24 Haziran 2011
Bir yerden başlamak gerekir
Nereden nereye değil mi? 44 yıl önce 24 Haziran'da, yurtsever-devrimci öğrenciler ABD'nin 6. Filo'ya karşı 2 yıl süren bir direniş başlatıyor.
Bugünse, ABD'ye ait ne varsa her şeyi benimsemiş durumdayız. Hayatımızın içinde, hatta hayatımızın ekseninde.
Biraz önce bir arkadaş yorum yazmış Türkçe Olimpiyatlarına ilişkin "Koala peki şöyle desem sana. Okulların açılması dünya da Türkçe konuşulması, dış ülkelerde Türk bayrağının dalgalanması kötü bir şey mi? Orta Asya da, Afrika'da, Kanada da, Amerika da Türkçe konuşulması oradaki çocuklara Türkçe'yi öğretmek ve türk kültürünü yaymak kötü bir ideoloji mi?" (eleştirmek ya da afişe etmek için koymadım)
"Emperyalizmin her türlüsüne karşıyım, bu kültür emperyalizmi olsa da" yanıtını verdim. Konunun Türkçe Olimpiyatı kısmı bambaşka bir tartışma konusu. Daha isminden kaybediyor, Türkçe sevdalıları. Fransızca'dan gelen Olimpiyat kelimesi bile yeterli.
44 yıl önce her şeyi göze alarak emperyalizme direnen ve ona karşı çıkan bir gençlik, 44 yıl sonra her şeyiyle emperyalizme teslim olmuş bir gençlik.
Farkında bile olmadan, esiri oluyoruz. Geçmişe dönüp, tekrar tekrar bakmak lazım. Her şeyin üstünden yeniden geçmek gerekir. Direnmekten, karşı koymaktan, reddetmekten alıkoymasın kimse kendini.
'Cesurlar bir kez, korkaklar her gün ölür'. Bunun hayatta pratiğini her dakika yaşıyoruz ama kendimizle yüzleşmekten bile korkuyoruz. Çünkü ağır ağır korkunun esiri oluyoruz.
Kaybedecek çok şeyimiz kalmadı ve bu gidişle kaybedecek hiçbir şeyimiz kalmayacak.
Direnmek, karşı koymak için bir yerden başlamak lazım.
Yiğit n'oluyor götün başın oynuyor
Medyada saflar belirlenirken, son 1 yıldır Yiğit Bulut 'fırtınası' esiyor. Özellikle son birkaç günden bu yana 28 Şubat sürecini ağzına sakız yapıp, "Fethullah Gülen neden yurtdışında yaşıyor? Bu ayıp bitmeli" başlıklı, seri köşe yazıları ile cemaatin kapıkullarından biri olduğunu açık açık belirtiyor.
Hayatta hazzetmediğim bir şey varsa, götü başı oynayan adamlardır. Misal, Hüseyin Gülerce'ye bu tepkiyi vermem. Çünkü adam bütün hayatı boyunca aynı çizgide ilerlemiş. Ama Yiğit Bulut gibi daha birkaç sene öncesine kadar, Ulusalcı çizgiden dem vurup, sonra ülkedeki güç dengelerinin değişmesiyle 180 derecelik dönüş yapan yavşak tiplerden hiç hoşlanmam.
"Güç köpekliği" böyle bir kavram. Tabii insanın sorası geliyor, "Bunlardan hangisi Yiğit Bulut?"
Aslında her ikisi de Yiğit Bulut ama her ikisi de insan değil. Vaktiniz olursa yazılarını bir okuyun derim. Derinlikten uzak ve alabildiğine sığ. Borsacılıktan gazeteciğe geçiş yapmış, bu geçişler sırasında herkesi yalayabilecek, herkesin önünde düğmesini ilikleyecek ve tam da şu anda olduğu gibi herkese selam çakabilecek; gurur, onur, şeref, haysiyet, kişilik gibi kavramların kendisine hiç uğramadığı tip.
Arkadaş bugün demiş ki, "Bu ülkede birkaç okul yaptıranlar Cumhurbaşkanlığı makamında ağırlanıyor ve bu ülkeye yaptıkları hizmet ve fedakârlıklara karşılık olarak "Devlet madalyasıyla Türkiye Cumhuriyeti'nin onları takdir ettiği gösteriliyor.
Peki bu ülke adına yüzlerce okul açan, 130 ülkede binlerce hatta on binlerce öğrenciye Türkçe konuşturan, Türkçe düşünmeyi öğreten, Türkiye'yi onların hayatlarının merkezi haline getiren Fethullah Gülen neden 28 Şubat'ın ayıbı sonucu yurtdışında yaşamak zorunda kalıyor?
Sevgili dostlar, Gülen hareketine "din odaklı bir cemaat" algısıyla bakarsanız, gerçekleri ıskalarsınız. Gülen'in attığı adımları ve özellikle "Cihan Devleti Türkiye" modeline yarattığı katma değeri doğru analiz etmek ve siyasi bir yargılama içinde üstünden atlamamak gerekli.
Dünya üzerinde uçakların bile gitmediği bir yere birkaç aktarma ile varıp da orada Türkçe konuşan çocuklar size "Hoşgeldiniz" dediği zaman, içerideki kısır tartışmaların ne kadar boş ve anlamsız, önyargılı olduğunu anlayabilirsiniz."
NOSTALJİ ZAMANI
Şimdi dönelim geriye, bu arkadaşın Vatan Gazetesi'nde yazdığı yazılara bakalım. Çok değil daha birkaç yıl önce yazılmış hepsi..
11.09.2007 Türkiye’de irtica tehlikesi var mı? başlıklı yazısından
"Türkiye’de irtica tehlikesi olabilir veya en azından böyle algılanabilir ama Türk Silahlı Kuvvetleri her zaman rejimin bekçisidir...
Türkiye’de rejimi hâlâ silahla koruduğumuzu, bilincimizin; bilinçaltımızdan gelen “vatandaş değil, ümmetin parçası olma” veya “vatandaş yerine padişahın kulu olma” dürtülerimizi hâlâ yenemediğini nasıl itiraf edebilirdim?"
14.02.2008 Tehlike çok büyük! başlıklı yazısından
"Türkiye’nin içine girdiği yol ve Hitler Almanya’sının vardığı “nokta”. Görünüşte dağlar kadar fark var ama “başlangıç noktaları ve gelişimleri” itibariyle aynı. İçimizi rahatlatacak tek bir büyük fark var; Hitler Almanya’sında “ordu” lidere itaat ediyordu, bağlıydı. Bizde “diktatör” olma yolunda ilerleyen arkadaşlara “ordunun destek olması hatta sempati” duyması mümkün değil...
Bu fark da Atatürk’ün büyüklüğünden, Taha Akyol katılmasa-olmadığını iddia etse bile, Atatürkçü düşünce sisteminin-doktrininin kurduğu yapının, “demokrasi” odaklı yapılanmasından geliyor.
Atatürk devrimlerine bağlı bir sistem içinde “diktatör” denebilecek haşerelerin, “silahlı bir ordu gücünü arkalarına almaları” mümkün değil. Sistemin ‘DNA’sı buna izin vermiyor... Burada da devreye “Çavuşesku modeli” giriyor; kendine bağlı “ideolojik” dinamikler ile motive edilmiş “polis” gücü oluşturmak..."
23.03.2008 Türkiye nereye gidiyor? başlıklı yazısından
Devletin kendi bankacılık sektörünü “koruma isteği” gayet doğal bir “reflekstir.” Normal olmayan birilerinin bu devletin bankacılık sektörünü “ele geçirme” çabası ile “giriştiği ideolojik savaş” ve devletin buna tepki verirken “olumlu-olumsuz ayrımlardır.”
Örnekleyeyim; tarikat destekli kurumlar, o gün için devleti “yöneten” hükümet tarafından “bankacılıkta önemli bir pay ele geçirecek” şekilde “destekleniyor”, onlara özel düzenlemeler yapılıyorsa bu “ideolojik bir bulaşıklıktır.” Devlet her şey normalken “etnik” kökenlerinden dolayı kurum sahiplerine ayrı bakıyorsa bu da ideolojik bulaşıklıktır...
08.06.2008 tarihli Vatandaşın kesesinden sisteme efelenmek başlıklı yazısından
AKP ne yapıyor?
Tek cümle ile özetleyebilirim; dünya büyük bir ekonomik krizin eşiğindeyken ve en önemlisi dünya son 150 yılın en büyük ekonomik genleşmesini 2003-2007 arasında yaşadığı dönemde Türkiye sadece Cumhuriyet’in birikimlerini satıp “zaman öldürürken”; AKP’nin yaptığı tek bir şey var: Dünyadaki gelişmelerin sağladığı avansı ülke yararına kullanmak yerine kendi ideolojisi uğruna sadece “sistemle” dalaşmak...
İşin daha garip bir tarafı var; sanki vatandaşın “ana derdi”, ana önceliği “türban düzenlemesi”. Ama “siyasilere” sorarsanız, türban “işten ve aştan” çok ama çok önemli!
01.07.2008 tarihli, TSK'ya kimler, neden saldırıyor? başlıklı yazısından
“TBMM’den geçmeyen tezkere” ve TSK’nın ABD’nin istekleri doğrultusunda “Büyük Ortadoğu projesine” (BOP) dahil edilememiş olması Okyanus ötesindekileri daha da kızdırdı. 2004 yılının Nisan ayında BOP’u anlatan ABD Dışişleri Bakanı Colin Powel “...Irak; Türkiye, Pakistan ve diğer İslam Cumhuriyetleri gibi bir İslam Cumhuriyeti olacak...” dedi.
Türkiye’de “Ilımlı Din Devleti” kurmak isteyenler, Sorosçular, rejimle “düellosu” olanlar ve Devlet düşmanı eski “bazı fraksiyon mensupları” yukarıdaki dinamiklerle eşzamanlı harekete geçti ve TSK’ya “saldırı” da yerlerini aldı.
15.06.2088 tarihli, Kapatma davası değil, İran operasyonu! başlıklı yazıdan
Sevgili dostlar, uzun lafın kısası; her seçenekte bana göre kaybeden tek bir kişi olacak; Erdoğan... Bu yazıyı kesin saklayın, bugün Erdoğan’ın yanında olanların nasıl “alternatif” veya “akil adam” pozunda “ortaya döküleceklerini” göreceksiniz... Yazılabilecek kalıp içinde bu kadar yazabildim...
Erdoğan’ın danışmanları mutlaka vardır, oyunun nereye döndüğünü görüyorlardır ama bir de ben yazayım; bütün oyun “Erdoğansız” bir AKP, olmazsa “Amerika’nın kendini garanti altına alacağı” başka “senaryolara” dönüyor... Ve iddia ediyorum; Türkiye’de siyasetteki gelişmeleri hatta siyaset yapıp yapamayacağımızı dahi İran operasyonunun kaderi belirleyecek...
13.07.2008 tarihli, Cumhuriyet değerlerine neden sahip çıkmalıyız? başlıklı yazısından
Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihinin en ağır “bölücü, gerici, küresel” tehdidi altında olduğunu düşündüğüm bir ortamda, Cumhuriyet tarihinde hatalar yapıldığını da kabul ederek, Cumhuriyet’i eleştirenlere şunu söylemek istiyorum Türkiye 1923-2001 arasında “her alanda esir alınma denemelerine” rağmen “ayakta kalmayı” başardı. 2001-2008 arasında ise “elinde ne varsa sattığı gibi”, ayakta kalmayı bırakın “1923-2001 arasında esir almak isteyenler” tarafından “her alanda yönetilir” hale geldi.
10.02.2009 tarihli, Manifestom II başlıklı yazısından
Haklısınız. İşte “eğmeden, bükmeden” bugünün Türkiyesi...
* Bölücü terör ve irtica tehlikesi “aklileştirilmiş” bir şekilde “ülkenin özüne sızmış”.
* “Ülkeyi bölelim veya Cumhuriyeti yıkalım” diyenler “beyefendi” muamalesi görüyorlar.
* 15 askerinin öldüğü gün en yetkili ağızdan “Sayın Başkan ile 1 ay sonra görüşeceğim, gerekeni yapacağız” açıklaması yapıyor! Barzani bölgede “kral gibi konumlanıp, Türkiye’ye kafa tutuyor”!
* Yabancı güçler ve içerideki uzantıları tarafından TSK sürekli yıpratılıyor. Halkın “yıpratma” sürecini algılaması “çeşitli oyunlar” ile engelleniyor!
Ve en kötüsü “taşlar bağlanıp, köpekler serbest bırakılıyor"!
Bozuk saat bile günde iki kez doğru çalışır. En azından bir konuda doğru söylemiş, ortalık köpekten geçilmiyor. İnsanın aynadaki yansımasını tarifi ancak bu kadar güzel olur.
Aferin lan sana!
Medya utançlarına bir halka daha
Türk basını her olayda olduğu gbii Suriye meselesinde de, faşizm noktasına ulaşan milliyetçiliğinden örnekler sunuyor.
Dünden bu yana bir bayrak meselesi aldı başını gidiyor. Basının, olayı sunuş biçimi, tamamen yönlendirme ve yanlış bilgilendirmeden ibaret.
Suriye topraklarında yer alan bir binaya Suriyeli sığınmacılar ayrılmadan önce, Türk bayrağı asıyor. Suriyeli askerler de doğal olarak bayrağı indirip, yerine kendi bayraklarını asıyor.
Şimdi tam bu noktada, Radikal'den Hürriyet'e, Milliyet'ten Vatan'a, Habertürk'ten Zaman'a kadar herkes ağız birliği etmişcesine "Suriye askerleri Türk bayrağını indirdi" şeklinde gördü.
Bir ülkenin kendi topraklarında, bir başka ülkenin bayrağını indirmesinden doğal ne olabilir ki? Ama savaş kışkırtıcısı ve provakatörü Türk medyası, olayı Türkiye'de yaşanmış gibi göstermekten yüzü kızarmıyor ve utanmıyor.
Üstelik bu habere "Suriye askeri sınıra yığınak yapıyor" haberlerini de ilişkilendiriyor.
Suriye'de yaşananlar çok tatsız, berbat görüntüler geliyor. Daha birkaç ay öncesine kadar el ense dostluğu yaşayan Esad-Erdoğan arasına kara kedi girdi. Arap coğrafyası yeniden şekillendiriliyor ve Türkiye bu konuda ABD'nin en büyük payendesi durumunda.
Her şeyi gözden kaçırarak, saçma sapan bir bayrak kriziyle yaşananları daha da alevlendirmek medyanın görevi değil. Aklı selim olması gereken kişiler ve kurumlar çok doğal ve normal bir olayı böylesi tırmandırınca, haliyle halkın algısı da değişiyor.
Bu ülkenin medyası pek çok olaydı hep sınıfta kaldı. İki kaya için kopartılan yaygarayı herkes hatırlar. Tıpkı siyasi iktidarın tavrı gibi, darbeler önünde saygıyla eğilip, eleştirenleri unutmadı kimse. Madımak'ı yapanlar ortadayken, birilerine ihale etmeye çalışanları, Gazi Olayları'nda ölenleri teröristlikle suçlayanları, Hayata Dönüş Operasyonu'nda canlı canlı yakılanların kendilerini yaktığını v.s. v.s. sayısız olayda hep aynı iğrenç, savaş tamtamları çalan, faşist tavır sergilendi.
Şimdi bir bayraktan yola çıkarak, Suriye'yle savaş zemini hazırlanıyor gibi.
Her tarafı kokuşmuş bir ülkenin, medyasının ayakta kalması beklenemez zaten. Şu haberleri yapanlar hiç utanmıyorlar mı acaba?
İnternet medyasının en büyük zararlarından biri bu. Çünkü internet zaten pek çok yerde kendisini yalanlayan bir mecra, ortalarda dönen bilgiler nedeniyle.
Zaman ve Yeni Şafak gazetelerinden çıkan bir haber, internet medyasında da "Bu nasıl okunur var ya" mantığıyla servis ediliyor. 3-5 çocuk ortalarda gazeteci olarak dolanıyor ve halkın bir bölümü "Suriyeliler bayrağımızı indirdi" diye fevaran ediyor.
Unutmadan, kendisine görev biçen askerler, Türkiye sınırına dev Türk bayrağı asmış. Vay be, ne büyük vatanseverlik örneği!
Suriyeliler kendi topraklarında, kendi bayraklarını astıkları için, ne büyük bir suç işlemiş ama değil mi (!)