4 Aralık 2010

Galibiyet ardından konuşmak kolay tabii


Sezon planlamasının ne kadar boktan yapıldığını bir kez daha gördük. Futboldan biraz anlayan herkes sezon başında bu takıma bir golcü ve iyi bir orta saha oyuncusu alınmasının şart olduğunu söyledi ama futbolun kitabını yeniden yazabilecek kapasitedeki Adnan Abiler ihtiyaç duymadı.

Bu akşam Pino'nun kaçırdıkları ile buradan köye yol olurdu. Benzer pozisyonları hemen her maçta izledik. Adama da kızamıyorum çünkü herif santrafor değil. Pozisyon almayı becerse de, vuruş tekniğinde ciddi sorunlar var.

Şampiyonluğa havluyu attık, şimdi yumurtadan sürpriz çıkacak mı çıkmayacak mı bekliyoruz. Herkes devre arasına kilitlenmiş, transferleri bekliyor. Ne de olsa, her transfer bir heyecan. YouTube açılacak, attığı goller bulunacak "Lan herif manyak iyi" diye forumlarda methiyeler düzülecek ve yeni stat tek avuntu olarak hafızalarda kalacak.

Evet, elbette Türkiye Kupası opsiyonu hâlâ mevcut ama benim kişisel fikrim kupada da yarı finalin iyi sonuç olacağıdır. Umarım yanılırım ama futbolcu kalitesi, oyun Türkiye Kupası'nı kazanabilecek bir takım olmadığını gösteriyor.

Pek çok hata ardı sıra yapıldığı için sezonun geri kalanında umut içinde yaşamaktan başka çaremiz yok. Devre arası transferlerine Kosecki zamanından bu yana olumsuz bakmışımdır. Ribery'den başka hatırladığım adam yok, onun da sonunun nasıl olduğunu biliyoruz.

Aslında umutsuzluğumun nedeni bu yıla ait değil. Hafta arasında Adnan Polat, "Galatasaray'a zarar gelecek olursa ortada ne Hagi kalır ne de Adnan Sezgin" diye açıklamalar yaptı. Daha kafadan Hagi'nin sezon sonunda kalıp kalmayacağının garantisi yok. Ki, ben Hagi'ye teknik direktör olarak güvenen biri değilim. Ancak ona rağmen, yolunu yapıyor.

İzliyorum, izlemesine ama içimde tek bir heyecan pırıltısı bile taşımıyorum. Haftaya Ali Sami Yen'e veda var. Çok büyük bir hadise olmadığı sürece Ali Sami Yen'e gidip, kendi adıma son görevimi yapmış olacağım. Hafta içi Ali Sami Yen Stadı'yla ilgili vakit bulabilirsem bir de yazı yazmayı planlıyorum, nostalji tadında.

Haa unutmadan, Serdar Özkan'ı parçalı forma içinde görmek midemi bulandırıyor. Değil Serdar Özkan isterse Messi olsun umrumda değil -gerçi Messi'nin ahlaki zaafları yok- üstünde menajer apoleti taşıyan bir adamın bu takımda olması, kadroda bulunması ve üstüne üstlük Galatasaray forması giymesini de, sürekli ahlaktan, değerlerden söz eden pek sevgili Galatasaray camiasına bırakıyorum.

Bugün küfür yok, maçı izlerken Serdar Özkan her topu ayağına aldığında onu bol bol yaptım zaten. Ama daha efendice bir yazı isterseniz, linki buradadır.

Herkese iyi pazarlar...

Yalakalar ve biat kültürü sarsın tüm toplumu


Başbakan Erdoğan bugün rektörlerle buluştu. Rektörlere yönelik yaptığı konuşmadan birkaç alıntı:

"Üniversiteler, başörtüsü meselesini konuştuğu kadar; Türkiye’nin demokratikleşmesini, Kürt meselesini, Doğu, Güneydoğu meselesini, iç göç meselesini, tarımsal verimliliği konuşmuş olsalardı, bölgenin ekonomik kalkınmasına, toplumun sorunlarına eğilmiş olsalardı, eminim ki bugün manzara çok daha değişik olurdu."

"Ben şuna inanıyorum, düşüncesine inanan, düşünce özgürlüğünden korkmaz, inancına güvenen inanç özgürlüğünden korkmaz."

Başbakan tam bu cümleleri sarfederken yani "Düşüncesine inanan, düşünce özgürlüğünden kormaz" derken, kendisini protesto etmek isteyen öğrenciler biber gazı eşliğinde dayak yiyordu. Kendi sözlerinden yola çıkacak olursak, kendisinin düşüncesine inanmadığı görülüyor. Yoksa düşünce özgürlüğünden neden korksun ki?

Bugüne dek, kendisine yönelen tüm eylemleri ya korumalar olay yerinde şiddet göstererek ya da bugünkü örnekte gördüğümüz üzere insanların olay yerine ulaşması engellenerek, yine şiddetle bastırılmıştır.

Demokrasi-özgürlük bok püsür yalanları her toplantıda ağzından çıkar ama bu ülkede insanlar, şehir girişlerinde polis tarafından engelleniyor. Al işte en basitinden, insanların seyahat özgürlüğünü kısıtlıyorsun.

Kendisinin ilk cümlesine bakacak olursak yani "Üniversiteler, başörtüsü meselesini konuştuğu kadar; Türkiye’nin demokratikleşmesini, Kürt meselesini, Doğu, Güneydoğu meselesini, iç göç meselesini, tarımsal verimliliği konuşmuş olsalardı, bölgenin ekonomik kalkınmasına, toplumun sorunlarına eğilmiş olsalardı, eminim ki bugün manzara çok daha değişik olurdu." şu cümle.

Üniversitede insanlara siyaset yaptırmamak, insanları konuşturmamak için elinden geleni yap, seni protesto edeni derdest edip içeri tıktır, üniversitede bu konuları konuşmak isteyenlerin hakkında hapis cezası çıkart, sonra çık "Üniversiteler şu konuları konuşsa" diye palavra sık.

İki ayak üstünde binbir türlü yalan söyleyip, sonra doğruları savunuyormuş gibi alanlarda, meydanlarda cellallenmek ciddi anlamda beceri gerektiriyor. Bu beceriyi bugüne dek en iyi gerçekleştiren siyasi kendisi.

Sahte efelenmeler, özgürlük yalanları, kalkınma mavraları, demokrasi martavallarının hepsinin içi boş. Hiçbirinin altı doldurulmuyor. Sadece iç politikaya ilişkin konuşma balonlarından ibaret.

Bunların anladığı ve söz ettiği özgürlük, kulluktan başka bir şey değil. Tıpkı Genç Siviller denen, ne idüğü belirsiz, kendi kontrolleri altında bulunan -sivil toplum örgütü diyeceğim ama o da değil ki- yavşaklardan ibaret.

İstiyorlar ki, her yaptıkları alkışlansın, her söyledikleri takdir görsün, herkes boyun eğsin, biat etsin.

Kendisinin bulunduğu fotoğraf aslında isteğini daha iyi anlatıyor. Kendisi anlatsın, karşısındaki herkes de tek bir kelime bile etmeden dinlesin. Konuşması bittiğinde de alkış tufanı kopuversin. Sözün özü yalaka bir toplum olsun.

Şu özgürlük-demokrasi yalanlarına daha ne kadar katlanacağız bilmiyorum. Doğrusu işim gereği kendisinin konuşmalarını takip etme mecburiyetim var. Fakat kendisi her televizyona çıktığında ne hikmetse midemde garip bir bulantı, anlamsız bir tiksinti ve kusma isteği oluyor. Garip bir tesadüf değil mi?

Keşke hep 25 kalsak...


Çocukluğum Türk kahramanlık hikâyeleriyle geçmiştir. Sağcı bir babanın oğlu olarak, Selçuklu'dan başlayarak Türklerin 7 cihana nasıl hakimiyet kurduğunu dinledim ve okudum. Baba, amcalar, sülale boyu sağ gelenekten gelmiş bir aile işte.

Ortaokul son sınıfta bir kitap okuduktan sonra beynimde bir şeylerin hareketlendiğini hissetmeye başladım. Birbirini takip etmeye başladı bu okumalar. Sola karşı içimde bilinçsiz bir biliçle sempati doğmaya başlamıştı. Babamın anlattığı hikâyelerin gerçekten de hikâye olduğunu fark ediyordum. '68 olayları en çok dikkatimi çeken toplumsal olay haline gelmişti. Zamana dair bulduğum her kitabı okuyordum.

Ve bir gün, Vedat Demircioğlu ile hayatımda sadece 5-6 yaşlarındayken gittiğim ve nüfus cüzdanımda Taşkent yazan yerden olduğunu öğrendim. "Baba Vedat Demircioğlu'nu tanıyor musun?" sorusuyla karşısına dikildim. Babam, akraba olduğumuzu, Vedat'la farklı fikirleri paylaşmalarına rağmen çok iyi bir insan olduğunu anlattı.


Cenazesinin Konya'ya götürülmesi sırasında büyük olaylar olduğunu, kendi doğduğu yer olan köyüne defnedilmesine kendi akrabalarından bile bazı kişilerin karşı olduğunu "Komünüstler buraya giremez" sloganlarıyla, kendi toprağına bile gömülmesine izin verilmemeye çalıştığını anlatmıştı.

Polisler tarafından yurt penceresinden betona bırakılan Vedat Demircioğlu için İçişleri Bakanı "Kendisini camdan aşağıya bırakmıştır" açıklaması yapar.

Nereden aklıma geldi? Ahmet Davutoğlu'ndan. Biraz önce onun bir açıklamasına bakıyordum, beynim beni bir yerlerden bambaşka yerlere getirdi.

Diyeceksiniz ki, "Oha lan ne alaka! Ahmet Davutoğlu'nu okuyunca, Vedat Demircioğlu nereden aklına geldi?"

Muhtemelen şu saat itibariyle benden başka kimse de, bu ikili arasındaki ilişkiyi kuramazdı. Dedim ya, "Nüfus cüzdanımda hayatımda sadece bir kez gördüğüm Taşkent diye bir yerin ismi yazıyor" diye. Hah, işte Ahmet Davutoğlu da, Vedat Demircioğlu da aynı yerden.

Bu ülke için canlarını bir saniye bile düşünmeden verenler, darağaçlarına tekmeyi kendi sallayanlar, ABD filolarına karşı direnenler; hep 24 kaldı, hep 25 kaldı.

Gururu, onuru, direnci, haksızlıklara karşı başkaldırmayı bu insanlardan öğrendim, aynı zamanda yaşamasak da. Vücuden ölmüş bu genç adamlar, o halleriyle bize çok şey öğretiyor.

Çok zaman umut içinde yaşıyorum, bu dünyanın değişebileceğini, kimsenin ezilmediği, aç kalmadığı, hor görülmediği, savaşsız, sömürüsüz bir dünya olabileceğine inancımı hep korumaya çalışıyorum.

Ama öyle anlar geliyor ki, bu ülkeye dair tek bir inancım kalmıyor. Etrafıma baktığımda; sokakta, bakkalda, minibüste, işyerinde v.s. v.s. Boş ve yönlendirilmiş beyinler bütün bir ülkeyi kaplamış gibi sanki. Nereye dönsen, kime baksan umutsuzluk çemberi içinde dönüyormuş hissine kapılıyorum.

Keşke 25 kalsak da, onurlu bireyler olarak bu ülkeye bir şeyler verebilmiş olsaydık. Tıpkı Vedat Demircioğlu ve onlarca Vedat gibi.

Ruhi Su, Vedat Demircioğlu için bir şiir yazmış. O çok daha iyi anlatmış..

Bir Sabah Uykusunda

Bir sabah uykusunda
Polisi saldırdılar
Demircioğlu Vedat'ı
Coplarla öldürdüler
Coplarla yumruklarla
Vurdular öldürdüler
Gencecik çocuklardı
Belki siz de gördünüz
Ellerinde pankartlar
Yolda gidiyorlardı
Özgürlük istiyorlardı
Özgürlük diyorlardı
Ellerinde pankartlar
Özgürlük diyorlardı
Altıncı Filo derler
Belki siz de gördünüz
Kıbrıs'ta karşımıza
Çıktılar, durdurdular
Boğaz'da karşımıza
Çıktılar, öldürdüler
Kurtuluş savaşında
Belki siz de gördünüz
Demircioğlu bir değil
Halkımız gibi çoğul
Geliyor çağıl çağıl
Geliyor çağıl çağıl