mısınız? Uykuda olanları sarsın, uyandırın. Herkese söyleyin, yakında ışıklar kesilebilir. Karanlıkta ne yapacaksınız?"

Bir dakika itirazım var...


Bugün akşam saatlerinde sayısını tam olarak bilmediğim ama örgütlü bir biçimde bloglarda yer alan "Tarihi Nasıl Kaçırdık? : Adana Demir - Livorno" başlıklı, bir nevi bildiri diyebileceğimiz bir post dikkatimi çekti. Muhtemelen tüm blog takipçilerinin de dikkatini çekmiştir.

Konu başlığından da anlaşılacağı üzere, Adanademirspor ve Livorno maçınının televizyonlarda yayınlanmama eleştirisi üstüne kurulu. Bu bildiriyi okudum, sonra tekrar okudum. Acaba ben mi yanlış anlıyorum diye. Yok, hayır hiç de yanlış anlamamışım.

Kaleme alan kişi ya da kişiler ile destek verenler, maça NTV ve TRT tarafından birkaç ufak girişim dışında ilgi gösterilmediğinden şikâyetçiler. Ancak bu şikâyet yöntemini kullanırken direkt ifadeler yerine -bildiride de yer aldığı üzere- "Bunca bilgiye ulaştıktan sonra üzerine daha fazla yorum yapmak, işin siyasal boyutlarına karışmak pek bizim işimiz değil. Yukarıdaki olaylar çerçevesinde kaçan fırsat konusunda herkes gibi bizim de düşüncelerimiz var fakat bizim aklımız fikrimiz futbol" argümanı ortaya atılarak, eleştirilmiş.

Bu noktada, her ne kadar iyi niyetli ve örgütlü bir tepki olsa da, bütün bu insanlara itiraz ediyorum. Elbette, toplum böylesi tepkiler vermek zorunda, elbette bu tepkiler yerinde ve desteklenmesi gerekir ancak kendi içinde siyasi bir mesaj taşıyan ve maçın ruhunu gözardı ederek, "Biz futbola bakarız, eleştirimiz de o çerçevede" olur anlayışı ile açıklamak biraz safdillik oluyor.

Neden mi? Çünkü bu blog sayfalarını her gün binlerce kişi okuyor, 7'den 77'ye insanlar "Artemio ne yazmış?", "Anadoludan Futbol'da bizden haber var mı?", "PcLion Galatasaray için bu maç ne dedi?" diye bakıyor. Her sabah ilk iş olarak bu insanları okuyor, okuldan geldiğinde üstünü bile değiştirmeden bilgisayar başına geçiyor.

İşte bu yüzden bazı gerçekler, herkesin anlayabileceği dilden olmalı. Bu metni okuyan yüzlerce kişi maçın gösterilmeme nedenini "basit bir ilgisizlik" olarak algılayacak çünkü.

Neden bazı şeyleri söylemek bu kadar güç? Yani bu bildiride geçecek "Adanademirspor-Livorno maçı tamamen Komünizm'le olan ilgisinden ötürü gösterilmemiştir. Her birimizin siyasi fikirleri farklı olsa da, bunu eleştiriyoruz" denemez miydi?

Eleştirmek için mutlaka ve mutlaka aynı siyasi görüşü paylaşmaya gerek yok ki. Eğer ortada baskıcı, yasakçı bir zihniyet varsa herkes için vardır bu ve herkesin tepki göstermesi gerekir.

Evet, istemeyen siyasetle uğraşmaz doğru ama siz istemeseniz de hayatın her yönüne sinmiş siyaseti de yaşamdan bağımsız düşünemezsiniz. Çünkü siyaset yaşamın tam göbeğindedir. Politika değil siyaset...

Edit: Bunu ikinci kez yapıyorum, bir daha yapmamayı umuyorum. Her ne kadar eleştirsem de, örgütlülüğü ve 'söylenecek sözümüz var' türünden bir başkaldırı olması nedeniyle de tebrik ediyorum.