24 Şubat 2011
Adı konulmamış sonu olmayan hikâyeler -4-
İnsanlar bana bakıyordu, sesli söylediğimi ben bile anlamamıştım. Balık pazarının içine girdim, manavın önünde duran saate baktım, 21.25 olmuştu. Kaan’ın dırdırlarını çekecektim. Beklememiştir bile, çoktan yemeye başlamıştır. Nihal’le bir tartışma içine girmemek için,kendi kendimi telkin ettim.
Nasıl bir kalabalık bu! Çekilir türden değil.
Kapının önünde durdum bir süre, açtım girdim içeriye. Üst katta olmalılardı, merdivenlere yöneldim. Kaan’ın kahkahaları buraya kadar geliyordu.
Geldiğimi ilk gören, masanın başına kurulmuş Bülent oldu.
“Aman efendim, kimleri kimleri görüyoruz. Siz teşrif eder miydiniz buralara?”
Zoraki gülümsedim. Bir an karşı saldırıya geçmek istedim ama durum benim aleyhimde olduğu için yapamadım. Kaç defa çağırdılar, hepsinde bir bahane buldum. Ya başım ağrıyordu, ya boynum tutulmuştu ya da başka bir yere sözüm vardı.
“Geliriz, mecbur kaldığımız durumlarda.”
Kaan hemen atladı, "Mecbur kaldın, o yüzden geldin yani. Yemin ediyorum çok büyük şerefsizsin oğlum sen. Bir de utanmadan söylüyor.”
“Bir senden utanmam kalmıştı.”
Masadakilerin hepsi gülüyordu, tanımadığım bir kız hariç hepsi üniversiteden arkadaşlardı. Nihal, Bülent, Özgül, Rıza, Elif ve Fatih. Beni gördüklerine sevinmişlerdi, hissettiriyorlardı. Nihal bile alışılageldik yapmacık hareketlerinden uzak sıcak ve içtendi. Hepsine sarıldım tek tek, Kaan’la uzun uzun sarıldık. Tanımadığım kız elini uzattı “Selam, ben Pınar” dedi, karşılık verdim, ”Ben de Barış, memnun oldum.”
Söze ilk atlayan Rıza’ydı, “Eee, Barış, neler yapıyorsun anlat bakalım? Biz zaten sürekli görüşüyoruz. Arayıp, soruyoruz ama telefonlarına bile bakmıyorsun çok kez. Uzaklaşıp gittin be abi. Hepimiz üzülüyoruz, biliyorsun işte.”
“Biliyorum Rıza, biliyorum. İnanın iş vaktimin büyük bölümünü alıyor. Ara ara çeviri işleri de alıyorum. Sizin anlayacağınız eve iş getiriyorum.”
Kaan dayanamadı, “Yuh be oğlum. Evin kira değil, bok gibi maaş da alıyorsundur, Allah gözünü doyursun e mi? Kefenin cebi yok. Vay arkadaş, üniversitenin en hızlı sosyalisti, kapitalist düzenin kapıkulu olmuş” deyince, sinirlendim.
“Kaan tadımızı kaçırma olur mu? Bak, ağır konuşurum, altından kalkamazsın. Bilip bilmeden laf sokuşturma.”
Herkes sustu, buz kesmişti masa. “Her boku yanlış anla olur mu? Hiç takılmayalım, hiç latife yapmayalım. Öyle mal gibi oturalım masada.”
Alttan almadım, “Böyle yapalım demedim Kaan. Ama bu ‘Eskinin bilmem kimi, şimdi göt oldu’ muhabbetini geçelim. Kaç kez görüşsek, aynı muhabbeti ısıtıp ısıtıp önüme koyma. Yok mu konuşacak bir şeyin başka. Hayır, birincide güldük, ikincide güldük ama her seferinde olunca, insanın tepesinin tası atıyor.”
Pınar’a döndüm, “Masadaki herkes beni tanır. Kusura bakma, biraz ağzım bozuktur.”
Son derece zarif bir biçimde, “Yok canım, hepimiz küfrediyoruz” dedi.
Gözlerimi teşekkür eder mahiyette hafifçe yumdum, anladı.
Sanki, birkaç saniye öne masada hiçbir şey yaşanmamış gibi Kaan atladı, “Pınar var ya, bakma bu herifin Karamürsel sepeti gibi ufak tefek göründüğüne. Üniversitedeyken, tek başına 15 faşistin arasına daldığına gözlerimle şahit oldum. O cesaretle biz de giriştik kavgaya. Gerçi temiz bir dayak yedik ama en azından bir daha o kadar cesur davranamadılar bize karşı. Mangal gibi yürek vardır mangal.”
“Bakma bu sulu herife, abartıyor.”
“Duymuştum, abarttığını sanmıyorum.”
Utandım, böyle söyleyince, biraz da şaşırdım. “Nereden duydun?”
“Rıza anlatmıştı. Biz sık sık görüşüyoruz, sen gelmediğin için bilmiyorsun ama seni az anlatmadılar.”
“Biri değil ki, hepsi zevzek bunların. İnanma anlattıklarına.”
Konuşurken, çatalıyla oynamasına takıldım. “Çoktan inandım bile” derken, oldukça ciddi görünüyordu.
Konunun ben olmasından sıkılmıştım, “Kaan önümdeki tabak boş duruyor. İçmeye değil, konuşmaya geldiysek çok durmam.”
Neredeyse cümlemi tamamlamadan, “Şefim, bir bakıver bize be! Bak burada alkolsüzlükten kuruyan biri var. Vallahi masadan kalkarsa, hepimizden çekersin, için bin dereden su getirttik, teşrif etsin diye.”
Üstünde beyaz gömleği, at kıçında kelebek misali papyonuyla az ötemizde duran garson, yanımıza geliverdi.
“Buyrun efendim ne isterdiniz?”
“Zeytinyağlı enginar diyeceğim ama sen konserve var, bu dönem olmaz diyeceksin, iyisi mi zeytiyağlı beyin varsa getir, bir de yoğurtlama.”
“Yoğurtlama!”
Anlamamıştı, oysa bilmesi gerekirdi, “Kızartma işte ama sadece biber olsun, başka bir şey istemem. Yoğurdu bol olursa çok sevinirim.”
“Tabii efendim, emriniz olur.”
“Yok gözünü seveyim, ne emri. Ricamız olur ancak.”
Herkesin emir verdiği bir adamın, ‘rica’ kelimesini duyması, belki garibine gitmişti ama sevindiği belliydi, bu cümleye.
Nihal’le göz göze geldik. İlk hamleyi o yapmıştı, “Nasılsın?”
“İyiyim Nihal, rutin gündelik sıkıntılarla boğuşuyoruz. Esas haberler sizde. Evlilik heyecanı sarmıştır ikinizi de.”
Kaan, Nihal’e bile fırsat vermeden atıldı, “Yok be oğlum ne heyecan yapacağız. Zaten iki yıldır birlikte yaşıyoruz. Bunun heyecanını mı yaşayacağız?”
“Allah Allah, sana sormadım be Kaan. Yırtık dondan çıkar gibi muhabbetin içine etme.”
“Aman iyi iyi siz ikiniz konuşun.”
Nihal çok sakindi, yaklaşık bir yıldan uzun zamandan beri görmemiştim ve konuşmamıştım, yine böyle bir masada, kavgalı ayrılmıştık. Birbirimize ağzımıza geleni söylemiştik. Birbirimize hiçbir zaman itiraf edemediğimiz her şeyi ortaya döküvermiştik.
“Ben hazırlıkları yapmaya başladım ama Kaan hâlâ işin dalgasında. Klasik Kaan işte, benden iyi biliyorsun. Yumurta kapıya dayanmadan kolunu bile kıpırdatmaz. Şimdilik en büyük sorunumuz ev.
Biraz ben biriktirmiştim, biraz Kaan. Babam da biraz yardımcı olacak, uygun bir ev arıyoruz. Kirada kalmak istemiyoruz. Onu halledersek çok rahatlarız. Zaten ikimiz de çalışıyoruz, birkaç yıl sıkıntı çektikten sonra her şeyi rayına sokarız diye düşünüyoruz.”
Bu kadar aklı başında ve sakin konuşması hoşuma gitmişti. Kaan’a baktım, Bülent ve Özgül’le muhabbeti çoktan kaynatıp, bizden uzaklaşmıştı.
“Nihal, bak birbirimizi kaç yıldır tanıyoruz. Eğer bir şeye ihtiyacınız olursa, dara düşerseniz, sakın çekinmeyin. Beni az-çok tanıyorsun, öyle işkembeden sallamadığımı bilirsin. Cidden, herhangi bir şey olursa, kimseye haber vermeden önce beni arayın.”
Başını haifiçe eğdi, önündeki tabaktan bir parça peynir alıp, rakısını yudumladı. Bana dönüp, “Biliyorum. İçtenliğine, samimiyetine inanıyorum. Belki tatsız zamanlar yaşadık ama ne kadar doğru bir adam olduğundanh hiç şüphe etmedim.
Böyle bir şey olursa Kaan’a bırakmam, ben ararım seni. Allah’a şükür, şu an bir sorunumuz yok. Yine de teşekkür ederim.”
“Saçmalama, rica ederim. Ne vakittir seninle kadeh tokuşturmadık, hatta dur.”
Boş rakı kadehine çatalımla vurdum. Diğer masada oturan insanlar bile bakışlarını bize çevirdiler. Boktan Amerikan filmlerindeki sahneler benzeriydi. Yaptığım hareketi sorgulamadım o an.
”Kaan rakı koy bana!”
“Koymaz mıyım? Suyu az, rakısı bol, dudak payı Arap usulü, değil mi?”
Bir şey söylemedim, olumlamak için sadece kafamı eğdim. Kaan, olanca hızıyla önce rakıyı, sonra suyu ve iki buzu içine koydu.
“Arkadaşlar, hayatımda hiç kadeh kaldırmadım ama her şeyin bir ilki vardır. Kadehimi Nihal ve Kaan için kaldırıyorum. Umuyorum bir ömür boyu onurlu ve mutlu bir yaşam sürdürürler.”
Herkes kadehlerini kaldırdı, bütün suratlara baktım, hepsi çok mutlu görünüyordu. Bir an Pınar’la göz göze geldik yine. Masaya oturduğum andan itibaren üçüncü kez oluyordu. Hemen gözlerimi kaçırdım, utangaç bir çocuk gibi.
Bakışlarındaki anlamı sezmeyecek kadar aptal değildim. Yine de sanki hiçbir şey yaşanmamış gibi Rıza’ya döndüm, “Rıza, bankada işler ne alemde?”
“Sıkkın, yine bir sürü insanı işten çıkarttılar. Kalanlara da, ‘Bakın gidenin yerini siz dolduracaksınız, iki kişilik çalışmaya hazır olun’ mesajı verdiler. Bol bol mesai yapıyoruz ama beş kuruş verdikleri yok. En güzelini yaptın biliyor musun? Keşke gazeteci olsaymışım. Zamanında o yaptığın teklifi değerlendirmediğim için bin pişmanım.”
Rıza, Antalya’da bir kolejden mezundu. Harika İngilizcesi vardı, üstelik tanıdığım en iyi film izleyicisiydi. Daha önce çalıştığım gazete için önermiştim, kabul de etmişlerdi ama Rıza o dönem istememişti.
“Sağlık olsun Rıza, hayat bu kime neyi getireceği belli olmuyor. Bakarsın, böylesi senin için daha iyi olur.”
“Aman abi aman. Hakikaten böylesi benim için daha iyi filan olmadı. Şimdi mis gibi galadan galaya koşuyordum ve sevdiğim işi yapıyordum. Her sabah lise öğrencisi gibi kravat tak, kumaş pantolon giy. Sıkıldım yemin ediyorum sıkıldım.”
Sıkıntısını anlayabiliyordum, tüm ömrü boyunca reddettiği bir yaşamı sürüyordu. Bir nebze rahatlatabilmek için, “Pederin dükkânının başına geçmeyi düşünsen. Karışanın, edenin olmaz” dedim.
“Antalya’ya mı gideceğim bu yaştan sonra. Kumaş dükkânın içinde sabah 6’dan akşam 8’e kadar ne yaparım be Barış. Bari sen söyleme. Bizimkiler sürekli sıkıştırıyor. ‘Baban yaşlandı, gel işin ucundan tut’ diye ama yapamam artık, İstanbul’dan ayrılamam.”
Beyin ve bol yoğurtlu biber kızartmayı önüme koyuverdi garson.
Belli ki, Pınar bizi dinliyordu, hemen atladı söze, “Antalya mı? Deli misin hiç kaçırma derim. İnsanların emekliliklerinde hayallerini süslediği yere sen bu yaşta gideceksin, bir de ayak sürüyorsun. Fırsatım olsa, bir saniye bile düşünmeden giderim.”
Rıza memnuniyetsizliğini direkt belirtti, “Madem o kadar istiyorsun, pedere söyleyeyim, seni koltuğa oturtuversin. İkiniz de mutlu olursunuz, ne güzel.”
Bir süre masaya baktım. Fatih, Elif ve Özgül, kafa kafaya vermiş konuşuyorlardı tıpkı Kaan, Nihal ve Bülent gibi. Pınar’la tekrar göz göze geldik, “İnsanları sürekli gözlemler misin?” diye sordu.
“Çok sık yaptığım bir şey değil aslında.”
Yalan söylemiştim, hep yapardım, Yağmur’la oynadığımız o oyundan beri.
“Biliyor musun, senin için çok yabani diyorlar ama hiç kötü söz çıktığını duymadım ağızlarından. Seni anlatırken, hayranlıkla karışık bir saygı içindeler. Seni tanımak isterim yakından.”
Daha muhabbetin başı bile beni daraltmıştı, “Ne diyeyim, bilemedim. Ben de onları seviyorum ama sanırım bu kadar sevilmeyi sevmiyorum. Hak ediyor muyum? Etmiyorum.”
Gözlerini hiç kesmeden baka bakıyordu, tavırları hoşuma gitse de, yapmacık görünmüyor değildi. “Sevgi hak edilmez, verilir. Sen birini severken, karşılık almak için mi seversin yoksa?”
“Hayatımda sevdiğim kimseden karşılık beklemedim dersem, sorun yanıt bulmuş olur ve konu benden çıkar mı?”
“Çok ilginç, kim olduğumu bilmiyorsun bile. Belki ismimi duymuşsundur sadece…”
Sözünün bitmesini beklemeden kestim, “Duymadım.”
“Sertsin, çok sertsin. Kimsenin seni tanımasına izin vermiyorsun, sevmesine de.”
“Kimsenin sevgisine ihtiyacım yok çünkü. Etrafımda olmasını istediğim kafi sayıda insan var.”
Sanki hiç susmayacak gibiydi. Ben bezdirmeye çalıştıkça, o devam ediyordu, “Bak, yine aynı yere geldik. Belki ben seni çok seveceğim ve hiç karşılık beklemeyeceğim. Birinin seni sevmesi, senin inisiyatifinde mi?”
Gittikçe daha sert bir ifade takınıyordum, üstelik bunu bilinçli yapıyordum, “Pınar, ilk kez karşı karşıya oturup, konuşuyoruz değil mi? Evet öyle. Seni kırmak istemem ama sevmedim bu diyaloğu.”
“Beni kırmanı istiyor olabilir miyim? Ya da belki camdan değilim.”
Zeki olduğu belliydi verdiği cevaplardan, yine de üstüme üstüme gelmesinden rahatsız olmuştum.
“Sanırım pes etmeyeceksin ve benim sabrımın taşmasına kadar devam edeceksin. Fakat ben bu anlamsız ve benim sabır taşımın çatlamasını izin verecek değilim. Konuşmak mı istiyorsun? Başka şeylerden konuşalım, pekala.”
“Her şey kontrolünde olsun istiyorsun. Sen yönlendir muhabbeti, senin istediğin şeyler konuşulsun, senin müsaade ettiğin biçimde sorular sorulsun. Yanlış mıyım?”
“Aklımın ucundan bile geçmedi, ki söylediklerinin hiçbirini de istemiyorum. Sadece kalabalık bir masada benden konuşulmasından rahatsızım.”
Tenis maçına benzer bu konuşma, tüm masadakilerin dikkatini çekmiş olmalı. Herkes bizi dinliyordu. Fark etmem zaman almadı, Pınar’sa devam ediyordu, “Bu kadar benmerkezci ve narsist olmayı başarkan kolay olmamalı.”
“Narsist? Evet narsist yönlerim vardır fakat yanılıyorsun. Dikkat edersen, masada benden konuşulması hoşuma gitmiyor dedim. Kaç narsist tanıyorsun böyle. Ayrıca narsist ve benmerkezci aynı şeyler. İkisini birarada kullanman gayet gereksizdi.”
“Kızmaya başladık demek. İyi, pekala kelimelerin efendisi! Sadece seni tanımak istemiştim, sense bir duvar ördün karşıma. Artı o duvarın aşılmasına da izin vermiyorsun. O zaman sen beni tanımaya çalış. Benim hakkımda sorular sor.”
“Bunu da istemiyorum. İstemiş olsam da, şu raddeden sonra çok istekli davranmayacağımı belirtmem gerek. Artı nedir? Matematik olimpiyatlarında mıyız?”
“Ne tanımak, ne de tanınmak istiyorsun. Bütün bir ömrünü ölü bir kadını sevmekle mi geçireceksin?”
Masaya yumruk attım, “Bak kızım! Kimsin, necisin bilmiyorum. Dua et erkek olmadığına...” Devamını getirmedim ama öfkem kabarmıştı bir kez.
Ayağa kalktım, “Kim anlattı lan bunu? Kim anlattı? Biriniz yanıt verin. Ben ve Yağmur hakkında, hiç tanımadığım bir karıya, hayatımı nasıl ayaklar altına serersiniz? Bu hakkı kim buldu kendinde? Kim, kim kim?”
Daha bir yudum aldığım rakıyı, dibine kadar içtim. Kesmedi, rakı şişesini alıp, bardağı doldurdum, yine sonuna kadar içtim. “Siktirin gidin lan! Sizi adam sanıp, masaya oturan da hata. İsterseniz gazetelere verin hikâyeyi, çok hoşlarına gider.”
Cüzdanımı cebimden çıkartıp, masaya 100 lira fırlattım. “Üstü dostluğumuzun bahşişi olarak kalsın, anlatan götverene.”
Kimse bir tepki vermedi. Sandalyenin arkasına koyduğum kabanımı elime alıp, hızla çıktım. Yürümüyor, koşuyordum sanki. Bu kalabalıktan kaçıp, yegâne sığınağım evime gitmek istiyordum sadece. İnsanlara çarpa çarpa, yürüyordum. Arkamdan seslenenler, yüzüme bakanlar, kimseyi umursamadan sadece yürüyordum.
ADI KONULMAMIŞ SONU OLMAYAN HİKAYELER
ADI KONULMAMIŞ SONU OLMAYAN HİKAYELER -2-
ADI KONULMAMIŞ SONU OLMAYAN HİKAYELER -3-
Başbakan yalan söyler mi birader!
Recep Tayyip Erdoğan: Seyrantepe Stadı’nın yapımında Galatasaray Kulübü’nün bir Allah kuruşu yoktur. Stadı TOKİ (toplu Konut İdaresi) yapmıştır. Sadece 310 trilyonluk (milyon) yatırımla kalmadık. Stada yaptığımız bu 310 trilyonun yanında gerek metro gerekse oradaki kavşak düzenlemesiyle birlikte oradaki yatırımın toplam bedeli 600 trilyon (milyon) lirayı bulmuştur.
Herhalde böyle bir yatırımın karşılığı bu olmamalıydı diye düşünüyorum. İyilik yap, at denize, balık bilmezse halik bilir.
Koskoca ülkenin Başbakanı yalan söyler mi? Ben yalan söylediğini iddia etmiyorum, hatta bunu ima bile etmiyorum (!) Ama kendi bakanı, Başbakanın yalan söylediğini rakamlarla anlatıyor.
Nasıl mı?
Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek, MHP Aydın Milletvekili Ali Uzunırmak’ın soruları üzerine TBMM’ye gönderdiği yazıda, hangi kurumun ne kadar harcama yaptığını ve kazanç elde ettiğini bildirdi.
Cemil Çiçek’in verdiği bilgiler:
Ali Sami Yen Stadı’nın bulunduğu arsa, Torunlar- Aşçıoğlu-Kapıcıoğlu ortaklığına 1 milyar 25 milyon 555 bin liraya ihale edildi. TOKİ’nin buradan alacağı pay 475 milyon lira. Sözleşme şartlarından fazla gelir elde edilirse, 475 milyon liraya ek olarak bu gelirin de yüzde 46,3’ü TOKİ’ye aktarılacak.
Elde edilecek gelirden, maliyet düştükten sonra kalacak paranın yüzde 39’u TOKİ’ye, yüzde 61’i ise Gençlik Spor Genel Müdürlüğü hesaplarına aktarılacak. Para GSGM tarafından Türk sporunu geliştirmek için kullanılacak.
Galatasaray Spor Kulübü’nden idaremize herhangi bir menkul ve gayrimenkul devri söz konusu olmamıştır. Galatasaray imzalanan protokolle Ali Sami Yen alanını verdi, Seyrantepe alanını aldı. Takas protokolüne İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve GSGM de dahil oldu.
Türk Telekom Arena ruhsatsız değil. Stadın inşaat ruhsatını Şişli Belediyesi 12 Aralık 2007’de onayladı.
Haa, gel şimdi 40 gün önce yaşananlara, hatta Türkiye'de herkesin rüzgâr estirdiği "Madem devlet Galatasaray'a stat yaptırdı, o zaman bize de yaptırsın", "Galatasaray'a beleş stat yaptırıldı, biz de bilmem nereyi isteriz" diyen yavşaklar, yukarıda Başbakan Yardımcısı'nın verdiği rakamlara bir daha baksın bakalım.
1 milyar 25 milyon TL'ye arazi satılıyor sadece. Yani Ali Sami Yen'in arazisi 1 milyar 25 milyon TL'ye satılıyor.
Anlamayan gerizekâlılar varsa tekrar ediyorum: ALİ SAMİ YEN'İN ARAZİSİ 1 MİLYAR 25 MİLYON TL'YE SATILDI
Hâlâ anlamayan embesiller varsa, konuyu bir daha açmasın da, aptallığını alnına damga olarak koymasın.
Galatasaray hemen her projede olduğu gibi devlet tarafından aleni olarak kazıklanmıştır. Üstüne Başbakan tarafından "Daha imzaları atmadık haaa!" diye tehdit edilmiştir. Ve o tehdidi paşa paşa sindirip, üstüne Galatasaray Başkanı muhalefete efelenmiştir.
Bakın ben şu kadar eminim. Ali Sami Yen arazisi Fenerbahçe'nin olsaydı, emin olun stadı yaptırır, üstüne yanına basketbol salonu yaptırır, onun üstüne alışveriş merkezleri yaptırıp, bir de üste para alırdı.
Ama ne yazık ki, bizim yönetenlerimiz büyük becereksizlik örneği göstererek, 191 milyon TL'lik bir stata kanıp, üstünü bile kapattıramayıp, kendi üstlerine alıyorlar, yaptıkları stadın neredeyse yarı işi kulübe bırakılıyor.
Hakikaten salağın önde gideni Galatasaray yöneticileri. Millet Aziz Yıldırım'a kızıyor filan da, eleman çatır çatır hakkını alıyor, fazlasıyla birlikte.
Siz siz olun, Türkiye'de herhangi bir proje yapılmadan önce götünüzü yırtın ki, millet yırtılan kıçınızdan hadisenin gerçek olduğunu anlasın. Sonra projeye ufaktan başlandığında yırtılan kıçınızla birlikte, ebeniz sikilene kadar bağırın, ki o zaman da taraftar toplarsınız.
Devlet, sikindirik bir stat yaparak, Galatasaray'ın böbreklerine kadar yoklama çekmiştir. Üstelik bir de bütün ülke önünde rezil ederek.
Başkan diye geçinen saçlarına ak düşmüş arkadaş da, muhaliflere ayar vermek kaydıyla olayı kapatmaya çabalamıştır.
Hâlâ o koltukta oturuyorsunuz ya, helal olsun lan size. Gaza gelip, küfretmeyeceğim.
Küfretme, küfretme, küfretme, küfretme, küfretme.
10 soru 10 blogla haftanın değerlendirmesi
Giriş notu: Bugüne sarktığı için özür dilerim, iki gündür yorgan döşek durumdaydım, o yüzden hadiseye giremedim bile. Bundan sonra daha özenli olacağımdır. Tekrar kusura bakmasın, takip eden ve kafa patlatan herkes...
Fenerbahçe'nin derbide Beşiktaş'ı 4-2 yenmesinin başat faktörü senin için ne oldu?
Jesus Almeyda: Skora takılmamak lazım öncelikle. İlk devre Dia'nın direkten dönen topu, Ekrem'in oyundan atılmaması ve Rüştü'nün müthiş oyunu olmasa ilk devre 3 farkı bulabilirdi Fenerbahçe. Beşiktaş'ın Quaresma-Guti'den oluşan topsuz oyunda gözükmeyen ileri hattı müdafaya gelmeyince arkalarında Toraman ve Ekrem gibi iki vasat defans varsa -ki maçın sıradışılığı bu ikisinin de şu rezil oynadıkları maçta gol atmalarıdır- Fenerbahçe'nin Niang-Dia ikilisi ile ilk devre rakibi sürklase etmeleri çok normal.
30'dan sonra maç başındaki pres gücü kalmayan ve geriye yaslanan Fenerbahçe manzarası normaldi. O şekilde prese devam edemezlerdi. Lakin anormal olan Beşiktaş'a göre çok daha motive çok daha soğukkanlı ve çok daha "takım" olan Fenerbahçe'nin, Toraman'ın ikinci golünden sonra dağılmasıdır. Evet Beşiktaş ne kadar dağınık bir takım olursa olsun şu kadrosu ile en kötü ihtimal kontra hücumlarda rakibin darmadağın edebilir. Ekrem'in golünü de bir kontra golü sayabiliriz.
Almeida'nın kaçırdığı gol ciddi bir kırılma noktasıydı. Fenerbahçe öyle bir dağılma eşiğine gelmişti ki Almeida o golü atsaydı muhtemelen bu 4 gollü galibiyet Beşiktaş hanesine yazılmış olacaktı. Kaldı ki oyunun ilerleyişine baktığımızda Ferrari'nin saçma sapan kırmızı kartı ve penaltı olmasaydı da Fenerbahçe'nin gol atması ya da en azından gol yemeden bu golleri atması pek ihtimal dahilinde değildi. 2-2'den sonra ise Beşiktaş'nın berabere bile kalamayacağı aşikardı.
Hani bu durum Fenerbahçe'nin başına gelseydi 2-2'yi koruma ihtimalleri daha yüksekti. Ama Alex penaltıyı attığı an maçı Fenerbahçe'nin kazandığı da belli olmuştu. Fenerbahçe'nin önümüzdeki 3 hafta boyuna rakipleri şu dönemde üst üste yendikleri rakiplerine göre çok daha zayıflar. Bu 3 hafta sonunda Fenerbahçe TS'dan liderliği alıp puan farkını bile açmış olabilir.TT Arena'daki Galatasaray-Fenerbahçe derbisi çok enteresan sonuçlara yol açabilir diyeyim son olarak.
Son haftalarda alınan sonuçlar ve oyun görkemli Barcelona'yı aratır düzeyde. Barcelona'da bir düşüş mü var mı?
Eren Loğoğlu: Aslında yok.
Barça'nın kusursuzluk / başarı / kötü grafiğini belirleyen çok ince bir çizgi bulunuyor, ara pasının geçip geçmemesi, pasın şiddetinin her zamanki gibi ayarlanamaması, boşluklara sızan oyuncunun fark edilip, fark edilmemesi gibi eylemler üzerinden değerlendirme yapılabilecek. Bu liste uzar gider, gel gitleri olan bir anlayış onların oyununa bakış açısı, az gol attıkları zaman kötü oynuyor sanrısı yaratan.
Barça, aynı oranda topa sahip olmasına karşın 2. golü atamadığı iki maç yaşadı ve zorlanıyor gözüktü, pozisyonları değerlendirse muhtemelen bunlar konuşulmuyor olacaktı. Sadece Gijon maçında geriye düştüler, ona da geleceğim.
3 maçlık durumu maddeleyerek anlatacak olursam;
- Gijon maçında aşırıya kaçan rotasyon, Milito, Maxwell, Mascherano ve Afellay ile.
8 Dünya Kupası kazananı + Messi + Alves + sol bek = "Kusursuz Teorik Oyun" denklemi, kişisel tespit olarak söylüyorum ve eğer bu yapının herhangi bir parçası eksik olursa, kusursuzluk bozuluyor çünkü yerine konan ismin adaptasyonu sağlaması çok zor bir seviye var ortada.
Gijon maçında rotasyona giren oyuncuların hangi birine yetersiz denilebilir ki! Barça'nın felsefesine uyum sağlayıp verimli olmak bambaşka bir olgu ve Barça, kendisini altyapıya mahkum ediyor, yetişmek zorunda doğru, hatasız oynamak için ya da Arsenal, Villarreal gibi kendisine benzeyen takımlara yönelmek.
Onların en güzel özelliğiyse bizden farklı olarak, sabırlı olmaları, Afellay'ı da, Javier'i de zamanla çok daha iyi göreceğiz, felsefeyi kavramaları adına saatlerce Barça maçı seyrettiğinden bahseden oyuncular bunlar, pes etmeyen türden, yeryüzünün en güzel oyununu sergileyen takımının parçası olmak isteyenler.
- Gijon maçıyla ilintili, FIFA Virüsü, konsantrasyon kaybı ve erken yenilen gol ile yapılan soğuk duş.
- Puyol'un yokluğu. Savunmada rakibe, o ilk müdahaleleri yapan ve hücumları olgunlaşmadan bitiren savaşçı takımıyla sahaya çıkamıyor sakatlığından ötürü, Pique'nin üstün top tekniğine karşın, Puyol kadar savunma yönü güçlü bir oyuncu olmadığını Llorente karşısında gözlemledik.
- 2. golü bulamama hastalığı. Arsenal ve Bilbao maçları, cömertçe harcanan fırsatlar sonucunda, oyunu tehlikeye sokmak ve rakibe cesaret aşılamak.
- Guardiola'nın fanteziye kaçan bazı formasyon ve oyuncu denemeleri. Bilbao maçında 3 - 3 - 3 - 1 oynattı, Gijon maçında 65. dakikada yapılan değişikliklerle Xavi'nin daha geride oynatılması.
- Iniesta'nın bir süredir -hangi maçta olduğunu anımsayamadım- omzundan sakatlığı var ve maç sonlarında çıkmak zorunda kalıyor, Gijon maçında ona çok ihtiyaç varken oyundan çıkarılması. Sanırım atlattı, Bilbao maçında çok korkusuzdu.
- Ve belki de en önemlisi Messi'deki görece performans düşmesi. Pas hataları arttı, akıl almaz goller kaçırdı, driblingleri daha bir etkisizdi ancak onun da dün gece düzelme izlenimi uyandırdığını rahatlıkla belirtebilirim. Barça öyle zirvede duruyor ki, düşünün Messi'yi eleştirebiliyoruz, seviyeyi belirlediler çünkü.
- Arsenal maçı, ayrıca değerlendirilebilir. ŞL eleminasyon maçlarında hiç kazanamamak, Arsenal'in performansı gibi maçın kendine özel faktörleri de vardı.
- Pep'in sezon planlaması. Son 3 sezondaki puan kayıpları, aynı üç ay içersinde gerçekleşiyor. Sezonun başlangıcı Eylül, ortası Şubat ve sezon sonu,Mayıs. Barça, Hercules'e yenildiğinde ve Mallorca'ya puan kaybettiğinde de aynı endişeleri taşımıştı Barça sevdalıları, benzer argümanlar yine vardı ve Pep, Kasım sonunda zirve yapacağız söyleminde bulunuyordu, bir programı olduğunun işaretiydi bu açıklama.
Mayıs kayıpları, kesinleşen şampiyonluk sonrası gerçekleşti, ciddiye almamak gerekir. Şubat da bitmek üzre, tek maç kaldı, Mallorca, çok önemli.
Endişeye mahal yok! Tarihin en güzel futbolunu oynayanlar, bunun hazzını bizlere yaşatmaya ve futbolun adaleti için kazanmaya devam edecekler.
Futbolda haftanın en önemli gündem maddesi neydi?
Kayıp Zamanın Peşinde: Medyanın veyahut futbol ile ilgili olan mecraların yarattıkları gündemler vardır muhakkak. Ama benim gündemim farklı meselede takılıp kaldı geçen hafta itibariyle. O da dünya yıldızlarıyla bezeli ve başkanlarının ‘Dünya bizi konuşuyor’ dediği Beşiktaş’ın, bir hafta içerisinde kendi sahasında sekiz golü kalesinde görmesidir.
Beşiktaş’ın Fenerbahçe maçındaki skoru hak edip etmediği meselesi bir yana, ortada iki maçlık bir netice var. Bu bağlamda bana göre gündemi oluşturan en önemli şey, bazı hatalardan ders alamamak ve popülist adımların bir takımın kaderini olumsuz yönde çok etkilemesidir.
Siyah-beyazlıların en önemli rakiplerinden olan Sarı Kırmızılıların iki sezonda yıldızlarla neler yaşadığını dikkate almaması ve futbol yönetiminde söz sahibi olanların mantıklı atılımlardan ziyade koltuğu koruma derdinde olup popülist adımlar atması ilgi çekicidir.
Sarı-Kırmızılılar da zamanında bir çok yıldızı kadrosuna dahil etmiş ama kadronun bütünsel kalitesine önem vermeyip rotasyona yeterli kapasitedeki oyuncuları dahil etmediğinden asla bir takım olamamıştı.
Bu yüzden önü başka arkası başka telden çalıyordu. Bir futbol takımında ortak dilden konuşabilmek çok önemlidir. Bu dilin daha güzel, şiirsel ve sanat dokunuşlu olabilmesi için yeşil zeminde topun peşinde koşturanların aynı kalibrede yeterliliğe sahip olması gerektiği söylenebilir.
Galatasaray bunu başaramadığı için dengesiz ve başarısız bir takım olup çıkmıştı. Keza takım bile olamamıştı. Beşiktaş’ın bunlardan ders çıkarmayıp birkaç yıldız alarak kendisini dünya kulübü ilan etmesi, şampiyonluğun ve hatta UEFA Kupası’nın en büyük adaylarından biri olarak görmesi Türk futbolunun hayalperestliği olsa gerek. Ne de olsa hayal. Kurması bedava. Mantığa gerek bile duyulmaz.
Türk futbolunun yaşadığı büyük düşüş ortada. Bir çok insan nedenlerini sorgulasa da o kadar uzaklarda aramak gerekmiyor. Büyük takımların son yıllarda yaptıkları yanlış atılımlar ve dengesiz kadro kurmaları, onlarla özdeşleşmiş olan ‘kazanan takım’ olgusunu yerden yere vurmuş durumda. Artık peş peşe üç, dört maçını kazanan büyük takımlardan pek bahsedemiyoruz.
Bazen herhangi bir Anadolu takımından farksız top peşinde koştururken görüyoruz onları. Bazı Anadolu takımlarını da çok iyi atılımlar yaparken görüyoruz; Kayserispor ve Gaziantepspor gibi. Temelde, olayı sadece yabancı kalitesine bağlamak büyük bir yanlış.
Yerli kadro kalitesini sağlayan takımların daha dengeli olacağı su götürmez bir gerçek. Dinamo Kiev karşısında iki yerli oyuncuyla oynayan Beşiktaş’ın durumu ilginç bir anekdottur. Artık takımlar yıldızlara tomarla para harcayacaklarına, kendi öz kaynaklarından kaliteli oyuncular üretmenin peşini de bırakmamalıdır.
Nihayetinde gerçekler ortada. Dünya yıldızlarıyla bezeli olan ve dünyanın konuştuğu Beşiktaş, bu yıl yerden yere vurulan, bazen garibanları oynayan Galatasaray ile aynı puanda. Her iki takım da daha sağlıklı atılımlar yapan Kayserispor ve Gaziantepspor’un altındalar.
Ve an itibariyle iki büyük takımın durumu pek iç açıcı değil. Her ne kadar ileriki yıllara atılım yaptıklarını söyleseler de! Umalım ki sezon sonunda doğru adımları atarlar ve popülist kadro kurmanın peşine düşmezler. Sonrasında mı? Kendi düşen ağlamaz...
Trabzonspor 2 deplasman maçından sonra Kayseri ve Beşiktaş'la karşılaşacak. Bu iki maçta alınacak 6 puan Trabzonspor'un şampiyonluk şansını ne derece etkiler?
Ceza Sahası: Trabzonspor çok kritik bir dönemeçten geçiyor. İlk yarıda formu tavan yapmış Trabzonspor için geçerli değil elbette ve o Trabzonspor bu iki maçtan alınacak -en kötü- 4 puanla birlikte geri gelecektir. Ligin gidişatına baktığımızda zirvedeki iki takımdan biri en üst düzey formunu yakaladı.
Diğeriyse kendi formunun yarısında henüz. Trabzonspor ve Fenerbahçe'nin durumu bu. Fenerbahçe'nin bu tempoyu sürdürebilmesinin zor olduğunu tüm futbol tarihi istatistikleri söylüyor. Ve çok uzağa değil, ilk yarıya baktığımızda Trabzonspor'un formunu bulduğunda neler yapabileceğini de herkes görüyor.
Kısacası şu anda Fenerbahçe formuyla, Trabzonspor formsuzluğuyla şaşırtıyor ve her şey sezon normallerine döndüğünde -ki bu maçlar kritik bu normallere dönüşte- Trabzonspor'un ipi göğüsleyeceğine inanıyorum. Bu maçlarda kazanılacak 6 puan sadece Trabzonspor'u sezon normallerine döndürmeyecek, Fenerbahçe'nin de moralini bozacaktır mve dolayısıyla şampiyonluğa etkisi fazla olacaktır.
Beşiktaş taraftarı, hemen herkes tarafından maçın kaybedilmesinin sorumlusu Ferrari'yi çıkarken alkışladı. Benzer tavırlar diğer tribünlerde de oluyor. Rakibine vuran, tüküren, iten oyuncular neden baştacı yapılıyor. Taraftarın kötü anlamda bu denli baş aktör oyuncuyu alkışlarla uğurlaması için neler söylersin?
Evrensel Blok: Soruya, "taraftar" olmanın getirdiği psikolojiyi iyice anlayabilmek için okunması gerektiğini düşündüğüm ufak bir tavsiye ile başlayabilirim sanırım.
Sosyolog Roland Girtler'in Terbiyesizliğin Teorisi isimiyle türkçeye çevrilen kitabında, "futbol taraftarlarının terbiyesizliği" üzerine yerinde tespitler mevcuttur. Taraftar, esas itibariyle taşkın davranışlarda bulunan, terbiyesiz ve serseri toplulukların ismidir. Kendine özgü ritüelleri, alışkanlıkları söz konusudur.
Daha fazla klişe söz etmeden, çoğu taraftarın, maç saatleri dışındaki vakitlerinde gayet "normal" bireyler olduklarına dair hikayeleri de sıkça okuyoruz. Yani, taraftarlık, bir kısmi özgürlük alanı olarak, bireyin gündelik hayattaki sıkışıklığını küstahça sergileyebileceği bir mecra görevi görüyor. Bu yüzden, tükürmek, itmek, çekmek gibi "serserice" eylemler tabii ki taraftarlarca onay görecektir.
Bunun yanında, dizilişlerinin dahi basit savaş stratejilerine göndermede bulunduğu bir spor olan futbolda, tabii ki, diziliş veya takım tertibinin yanı sıra, oyun içi mücadele sırasında da sertlikler en hafif ifadeyle "gereklidir."
Çünkü az evvel bahsettiğimiz gibi, en başından, dizilişlerden itibaren, futbolda bir savaş atmosferi mevcut. Dolayısıyla, bir futbolcunun sırf rakibe zarar verdiği için alkışlanması, biraz da futbolun doğası gereğidir diyeyim daha fazla uzatmadan.
Beşiktaş ve Fenerbahçe arasında futbol açısından harika bir maç yaşadık. Neden sürekli başka şeyleri tartışıyoruz ve protokol tribününde yaşanan yumruklaşmalar için ne söyleyebilirsin?
Futbol Muhalifi: Bundan yaklaşık tam 20 sene önce yabancı takımlara karşı maç yaptığımızda şayet yağmur yağıp, saha çamura dönerse abimle söylediğimiz bir söz vardı: "Bizimkiler çamurda oynamaya alıştığı için bu maçı kaybetmeyebiliriz."
Günümüze bakınca da çamur yerini kaos ortamına bırakmış durumda. Nerede kaos orada biz. Gerek medya, gerek yöneticiler, gerekse biz izleyiciler bu kaos ortamından besleniyoruz. Yani bir futbol maçının olmazsa olmazı bizim için “kargaşa”dır. Maç oynandı bitti, ama hâlâ kartlardan bahsediyoruz. TRT tadında bir klip yapsa bir kanal inanın kimse izlemez. Ben bile izlemem arkadaş!
Yarım saat boyunca Lugano ve Ferrari’nin birbiriyle olan itişmesini izlemek daha keyifli. Şaka bir yana iyi maçlar oynandığı sürece işin kötü tarafı elbet azalacaktır.
Protokol tribününde yaşanan kargaşa için söyleyeceğim tek şey, o insanların egolarını başka yerlerde tatmin etmesidir. Sürekli sorun çıkartan bu tiplerden inanın nefret ediyorum.
Fenerbahçe derbiden 4-2 galibiyetle ve maç fazlasıyla liderliği olarak döndü. Bundan sonra ne olur?
Tribünsel Sevda: Derbinin ardından F.Bahçe'nin Kasımpaşa ve Konya'yla içerde, G.Birliği ile deplasmanda yapacağı 3 maçı var önünde. Sonrasında G.Saray deplasman ve Bursa'yla Kadıköyde karşılaşacak.
G.Saray maçına kadar yapılacak 3 maçtan kayıpsız çıkarsak eğer Arena'dan alacağımız beraberlik ve Bursa karşısında gelecek galibiyetle şampiyonluk yolunda çok büyük bir yol katetmiş oluruz.
Fikstüre baktığımızda tablo bu şekilde gözüküyor. Futbol olarak değerlendirdiğimizde şuan şampiyonluk mücadelesi veren takımların içerisinde birlik beraberlik bakımından en iddialısı F.Bahçe gözüküyor. Bu hava kaybedilmezse sene sonunda şampiyon olamamamız için hiçbir neden yok.
Schuster'in Sivok ve Bobo kararı derbinin sonucunu direkt olarak etkiledi mi?
Rakamla10: Bobo ve Sivok'un ilk on sekizde bile olmadığını vapurla Beşiktaş'a geçerken telefonuma gelen smsten öğrendim. Schuster'in oyuncu tercihlerine şaşırmıyoruz artık ama anlamak için de bayağı bir kafa yoruyoruz açıkcası.
Balık Pazarı'nda demlenirken eldeki mevcut kadro, ligdeki konum, üç gün önceki Avrupa hüsranı vesaire konuşulduktan sonra hepsi bir kenara bırakılıp maça dair umutlar tazelendi her maç öncesinde olduğu gibi. Kimileri kafasındaki "Yener miyiz?" sorusuna cevap ararken, ben nedense epey bir umutsuzdum. Nedense demek yersiz aslında nedenleri belliydi. Üç gün önceki oyun, ligin ikinci yarısındaki düşüş, Fener'in çıkışı, son yıllardaki bize karşı olan üstünlüğü ve Alex.
Fenerbahçe bir yana Alex bir yana bence. Bu adamın heykelini dikmezlerse ben üzülürüm. Neyse konu dağılmasın bize dönelim. Maç dün akşam iki kere gitti geldi.Uzun uzadıya maçın kritiğini yapmadan sorunun cevabına gelirsek ben tartışmasız olarak 'Evet' derim.
Maç 2-1 iken bariz bir üçüncü gol şansını kaçıran Almeida ve yok yere hem penaltıya sebebiyet verip hem de kırmızı kart görerek hüsranla bitecek olan gecenin fitilini ateşleyense Ferrari olunca bu soruya hayır demenin imkanı yok zaten. Ha tutup da denilirse "Canım hoca nerden bilsin Ferrari'nin böyle bir kart göreceğini?" buna bir şey diyemeyebiliriz belki ama Almeida tercihinde aynı durum söz konusu değil.
Altı senedir Türkiye'de oynayan, Fenerbahçe maçlarının atmosferini iyi bilen, bu takıma karşı bir çok kez gol bulan bir Bobo en azından kadroda olmalıydı. isim olarak bakıldığında belki yüz kere Almeida tercih edilir ama Fener maçı olunca iş farklı. Beşiktaş dün maçı iki değişik golle çevirdi, ilkinde Ekrem hayatı boyunca bir daha atamayacağı güzellikte bir gol bularak soyunma odasına daha az stresli gidilmesini sağladı.
Toraman da şanslı bir golle öne geçirdi Beşiktaş'ı. Bu dakikadan sonra öyle bir döndü ki oyun, eğer üçüncü gol gelse Beşiktaş farka koşacaktı, olmadı. Genele bakıldığında sağ kanadı koridor gibi kullanan Fenerbahçe Alex'in önderliğinde on kişi kalan rakibini rahat geçmiş oldu. Eksik kalınmasa ne olurduyu bilememenin gerçekliğiyle herhalde çoğunluk Beşiktaş'ın kazanacağında hem fikirdir.
Hakem de es geçtiği penaltı dışında kartlarında hep bize karşı bonkördü, UEFA hakemi ya (!) gördüğünü verdi, görmediklerini konuşmak da bize kaldı.