24 Şubat 2011
Adı konulmamış sonu olmayan hikâyeler -4-
İnsanlar bana bakıyordu, sesli söylediğimi ben bile anlamamıştım. Balık pazarının içine girdim, manavın önünde duran saate baktım, 21.25 olmuştu. Kaan’ın dırdırlarını çekecektim. Beklememiştir bile, çoktan yemeye başlamıştır. Nihal’le bir tartışma içine girmemek için,kendi kendimi telkin ettim.
Nasıl bir kalabalık bu! Çekilir türden değil.
Kapının önünde durdum bir süre, açtım girdim içeriye. Üst katta olmalılardı, merdivenlere yöneldim. Kaan’ın kahkahaları buraya kadar geliyordu.
Geldiğimi ilk gören, masanın başına kurulmuş Bülent oldu.
“Aman efendim, kimleri kimleri görüyoruz. Siz teşrif eder miydiniz buralara?”
Zoraki gülümsedim. Bir an karşı saldırıya geçmek istedim ama durum benim aleyhimde olduğu için yapamadım. Kaç defa çağırdılar, hepsinde bir bahane buldum. Ya başım ağrıyordu, ya boynum tutulmuştu ya da başka bir yere sözüm vardı.
“Geliriz, mecbur kaldığımız durumlarda.”
Kaan hemen atladı, "Mecbur kaldın, o yüzden geldin yani. Yemin ediyorum çok büyük şerefsizsin oğlum sen. Bir de utanmadan söylüyor.”
“Bir senden utanmam kalmıştı.”
Masadakilerin hepsi gülüyordu, tanımadığım bir kız hariç hepsi üniversiteden arkadaşlardı. Nihal, Bülent, Özgül, Rıza, Elif ve Fatih. Beni gördüklerine sevinmişlerdi, hissettiriyorlardı. Nihal bile alışılageldik yapmacık hareketlerinden uzak sıcak ve içtendi. Hepsine sarıldım tek tek, Kaan’la uzun uzun sarıldık. Tanımadığım kız elini uzattı “Selam, ben Pınar” dedi, karşılık verdim, ”Ben de Barış, memnun oldum.”
Söze ilk atlayan Rıza’ydı, “Eee, Barış, neler yapıyorsun anlat bakalım? Biz zaten sürekli görüşüyoruz. Arayıp, soruyoruz ama telefonlarına bile bakmıyorsun çok kez. Uzaklaşıp gittin be abi. Hepimiz üzülüyoruz, biliyorsun işte.”
“Biliyorum Rıza, biliyorum. İnanın iş vaktimin büyük bölümünü alıyor. Ara ara çeviri işleri de alıyorum. Sizin anlayacağınız eve iş getiriyorum.”
Kaan dayanamadı, “Yuh be oğlum. Evin kira değil, bok gibi maaş da alıyorsundur, Allah gözünü doyursun e mi? Kefenin cebi yok. Vay arkadaş, üniversitenin en hızlı sosyalisti, kapitalist düzenin kapıkulu olmuş” deyince, sinirlendim.
“Kaan tadımızı kaçırma olur mu? Bak, ağır konuşurum, altından kalkamazsın. Bilip bilmeden laf sokuşturma.”
Herkes sustu, buz kesmişti masa. “Her boku yanlış anla olur mu? Hiç takılmayalım, hiç latife yapmayalım. Öyle mal gibi oturalım masada.”
Alttan almadım, “Böyle yapalım demedim Kaan. Ama bu ‘Eskinin bilmem kimi, şimdi göt oldu’ muhabbetini geçelim. Kaç kez görüşsek, aynı muhabbeti ısıtıp ısıtıp önüme koyma. Yok mu konuşacak bir şeyin başka. Hayır, birincide güldük, ikincide güldük ama her seferinde olunca, insanın tepesinin tası atıyor.”
Pınar’a döndüm, “Masadaki herkes beni tanır. Kusura bakma, biraz ağzım bozuktur.”
Son derece zarif bir biçimde, “Yok canım, hepimiz küfrediyoruz” dedi.
Gözlerimi teşekkür eder mahiyette hafifçe yumdum, anladı.
Sanki, birkaç saniye öne masada hiçbir şey yaşanmamış gibi Kaan atladı, “Pınar var ya, bakma bu herifin Karamürsel sepeti gibi ufak tefek göründüğüne. Üniversitedeyken, tek başına 15 faşistin arasına daldığına gözlerimle şahit oldum. O cesaretle biz de giriştik kavgaya. Gerçi temiz bir dayak yedik ama en azından bir daha o kadar cesur davranamadılar bize karşı. Mangal gibi yürek vardır mangal.”
“Bakma bu sulu herife, abartıyor.”
“Duymuştum, abarttığını sanmıyorum.”
Utandım, böyle söyleyince, biraz da şaşırdım. “Nereden duydun?”
“Rıza anlatmıştı. Biz sık sık görüşüyoruz, sen gelmediğin için bilmiyorsun ama seni az anlatmadılar.”
“Biri değil ki, hepsi zevzek bunların. İnanma anlattıklarına.”
Konuşurken, çatalıyla oynamasına takıldım. “Çoktan inandım bile” derken, oldukça ciddi görünüyordu.
Konunun ben olmasından sıkılmıştım, “Kaan önümdeki tabak boş duruyor. İçmeye değil, konuşmaya geldiysek çok durmam.”
Neredeyse cümlemi tamamlamadan, “Şefim, bir bakıver bize be! Bak burada alkolsüzlükten kuruyan biri var. Vallahi masadan kalkarsa, hepimizden çekersin, için bin dereden su getirttik, teşrif etsin diye.”
Üstünde beyaz gömleği, at kıçında kelebek misali papyonuyla az ötemizde duran garson, yanımıza geliverdi.
“Buyrun efendim ne isterdiniz?”
“Zeytinyağlı enginar diyeceğim ama sen konserve var, bu dönem olmaz diyeceksin, iyisi mi zeytiyağlı beyin varsa getir, bir de yoğurtlama.”
“Yoğurtlama!”
Anlamamıştı, oysa bilmesi gerekirdi, “Kızartma işte ama sadece biber olsun, başka bir şey istemem. Yoğurdu bol olursa çok sevinirim.”
“Tabii efendim, emriniz olur.”
“Yok gözünü seveyim, ne emri. Ricamız olur ancak.”
Herkesin emir verdiği bir adamın, ‘rica’ kelimesini duyması, belki garibine gitmişti ama sevindiği belliydi, bu cümleye.
Nihal’le göz göze geldik. İlk hamleyi o yapmıştı, “Nasılsın?”
“İyiyim Nihal, rutin gündelik sıkıntılarla boğuşuyoruz. Esas haberler sizde. Evlilik heyecanı sarmıştır ikinizi de.”
Kaan, Nihal’e bile fırsat vermeden atıldı, “Yok be oğlum ne heyecan yapacağız. Zaten iki yıldır birlikte yaşıyoruz. Bunun heyecanını mı yaşayacağız?”
“Allah Allah, sana sormadım be Kaan. Yırtık dondan çıkar gibi muhabbetin içine etme.”
“Aman iyi iyi siz ikiniz konuşun.”
Nihal çok sakindi, yaklaşık bir yıldan uzun zamandan beri görmemiştim ve konuşmamıştım, yine böyle bir masada, kavgalı ayrılmıştık. Birbirimize ağzımıza geleni söylemiştik. Birbirimize hiçbir zaman itiraf edemediğimiz her şeyi ortaya döküvermiştik.
“Ben hazırlıkları yapmaya başladım ama Kaan hâlâ işin dalgasında. Klasik Kaan işte, benden iyi biliyorsun. Yumurta kapıya dayanmadan kolunu bile kıpırdatmaz. Şimdilik en büyük sorunumuz ev.
Biraz ben biriktirmiştim, biraz Kaan. Babam da biraz yardımcı olacak, uygun bir ev arıyoruz. Kirada kalmak istemiyoruz. Onu halledersek çok rahatlarız. Zaten ikimiz de çalışıyoruz, birkaç yıl sıkıntı çektikten sonra her şeyi rayına sokarız diye düşünüyoruz.”
Bu kadar aklı başında ve sakin konuşması hoşuma gitmişti. Kaan’a baktım, Bülent ve Özgül’le muhabbeti çoktan kaynatıp, bizden uzaklaşmıştı.
“Nihal, bak birbirimizi kaç yıldır tanıyoruz. Eğer bir şeye ihtiyacınız olursa, dara düşerseniz, sakın çekinmeyin. Beni az-çok tanıyorsun, öyle işkembeden sallamadığımı bilirsin. Cidden, herhangi bir şey olursa, kimseye haber vermeden önce beni arayın.”
Başını haifiçe eğdi, önündeki tabaktan bir parça peynir alıp, rakısını yudumladı. Bana dönüp, “Biliyorum. İçtenliğine, samimiyetine inanıyorum. Belki tatsız zamanlar yaşadık ama ne kadar doğru bir adam olduğundanh hiç şüphe etmedim.
Böyle bir şey olursa Kaan’a bırakmam, ben ararım seni. Allah’a şükür, şu an bir sorunumuz yok. Yine de teşekkür ederim.”
“Saçmalama, rica ederim. Ne vakittir seninle kadeh tokuşturmadık, hatta dur.”
Boş rakı kadehine çatalımla vurdum. Diğer masada oturan insanlar bile bakışlarını bize çevirdiler. Boktan Amerikan filmlerindeki sahneler benzeriydi. Yaptığım hareketi sorgulamadım o an.
”Kaan rakı koy bana!”
“Koymaz mıyım? Suyu az, rakısı bol, dudak payı Arap usulü, değil mi?”
Bir şey söylemedim, olumlamak için sadece kafamı eğdim. Kaan, olanca hızıyla önce rakıyı, sonra suyu ve iki buzu içine koydu.
“Arkadaşlar, hayatımda hiç kadeh kaldırmadım ama her şeyin bir ilki vardır. Kadehimi Nihal ve Kaan için kaldırıyorum. Umuyorum bir ömür boyu onurlu ve mutlu bir yaşam sürdürürler.”
Herkes kadehlerini kaldırdı, bütün suratlara baktım, hepsi çok mutlu görünüyordu. Bir an Pınar’la göz göze geldik yine. Masaya oturduğum andan itibaren üçüncü kez oluyordu. Hemen gözlerimi kaçırdım, utangaç bir çocuk gibi.
Bakışlarındaki anlamı sezmeyecek kadar aptal değildim. Yine de sanki hiçbir şey yaşanmamış gibi Rıza’ya döndüm, “Rıza, bankada işler ne alemde?”
“Sıkkın, yine bir sürü insanı işten çıkarttılar. Kalanlara da, ‘Bakın gidenin yerini siz dolduracaksınız, iki kişilik çalışmaya hazır olun’ mesajı verdiler. Bol bol mesai yapıyoruz ama beş kuruş verdikleri yok. En güzelini yaptın biliyor musun? Keşke gazeteci olsaymışım. Zamanında o yaptığın teklifi değerlendirmediğim için bin pişmanım.”
Rıza, Antalya’da bir kolejden mezundu. Harika İngilizcesi vardı, üstelik tanıdığım en iyi film izleyicisiydi. Daha önce çalıştığım gazete için önermiştim, kabul de etmişlerdi ama Rıza o dönem istememişti.
“Sağlık olsun Rıza, hayat bu kime neyi getireceği belli olmuyor. Bakarsın, böylesi senin için daha iyi olur.”
“Aman abi aman. Hakikaten böylesi benim için daha iyi filan olmadı. Şimdi mis gibi galadan galaya koşuyordum ve sevdiğim işi yapıyordum. Her sabah lise öğrencisi gibi kravat tak, kumaş pantolon giy. Sıkıldım yemin ediyorum sıkıldım.”
Sıkıntısını anlayabiliyordum, tüm ömrü boyunca reddettiği bir yaşamı sürüyordu. Bir nebze rahatlatabilmek için, “Pederin dükkânının başına geçmeyi düşünsen. Karışanın, edenin olmaz” dedim.
“Antalya’ya mı gideceğim bu yaştan sonra. Kumaş dükkânın içinde sabah 6’dan akşam 8’e kadar ne yaparım be Barış. Bari sen söyleme. Bizimkiler sürekli sıkıştırıyor. ‘Baban yaşlandı, gel işin ucundan tut’ diye ama yapamam artık, İstanbul’dan ayrılamam.”
Beyin ve bol yoğurtlu biber kızartmayı önüme koyuverdi garson.
Belli ki, Pınar bizi dinliyordu, hemen atladı söze, “Antalya mı? Deli misin hiç kaçırma derim. İnsanların emekliliklerinde hayallerini süslediği yere sen bu yaşta gideceksin, bir de ayak sürüyorsun. Fırsatım olsa, bir saniye bile düşünmeden giderim.”
Rıza memnuniyetsizliğini direkt belirtti, “Madem o kadar istiyorsun, pedere söyleyeyim, seni koltuğa oturtuversin. İkiniz de mutlu olursunuz, ne güzel.”
Bir süre masaya baktım. Fatih, Elif ve Özgül, kafa kafaya vermiş konuşuyorlardı tıpkı Kaan, Nihal ve Bülent gibi. Pınar’la tekrar göz göze geldik, “İnsanları sürekli gözlemler misin?” diye sordu.
“Çok sık yaptığım bir şey değil aslında.”
Yalan söylemiştim, hep yapardım, Yağmur’la oynadığımız o oyundan beri.
“Biliyor musun, senin için çok yabani diyorlar ama hiç kötü söz çıktığını duymadım ağızlarından. Seni anlatırken, hayranlıkla karışık bir saygı içindeler. Seni tanımak isterim yakından.”
Daha muhabbetin başı bile beni daraltmıştı, “Ne diyeyim, bilemedim. Ben de onları seviyorum ama sanırım bu kadar sevilmeyi sevmiyorum. Hak ediyor muyum? Etmiyorum.”
Gözlerini hiç kesmeden baka bakıyordu, tavırları hoşuma gitse de, yapmacık görünmüyor değildi. “Sevgi hak edilmez, verilir. Sen birini severken, karşılık almak için mi seversin yoksa?”
“Hayatımda sevdiğim kimseden karşılık beklemedim dersem, sorun yanıt bulmuş olur ve konu benden çıkar mı?”
“Çok ilginç, kim olduğumu bilmiyorsun bile. Belki ismimi duymuşsundur sadece…”
Sözünün bitmesini beklemeden kestim, “Duymadım.”
“Sertsin, çok sertsin. Kimsenin seni tanımasına izin vermiyorsun, sevmesine de.”
“Kimsenin sevgisine ihtiyacım yok çünkü. Etrafımda olmasını istediğim kafi sayıda insan var.”
Sanki hiç susmayacak gibiydi. Ben bezdirmeye çalıştıkça, o devam ediyordu, “Bak, yine aynı yere geldik. Belki ben seni çok seveceğim ve hiç karşılık beklemeyeceğim. Birinin seni sevmesi, senin inisiyatifinde mi?”
Gittikçe daha sert bir ifade takınıyordum, üstelik bunu bilinçli yapıyordum, “Pınar, ilk kez karşı karşıya oturup, konuşuyoruz değil mi? Evet öyle. Seni kırmak istemem ama sevmedim bu diyaloğu.”
“Beni kırmanı istiyor olabilir miyim? Ya da belki camdan değilim.”
Zeki olduğu belliydi verdiği cevaplardan, yine de üstüme üstüme gelmesinden rahatsız olmuştum.
“Sanırım pes etmeyeceksin ve benim sabrımın taşmasına kadar devam edeceksin. Fakat ben bu anlamsız ve benim sabır taşımın çatlamasını izin verecek değilim. Konuşmak mı istiyorsun? Başka şeylerden konuşalım, pekala.”
“Her şey kontrolünde olsun istiyorsun. Sen yönlendir muhabbeti, senin istediğin şeyler konuşulsun, senin müsaade ettiğin biçimde sorular sorulsun. Yanlış mıyım?”
“Aklımın ucundan bile geçmedi, ki söylediklerinin hiçbirini de istemiyorum. Sadece kalabalık bir masada benden konuşulmasından rahatsızım.”
Tenis maçına benzer bu konuşma, tüm masadakilerin dikkatini çekmiş olmalı. Herkes bizi dinliyordu. Fark etmem zaman almadı, Pınar’sa devam ediyordu, “Bu kadar benmerkezci ve narsist olmayı başarkan kolay olmamalı.”
“Narsist? Evet narsist yönlerim vardır fakat yanılıyorsun. Dikkat edersen, masada benden konuşulması hoşuma gitmiyor dedim. Kaç narsist tanıyorsun böyle. Ayrıca narsist ve benmerkezci aynı şeyler. İkisini birarada kullanman gayet gereksizdi.”
“Kızmaya başladık demek. İyi, pekala kelimelerin efendisi! Sadece seni tanımak istemiştim, sense bir duvar ördün karşıma. Artı o duvarın aşılmasına da izin vermiyorsun. O zaman sen beni tanımaya çalış. Benim hakkımda sorular sor.”
“Bunu da istemiyorum. İstemiş olsam da, şu raddeden sonra çok istekli davranmayacağımı belirtmem gerek. Artı nedir? Matematik olimpiyatlarında mıyız?”
“Ne tanımak, ne de tanınmak istiyorsun. Bütün bir ömrünü ölü bir kadını sevmekle mi geçireceksin?”
Masaya yumruk attım, “Bak kızım! Kimsin, necisin bilmiyorum. Dua et erkek olmadığına...” Devamını getirmedim ama öfkem kabarmıştı bir kez.
Ayağa kalktım, “Kim anlattı lan bunu? Kim anlattı? Biriniz yanıt verin. Ben ve Yağmur hakkında, hiç tanımadığım bir karıya, hayatımı nasıl ayaklar altına serersiniz? Bu hakkı kim buldu kendinde? Kim, kim kim?”
Daha bir yudum aldığım rakıyı, dibine kadar içtim. Kesmedi, rakı şişesini alıp, bardağı doldurdum, yine sonuna kadar içtim. “Siktirin gidin lan! Sizi adam sanıp, masaya oturan da hata. İsterseniz gazetelere verin hikâyeyi, çok hoşlarına gider.”
Cüzdanımı cebimden çıkartıp, masaya 100 lira fırlattım. “Üstü dostluğumuzun bahşişi olarak kalsın, anlatan götverene.”
Kimse bir tepki vermedi. Sandalyenin arkasına koyduğum kabanımı elime alıp, hızla çıktım. Yürümüyor, koşuyordum sanki. Bu kalabalıktan kaçıp, yegâne sığınağım evime gitmek istiyordum sadece. İnsanlara çarpa çarpa, yürüyordum. Arkamdan seslenenler, yüzüme bakanlar, kimseyi umursamadan sadece yürüyordum.
ADI KONULMAMIŞ SONU OLMAYAN HİKAYELER
ADI KONULMAMIŞ SONU OLMAYAN HİKAYELER -2-
ADI KONULMAMIŞ SONU OLMAYAN HİKAYELER -3-
Sürekli blogunu takip eden biri olarak,Barış karakterinin seni yansıttığını düşünüyorum.Eğer yazılar hali hazır duruyorsa,bir çırpıda yayınla da,bu dizi modundan kurtar abi bizi...
YanıtlaSilher şekilde sabır diliyorum
YanıtlaSilumarım hayatla savaşmadan yaşadığı günleri de görür Barış
o değil de senin bu hikayeni galatasaray maçını bekler gibi bekliyorum.
YanıtlaSil@ berxwedanjiyane; az kaldı bitiyor..
YanıtlaSil@ WarBlood; yazdıkça koyuyorum.
@ Adsız; Barış'ı bilmiyorum ama hayatla savaşmadan olmuyor. savaşsız bir yaşam sürüdürülebilir değil.
hayatla uyumlanma, barış sağlanamaz mı diyorsun :)
YanıtlaSiloysa hayatı savaş alanına çevirenler yaşamı kendine yontanlar yüzünden bu kör döğüş hayat ise bilinemez değil tek düze
@koala; Barış'ı bilmiyorum ama hayatla savaşmadan olmuyor. savaşsız bir yaşam sürüdürülebilir değil.
YanıtlaSilhayat ve hayatı yaşanmaz kılanlar..
hayata ve akışına uyumlanma.. ile doğal tabiatla gelişimin akılane/sağlıklı adaptasyonu.
Düşünebilen insan dediği gibi sahi düşünebilse savaş olmazdı, demem o ki hayatla değil hayatı kendince yaşayan! insanların savaşı. Hayat doğal mücadeledir yaşam ise dünyayı savaş alanı ve birbirine dar etme zihniyetindekilerin kendi kurgu anlayışları/anlayışsızlıkları
bu anlamda dediğinize katılıyorum
bitiyor derken hikaye mi bitiyor yoksa beklemem mi bitiyor.anlamamazlıkytan geliyorum :) eğer yazıyı bitirmeye karar verdiysen saygı duyarım ama bazı satırlarda kendimi buluyordum sürmesini isterdim gerçekten
YanıtlaSilabi valla isminin hakkını veriyorsun keşke bende yazabilsem böyle hikayeler :)
YanıtlaSil@ berxwedanjiyane; hikâye bitecek
YanıtlaSil@ Adsız; hayatla uyumlanma, barış sağlanabilir tabii ki, söz ettiğim savaş o değildi.