6 Eylül 2010

Suat Kaya ve H.Ş


Birini çok severim, diğerinden nefret ederim. Elbet her insanın siyasi görüşleri olur ve bunları bir biçimde dışavurabilir.

Suat Kaya, teknik direktörlük yapıyor. Devletle akçeli işleri yok. Devletten maaş almıyor, benim vergimin üstünden para kazanmıyor.

H.Ş, devletin televizyonu TRT'den ayda 60 bin TL para alıyor. Benim hayvan gibi çalışıp verdiğim vergi bu herife gidiyor bir biçimde.

İkisinin arasına her ne kadar fark da olsa, yine de çok sevdiğim Suat Kaya'nın böylesi bir mitingde olmasına anlam veremedim ve içimdeki sevgi, ipi çözülmüş balona dönüverdi. Haa, onun umrunda mı? Tabii ki değil. Ama zaten onun umrunda olmasına gerekmiyor.

Şu referandum süreciyle ilgili bir şeyler yazıp çizmeyi çok istedim ancak her seferinde kendimi engelledim. İşin boku çoktan çıkmış durumda. Faşizm çizgisinde bir evet kampanyası yürütülüyor.

Hiçbir yerde eşine benzerine rastlamadığım bir şekilde insanlardan oy renklerinin açıklanması isteniyor. Açıklamayanlar vatana ihanete kadar giden suçlamalara maruz kalıyor.

Neyse o konuyu eğer gönlüm elverirse yazacağım.

H.Ş. ve Suat Kaya. Biri zaten benim adıma ciğeri beş para etmez bir kişilikti. Ancak Suat için üzüldüm, daha doğrusu kendim için üzüldüm. Sevdiğim bir adamı daha yitirdim.

Kimse kıçından algılamasın bunu. 'Evet' dediği ya da diyeceği için değil. Çünkü ne evet ne de hayır diyeceğim, hiç mi hiç ilgilenmiyorum, kimin ne dediğiyle ilgili.

Çok garip bir süreçten geçiyoruz. Bunun sonunun ne olacağını kestirmek güç. Benim en çok güldüğüm; "Faşizme gidiyoruz" diye ortalığı yangın yerine çevirenler.

Sanki bugüne kadar dünyanın en demokrat ülkesiydik. Çıkıp deyin ki, "AKP faşizmini istemiyoruz", durumu daha iyi anlatan bir cümle olur. Ama faşizmi istemeyenler, yıllardan bu yana faşizmin gölgesinde yaşıyorlar ve umurlarında değildi. Şimdi birdenbire bu panik, bu telaş niye anlaşılır değil.

Demokratik bir ülkede yaşamak istiyorsanız, halkın verdiği kararlara saygı göstermek durumundasınız. O kararlara saygı göstermiyorsanız da, benim gibi, demokrasi denen yutturmacaya inanmazsınız. Ben öyle yapıyorum. O yüzden de evet ya da hayır çıkması beni ilgilendirmiyor.

Bir türlü sonlandıramadım yazıyı, uzadıkça uzuyor. Türkiye'de dönen binbir türlü dolaba, sahtekârlığa, üçkâğıda bugüne dek ses çıkarmaya cesaret edemeyenlerin, ülkedeki faşizmin değişik varyasyonlarına isyan edemeyenlerin birdenbire ayağa kalkmaları ve faşizmden söz etmesi de fazla komik olmaya başladı.

Cezaevlerinde kaç tane yazar, kaç tane gazeteci, fikirlerini ifade ettikleri için kaç tane insan yatıyor hiç farkında mısınız acaba?

Konu uzun pazar gününe kadar başka bir şeyler gelir mutlaka.

Bakan değil yaren


Kamu Personel Seçme Sınavı'nda soruları hazırlayanların dersane sahibi olmasından tutun da, soruların servis edilmesine kadar binbir türlü dolap döndü.

YGS'de (Yükseköğretime Geçiş Sınavı) çok ciddi kopya şüphesi var.

Hafta sonu yapılan Açık Öğretim Fakültesi sınavlarında bir adayın elinde sorular ve yanıtlar çıkıyor.

Peki bu ülkenin Milli Eğitim Bakanı ne yapıyor? Başbakan'ın eşiyle dış ve iç gezilerde, davetlerde, mitinglerde.

Bakanlığını yaptığı kurumun sorumluluğundaki tüm sınavlarda olmayan skandal kalmamış ama Nimet Hanım, bunlarla ilgili bir açıklama bile yapmıyor.

Kendisi, başbakandan öykünmüş olacak ki; gazeteci azarlar, öğretmen adaylarını azarlar onlara karşı dili pabuç büyüklüğündedir ama bu konularda sus pus olmayı tercih eder.

Bir ülkenin Milli Eğitim Bakanı'nın görev yetki alanına neler girer, az-çok biliyoruz. Ama bizim Milli Eğitim Bakanı'nın görev yetki alanı sadece başbakanın eşi ile gezip tozma şeklinde.

Bu kadar şey olurken, bu kadar sahtekârlık ayyuka çıkmışken, kimsenin sesini bile çıkarmaması ayrıca garip. KPSS'ye girmiş olsam, sınavla ilintili ne kadar kurum ve kişi varsa dava açmıştım.

Hem bir şeylerin düzelmesini istiyoruz, hem de parmağımızı bile kıpırdatmıyoruz. Öyle oturduğumuz yerden düzelsin, birileri bizim yerimize halletsin istiyoruz.

Trajik olan Hasan Ali Yücel'in de, Nimet Çubukçu'nun da Milli Eğitim Bakanlığı yapmış olması.

İki koltuk, iki insan. Gurur, onur, şeref, haysiyet, meslek ahlakı...

Bir kişi de çıkıp konuşsun artık.

Hanımefendinin bakanlık değil, Başbakan Erdoğan'ın eşine yarenlik yaptığını, hanımefendinin koltukta oturduğunu değil koltuğu işgal ettiğini, öğretmen adaylarını azarlamanın yaptığı işin birincil görevi olmadığını, başında bulunduğu kurumun sorumluluğundaki tüm sınavlarda şaibe olduğundan ötürü istifa etmesi gerektiğini söyleyiversin birileri.

Aklıma Cervantes'in "Şerefim yaşamımdan daha değerlidir" sözü birden aklıma geldi.

Pardon ama 'şeref' kavramı Türk politikacılarının pek rağbet ettiği bir değer değil, aklımdan çıkıvermiş.