19 Ocak 2011

BAŞBAKAN'A BORCUMUZU ÖDEYECEĞİZ


"Başbakana 'borcumuzu' ödeyeceğiz!

22 Ocak Cumartesi günü saat 14:00’te İstiklal Caddesi’nde toplanarak, Galatasaray taraftarlarına desteğimizi sunacağız. Başbakan’a hak ettiği ilgiyi ıslıklarımızla göstereceğiz. Zorba yöneticilerin bize tanımadıkları protesto hakkımızı sonuna kadar kullanacağız.

Başta tüm sporseverler ve spor emekçileri olmak üzere, tüm bir ülke halkı olarak başbakana borcumuz var. Başbakan’ın “ananı da al git” hitabıyla onurlandırdığı Mersinli çiftçi nezdinde tüm çiftçiler olarak borçluyuz. Başbakan’ın “her üniversiteyi bitiren iş bulacak diye bir kural yok” diyerek aydınlattığı üniversite öğrencileri olarak borçluyuz.

13 milyon işsizi, sadece işsiz olduğu için borçlarından azade tutamayız. 13 milyon işsiz olarak borçluyuz.

Cumhurbaşkanı’nın seçkin (!) öğrenci temsilcileri ile yaptığı görüşme sırasında dışarıda kalan ama unutulmayan, Cumhurbaşkanı'nın değerli görüşlerinden o sırada yararlanamadığı için boynu bükük kalmasınlar diye hükümet temsilcisi polislerce coplanan öğrenciler olarak borçluyuz.

Son olarak Başbakan’ın “bu stadı ben yaptırdım, daha parası ödenmedi. Beni kızdırmayın, projeyi bozdurmayın” diyerek uyardığı Galatasaray taraftarları olarak borçluyuz.

Sporun ticarileştirilmesi sürecine yeni boyutlar kazandıran Başbakan’a, bununla yetinmeyip kapalı-açık tüm spor sahalarını siyasi rant alanına çevirdiği için, tüm sporseverler ve spor emekçileri olarak borçluyuz.

Bu borç ortada kalmamalıdır.

Galatasaray taraftarları borcun ödenmesi konusunda bir adım atmışlardır.

Borç hepimizin borcu olduğuna göre bizim de bu adıma katılmamız, hep beraber bir kez daha Başbakan’a borcumuzu ödememiz gerekiyor.

Başta tüm sporseverler ve spor emekçileri, tüm halkımızı, 22 Ocak günü saat 14:00’te İstiklal Caddesi’nde toplanmaya ve ıslıklarımızla Başbakan’a ve kendini onunla özdeşleştirmiş tüm devlet ve sivil toplum erkanına şükran duygularımızı iletmeye çağırıyoruz.

Borcumuzu öderken söylenecek bir çift sözümüz de olacaktır elbet. Bu da borcumuzun helal faizi olsun.

Spor-Emek-Sen
Devrimci Spor Emekçileri Sendikası

40 bin kişiye kesemedikleri faturayı Tekyumruk'a kesecekler


TT Arena'da onbinlerce insanın Başbakan'ı ıslıklayarak ve yuhalayarak protesto etmesinin ihalesi Tekyumruk grubuna kaldı.
Adnan Polat ve yönetiminin onbinlerce kişiyi ispiyonlamasının imkânı yoktu. O yüzden de, bu işin faturasının birilerine kalması gerekiyordu. En kolay ve en basit yolu, tribünde varsa herhangi bir sol gruba işi yüklemekti.

Bugün Tekyumruk'tan bir arkadaşımla konuştum, onlar da Perşembe gününden itibaren Emniyet'e alınmayı bekliyorlar. Muhtemelen herhangi bir örgüt bağlantısı kurup, gözdağı mahiyetinde bir ya da ikisini alabilirler. Şu an tabii bunlar tamamen varsayım ancak yine de beklenti bu yönde.

Tabii şimdi hadiseyi sorgulamak gerekiyor. Ülkede protesto hakkı kaldı mı? Başbakan protesto edilemez bir canlı mıdır? Akp iktidarda kaldığı sürece her muhalif, bir gün Emniyet'i tadacak mıdır? Diyarbakır'da, Şanlıurfa'da Hizbullah yanlıları meydanlarda rahat rahat protesto gösterisi düzenlerken, bu çocukların suçu nedir v.s. v.s.?

Adnan Polat denen şahsiyet, kişilik, haysiyet, şeref, gurur, onur -yoksunu- herif, kendi taraftarını, tüm diğer taraftarlara ibret olsun diye polise vermesi ayrıca sorgulanması gereken bir konu. Beyninden geçenler "Eğer birkaç kişi içeri alınırsa, tribünlerdeki tepkileri de susturmuş olurum" türünden son derece aptalca bir strateji uyguluyor.

Çünkü biliyor ki, bu tepkiler birkaç maç daha sürerse, o koltukta arzu ettiği kadar kalamayacak. Haliyle o zaman TOKİ'nin yaptığı konutlara seramikleri döşenmeyecek, devletten ihale alması zorlaşacak.

Ben Galatasaray'ın hiçbir başkanı için bugüne dek uygunsuz bir tek kelime bile söylememiştim. Şu, "Ne de olsa Galatasaray Başkanı. Kişiye olmasa da makama saygıdan söylenmez" geyiğinden değil. Elbet eleştirilebilir, sorgulanabilir pek çok şeyler yapsalar da, hiç haysiyetsiz bir başkanı olmadığı içindi.

Ancak bu şahıs, bir taraftar oluşumunu, kendi beslediği itlere tehlike gördüğü ve elbette sistemi eleştirdikleri, sorguladıkları için aynı zamanda da devlete şirin görünmek için Emniyet'e "Sorumlu bunlardır" diyerek, ispiyonlamakta hiçbir beis görmüyor.

Burada bir tehlike başgösteriyor. Bu tehlike, tribünlerin gerçek sahiplerinin soyutlanmasıdır. Bugün Tekyumruk yarın başka bir grup ya da gruptan bağımsız kişiler olacaktır. Haliyle, bugün Galatasaraylı taraftarların başına gelenler yarın Beşiktaş, Fenerbahçe ya da Karabüksporlu taraftarların başına gelecektir.

Ülkedeki adı konulmamış faşist yönetim, bu arkadaşlar Terörle Mücadele ekipleri tarafından gözaltına alındığı gün tribünlere geçiş yapacaktır. Ve bu yeni çıkacak Sporda Şiddet Yasası ile birlikte daha da tırmanacaktır.

Çok şey söylemek gerekir. Başbakan'ın dokunulmazlığı, spor kulüpleri ve yönetenlerinin devletle ilişkileri ancak bugünün konusu, Tekyumruk'un yem edilerek, Türkiye'de tüm tribünlere gözdağı verilmesidir.

Açıkça belirteyim, Tekyumruk üyesi değilim, hayatımın hiçbir döneminde hiçbir tribün grubuna da ait olmadım. Fakat şu an koltuk işgalinde bulunan zat, tribünlerde it beslerken, onlara binlerce bileti karaborsada satsın diye el altından sızdırırken, 30 bin kişinin protestosunu bir başka tribün grubuna ihale ettirmeye çalışması tek kelimeyle alçaklık ve namussuzluktur.

Kimse Tekyumruk'u sevmek, benimsemek, katılmak zorunda değil. Ama "Başbakan ıslıklanmamalıydı", "Ben MHP'liyim ama ailem CHP'li", "Ultraslan içinde BDP'li de vardır, MHP'li de", "Kurtuluş Savaşı'nda hep birlikte savaşmadık mı?" gibi; iğrenç, yalaka, yavşakça, mide bulandırıcı, hamaset kokan açıkmalar yapan birileri rahat rahat dolanırken, Tekyumruk'un her şeyin sorumlusu gösterilmesi ve işin içine Terörle Mücadele'nin sokulması da ibnelikten başka bir şey değildir.

Üstelik bunun yapılması için uğraşan adamlar Galatasaray Kulübü Başkanı ve yöneticileri. (Şerh koyan varsa tehzih ederim)

Son zamanlarda çok söyledim yine söyleyeceğim. Ülkede açık bir faşizm yaşanıyor. Toplumun protesto kültürü polisle, mahkemelerle, ispiyoncularla, törpülenmeye çalışılıyor. Islıkla ya da yuhalamayla yapılan protestodan daha naif ne olabilir inanın bilmiyorum.

Koskoca devletin ve koskoca Galatasaray Kulübü'nün gücü ancak ve ancak tribünde emekten yana tavır almış, Hakkari'ye gidip Metin Oktay'ın ismini yaşatmak için kütüphane kuran, direnişteki işçilere destek veren bir gruba yetiyorsa, ne o devlet ne de o Galatasaray Kulübü koskocaman değildir.

Tribünler faşistlere, cemaatçi yapılanmalara ve bir avuç elite bırakılmak üzere. Yeni stadın ruhu tam da budur. Futbol ve Galatasaray endüstriyel futbolun esiri olmuştur, sözün kısası.

Hrant'tan çok sevebilir misiniz?


Eğer hafızam beni yanılmıyorsa 2000'in Ağustos ayıydı. Geçmişi pek çok sıkıntıyla dolu güzel bir insanın evindeydik. İç mimardı, evini yaklaşık 3 yıl süren bir tadilattan sonra dubleks hale getirmişti. Onu kutlamak için toplanmıştık evinde. Saat gece 12 gibi herkes ufak ufak evden ayrılıyordu. Biz birkaç kişi Payel Abi'nin evinde kaldık. "Sürprizim var size" dedi. "Abi hayrola pastadan hatun mu çıkacak?" dedim.

"Yok oğlum, daha güzeli" dedi. Geçtik terasa, hava sıcak mı sıcak. Telefonu çaldı Payel Abi'nin. Ermenice bir şeyler konuştu, telefondaki sesle. "Tamam geliyor, 5 dakikaya burada" dedi. Soruyoruz ama yok, "Sürpriz de sürpriz" diyor. "Durun" dedi, "Size şahane bir meze hazırlayacağım". Gitti içeriden bir şeyler aldı, ben her zamanki merakımla yanında bittim.

"Siz bilmezsiniz rakıyı neyle içeceğinizi. Rus salatasıyla rakı içen adamlarsınız" dedi, bir yandan mezeyi hazırlarken. Sade helvayı aldı üstüne biraz limon sıkıp çatalla bastırmaya başladı. "Onlar gelmeden, şunu bitireyim bari" dedi ve ardından zil çaldı. Terastayız, yan apartmanın da terasından bir amca "Afiyet olsun, Payel nerede?" diye sordu. "Misafirleri geldi onları almaya aşağıya indi" dedik.

Aşağıya indi Payel Abi, kendi deyimiyle sürprizleriyle yukarı terasa çıktı. Birin gözüm ısırıyor ama diğerini tanımıyorum. Tanıştırdı bizi. Hrant ve Süren dedi. Tokalaştık, rakı koydum her ikisine de. Biraz muhabbet ettikten sonra, arkadaşlardan biri "Abi sürprizlerin bu abiler mi?" dedi. Payel Abi patlattı, "Oğlum büyümeyeceksiniz siz hiç. Sürprizin en büyüğü geldi. Hiç rakı içerken böyle müzik dinlediniz mi acaba?"

Kaval gibi bir alet çıkarttı Süren. Payel Abi anlatıyor bir yandan. "Ermenistan'ın en iyi duduk ustalarından biridir Süren. Buraya eğer becerirsek kaset çıkartmaya geldi" dedi. Terastaki amca kadeh kaldırdı.

O zaman bilmiyordum, ne yalan söyleyeyim. İsmini bile duymamıştım Süren Asaduryan'ın. Çalmaya başladı gece vaktinde. Ulan nasıl tüylerim diken diken oldu anlatamam o an. Nasıl bir ses, nasıl bir güzellik. Helvalı, limonlu meze de rakıyı su gibi içirtiyor adama.

Sabah 4'e kadar muhabbet ettik, yan terastaki amca da geldi Agop Amca. Siyaset konuştuk hep, anılarını anlatıyorlar arada.

Çok güzel geceydi, içtiğim en güzel rakıydı o. Hrant Dink'i ilk ve son görüşümdü o akşam. Payel Abi'yi uzun zamandır tanıyorum ama diğerlerini tanımıyorum o yüzden içimden "Ne güzel insanlar lan bunlar" dedim.

Üç yıl önce bir Cuma günü, işyerindeyim, çalışıyorum her zamanki gibi. Tam karşımdaki ekrandan son dakika yazısı geçti. "Hrant Dink, Şişli'de Agos Gazetesi önünde silahlı saldırıya uğradı."

Bakırköy Yenimahalle'de o terasta içtiğimiz akşamı düşündüm. Türkiye'nin sorunlarına bakışından sonra "Abi geç tanışmışız biz seninle" demiştim. "Boşver, hiç tanışmasaydık daha mı iyiydi?" diye yanıtladı beni, gülümseyerek.

Katillerin kahraman ilan edilip, 5 yıldızlı otellerin suitlerinde konuk ettiğimiz bir ülkede yaşıyoruz. Dün de yazmıştım, her şey unutuluyor bu ülkede. Her şeyi halının altına süpürüyoruz, pislikler görünmesin diye. Bu ülkenin eteğinde çok taş var dökeceği. Hiçbiri dökülmüyor, hepsi sır, giz, karanlıkta.

Fırından ekmek çalan çocuklar 25 yıl yerken, katiller 10 yılla yetiniyor, belki de daha azıyla. Bu ülkede kendine gazeteci diyen birtakım şerefsizler diye yazılar yazıyor.

Çok şey yazmak istiyorum, elim gitmiyor klavyeye, parmaklarım külçe gibi ağırlaşıyor bazı durumlar karşısında. Hrant'ın katilleri ölümünün 3. yılında sanki dalga geçer gibi sınava girip, gardiyan olmak için başvuruda bulunuyor, biz sesimizi bile çıkartamıyoruz.

Bakmayın siz gazetelerin verdiği tepkilere, hepsi yarın unutacak yaşanılan her şeyi, tüm cinayetleri. Ta ki, bir sonraki cinayete ya da faili meçhule kadar. Biraz sahte gözyaşı, biraz da "Unutmayacağız, unutturmayacağız" hamaseti. Tamam işte hepsi o kadar.

Utanç duyuyorum bu ülkede yaşamaktan çok kez. Hem dün, hem de bugün bir kez daha o utancın içindeyim.
____________________________________________________

Bir yıl önce yazmıştım bu yazıyı, geçen bir yılın ardından "Bugün ne değişti?" diye sorarsanız, katillere 'minik' sıfatı eklenmesi dışında bir ilerleme yok.

Katillerin ülkesi burası; baş tacı edildiği, kutsandığı bir yer. Dünyanın acaba neresinde katiller bu kadar el üstünde tutulur, hatıra fotoğrafları çekilir, sıcak çaylar kahveler ikram edilir.

Soracak olursa, "vatan sevgisi". Acaba Hrant'dan çok sevebilir misiniz ülkeyi?