29 Temmuz 2010
Ah'lar ve vah'lar
Neredeyse bir hafta oldu bir şeyler yazmayalı. Bu kadar uzun süre susmamıştım habersiz, kaçak vaziyette. Bilinçli, bilinçsiz, istemli, istemsiz bir susuş oldu. Yazmadığım için kendimi suçladım, yine yazmadığım için biraz rahattım.
Çok şey oldu 6 günden bu yana. "Hangisi aklına geliyor?" derseniz; Guti transferi, Haldun Üstünel'in istifası, ülkeyi saran linç rüzgârı, ten rengi itibariyle 10 saniyenin altına inen Christophe Lemaitre'in 28 yıl aradan sonra 100 metrede Avrupa Şampiyonluğu yaşayan ilk beyaz oluşu, forma tartışmalarını bir çırpıda sayabilirim.
Aslında denk getirmedim ama şu bloğa yazmaya başlayalı bugün tam bir yıl oldu. Yanılmıyorsam bir akşam bilgisayarın başında, "Hadi lan yaz" dedim, kendi kendime. Gerisini zaten takip edenler biliyor.
Bir sorgulama içinde değilim ancak hakikaten sanal bir mecraymış burası. Yazdığın sürece varsın, yazmadığın sürece yoksun. Bunu bir kırgınlıkla yazıyor değilim. Tam tersi aslında başından beri öyle kitlelere ulaşayım gibi bir derdim olmadı. Hatta hep söylüyorum, şu takipçi listesi, düşündüğüm sayıya ulaştığı gün, bloğu kapatıp başka bir isimle açacağım.
Türkiye'de olanlar keyfimi kaçırıyor fazlaca. Öyle çok uzaklara gitmeye gerek yok, sanırım bir ay önce yazdım, ülkenin adım adım iç savaşa süreklendiğini. Bunu görmemek -hadi aptal demeyeyim- çok fazla iyi niyetli olmak gerekir.
Bugün geldiğimiz noktada, ülkenin valileri linç kültürünü savunmak için "İşin ilginç yanı, bu eylemi yapanlar vatanını milletini seven insanlar" diyorsa, ülkenin muhalefet lideri, bu olaylara "Haklı bir infial" gözüyle bakıyorsa ya da halka umut olarak sunulan, kongresinde "Faşizme geçit vermeyeceğiz" diyen ana muhalefet lideri, bu olayların tümünü işsizliğe ve ekonomik koşullara bağlıyorsa, içinden çıkılamayacak noktaya ilerlediğimizi anlamamız gerekir.
Bugün etrafımızda olan biteni anlamak için aslında öyle çok da gerilere bakmamıza gerek yok. Elazığ, Malatya, Sivas, Çorum, Kahramanmaraş veya Yozgat'taki olaylar yüzyıllar öncesinde yaşanmadı.
Hatay ve İnegöl'de yaşananları bu aptalca tezlerle savunmak aslında bir bakıma, yaşanmış bütün bu linç ve katliamları savunmaktan başka bir şey değil. O zaman Alevilerin evlerine Nazi Almanyası'ndaki gibi çarpı atanları, hamile kadınların karınlarını deşenleri, insanları yakarken "Allah Allah" nidaları ile zafer çığlıkları atanları da, dibine kadar faşizm kokan açıklamalarla aklayalım. Nasılsa yüzyıllar sonrasına gerek kalmadan, hafızalarımız bir çırpıda unutacak yaşananları.
Doğrusu sürekli tekrar etmekten içi boşaltılmış hale gelen 'barış' çağrılarının samimiyetine artık hiç mi hiç inanmıyorum. Kürt sorunu, her iki tarafın da beslendiği bir bataklık halini aldı. Herkesin ayrı planları var. Her iki taraf da, kendisini mağdur göstermek için elinden geleni yapıyor.
Biri kanı kanla yıkamak derdinde, diğeri ise ülkenin 'bölünmez bütünlüğü' adına her yaptığını haklı göstermek çabasında. Haa, bir de; senelerdir süren bu sorunu kendi iktidarının sona erdirilmesi için uygulanan bir plan olduğunu savunuyor.
Zaman hızla tükeniyor, hepimiz için hem de. Sokaklarda dökülmek üzere olan kan hepimizin eline yüzüne bulaşmak üzere. Hepimiz az ya da çok sorumlu olacağız tek bir damla kandan bile. Kimimiz oturduğumuz yerde faşizm çığlıkları attığı için, kimimiz olan biteni izlediği için.
12 Eylül'le ilgili hafızamda kalan en net şeyi anlatayım, belki biraz daha net anlarsınız. Almanya'dan yeni dönmüş bir ailenin çoçuğuydum. Henüz ilkokula başlamamışım. Beyazıt'taki İstanbul Üniversitesi'nin şimdi Su Ürünleri Fakültesi olan caddenin üstünde oturuyorduk, Laleli'nin göbeği yani.
Haliyle çocuk aklı ama o denli çarpıcı bir görüntüydü ki, -sonrasında annemden ve babamdan dinlemiştim ana hikâyeyi- unutabilmek mümkün değil. Hiç sokağa çıkamadığımı anımsıyorum. Sokaklarda silah sesleri duyuyorum ancak sesin silaha ait olup olmadığını bilmiyorum.
Ya Salı ya da çarşamba günüydü. Elimde geriye çektiğinde kendiliğinden ileri giden o meşhur arabalardan var. Pencerenin kenarında pervazda geri çekip bırakıyorum arabayı. Sokağan içinde üç kişinin koştuğunu gördüm. Tam kapımızın önünden geçerlerken, o silah seslerini duydum ve ikisi düştü. Annem koşarak geldi yanıma ve bana sarılarak halının üstüne kapaklandı. Ağlamaya başladım fakat niçin ağladığıı bilmiyorum. Bir saat kadar öylece annem bana sarılmış, halının üstünde yattık. Sonra annem, "Ozan sakın kalkma olur mu oğlum?" dedi. Pencerenin kenarına doğru gitti ve ağlamaya başladı.
Annem ağlayınca çocuk merakı ile "N'oldu anne, kim üzdü?" dedim. Hiç cevap vermedi. Usulca kalktım ve yanına gidip, pencereden baktım. İki genç yerde yatıyordu, kanlar içinde. Sokak ne kadar boşsa, pencereler inadına kalabalık. Kimse kılını kıpırdatmıyor, öylece seyrediyor. "Anne ne olmuş o abilere? Neden anbutan -ambulans- yok?" dedim. Annem gözyaşlarını sildi ve bana dönerek, "Gelmez oğlum" dedi.
O iki gencin cesetleri sanırım bir günden fazla süre kapımızın önünde kaldı. Görmedim ama iki gencin anne ve babasının, çocuklarının ölü bedenlerine sarılıp hıçkırıklara boğulduğunu dinledim.
Üstleri gazete ile örtülmüştü sadece. Sonra ambulans geldi ve iki gencin ölü bedenlerini alıp götürdü. Annem, Hatice Teyze ve ismini şu anda bilmediğim bir teyze daha ellerinde su dolu kovalar ve çalı süpürgeleri ile sokağa indiler. Üçü birden su döküp, yerdeki kanları temizliyordu.
Çok sonraları düşündüğümde, oturup bir köşede olan bitenin sona ermesini bekleyenlerin görevinin akan kanı temizlemek olduğunu anladım. O günlerde sokağa çıkmayarak, 'barış' dileyenlerin, eline az çok kan bulaşmıştır. Ama sessiz kaldıkları için ama süpürgelerle kapılarının önündeki kanı temizledikleri için.
İşte bugün hepimiz; Hatay'da, İnegöl'de, Selendi'de, İzmir'de, Ayvalık'ta, Muğla'da, Bayramiç'te Kürtlere karşı girişilen linç olaylarına karşı sessiz kaldığımız için yarın akacak kandan sorumluyuz.
Tabii bunun karşısında ellerinde, "İntikam" yazılı pankartlarla, yükselen faşizm dalgasına hatırı sayılır katkıda bulunanlar da sorumludur.
Kapımızın önünde birilerinin cesetlerini bulmadan, elimizde süpürgelerle kan temizlemeye girişmeden önce kolları sıvamamız gerekir. Girin bakın facebook, twitter sayfalarına, savaş çığlıkları nasıl yükseliyor. Ülke akl-ı selim'i kaybetmiş vaziyette, freni boşalmış kamyon gibi duvara çarpmak üzere.
Barış istediğini söyleyenler, özel ordu ve özel savaş gibi kontgerillayı yeniden ayağa kaldırmak için çabalarken, öte taraftan barış çığlıkları adı altında elinde benzin bidonuyla yangın yerine koşanlara dur demenin tam da vakti.
Bu bazen, en naif biçimde, bazen de Zidane'nın Materazzi'ye attığı kafa gibi olur. Ama bir biçimde olmalı. Yoksa sonrası zaten hep yaşanan hikâye olacak. Yani ah'lar ve vah'lar.
abi bir haftadır yazmıyorsun diye dedim herhalde biraz ara verdi kafasını dinliyordur günlerdir bakıyorum siteye yeni yazıların geldimi diye valla abi sen bu işe devam et benim gibi bir çok kişinin gözünü açıyorsun işini hakkıyla yapıyorsun eğer sende yazmazsan gözümüzü açıcak adam çok az bu bloğu ilk bulduğum uslubunu biraz sert bulsamda samimi olduğun her kelimenden anlaşılıyordu zaten bu ülkede birine bişey anlatmak göstermek istiyorsan sert konuşucaksın çok takdir ediyorum seni bizim için devam et biz her zaman senin yanındayız ben bu bloğu okumadan önce çok körmüşüm çok önyargılıymışım ve fikirlerim değişmez diyodum ama bu blog beni o kadar değiştirdi ki
YanıtlaSilSaygılar
@ Ozan, valla şahane şeyler yazmışsın, ne desem bilemedim. teşekkür ederim...
YanıtlaSil