14 Mart 2016

Bekleyin


Kendimi uzun süreden bu yana, ülke diye diri diri bir tabuta koyulmuş ya da kesilmeyi bekleyen kurbanlık bir koyun gibi hissediyorum. Bugün-yarın, benim de sıram gelecek diye bekliyorum. Bir gün daha yaşamayı kâr sayıyorum; sevdiğim, tanıdığım insanlar sağ diye şükrediyorum.

Hiç sevmememe, hayatımın neredeyse yarısından fazlası haberle geçmesine karşın, sabah uyanır uyanmaz, boktan bir haber geldi mi diye gözlerimi bile açamamışken, haberlere bakıyorum. İşe geldiğim her gün, mail kutuma, ajanslardan kötü bir haber gelmemesini umut ediyorum. O ajans kutusundan her “flash” yazısı geçtiğinde; annem, babam, abim, dayım, kuzenlerim, sevdiğim kadın, dostlarım aklıma geliyor, yüreğim koyu karanlık bir hâl alıyor.

Başkalarını bilemem ama mesleğimi hep severek yaptım, bir boka yarıyormuşum gibi hissettirdi kendimi bana. Belki sadece bu hisle ayakta kalabildim; yazdıklarımın birilerine ulaşıyor olduğu fikri bana şu bloğa öyle ya da böyle devam edebilme gücü verdi.

Ama iki yıldan bu yana, nefret ediyorum, tiksiniyorum gazetecilik yaptığım için. 15 yıldır kendimi kandırmışım, kimseye ne yardım edebilmişim, ne de çare olabilmişim.

Sabah uyandığımda bir okulda 45 öğrenciye tecavüz edildiğini okuyorum, öğlen üç tane puştun bir köpek yavrusuna elektroşokla işkence yaptığı haberini yazıyorum, öğleden sonra bir şehirde sokağa çıkma yasağı haberini yazmaya başlayıp, yüzlerce insanın öleceğini düşünüyorum, akşam yüzlerce insanın ortasında patlayan bombanın haberini verip, kolay kolay kaldırılamayacak ölüm pornografisi sayılabilecek fotoğraflara bakıyorum.

Aslında bu ülkede yaşamaktan nefret eder hale geldim.

Yaşadığım ülkenin başkentinde 5 ayda 3 kez bombalar patlıyor, hikâyelerini bilmediğimiz, yüzlerini görmediğimiz yüzlerce insan paramparça olup, bir kutunun içine konuyor. Ülkenin başka başka yerlerinde insanların evleri bombalanıyor, kadınlar öldürülüyor, daha ‘şanslı’ olanları şiddete uğramakla yetiniyor (!), hayvanlara tecavüz edilip öldürülüyor, doğadan intikam alırmışcasına canına okunuyor.

Bunlara karşı çıkma cesaretini gösterenlerse, ya gaza boğuluyor, ya öldürülüyor, ya soruşturmalardan geçiriliyor ya da sokakta tekmeleniyor.

Artık kendi gibi düşünmeyenlere yaşam fırsatı verilmeyen bir ülkedeyiz.

Birileri gibi düşünmediğimiz için sürekli azarlandığımız, hakkımızda her türlü iftiranın atıldığı bir ülkedeyiz.

“Kadına şiddete hayır” dediğimiz için sokakta tekmelendiğimiz bir ülkedeyiz.

Doğaya sahip çıktığımız için Alman ajanlığıyla suçlandığımız, gazlandığımız bir ülkedeyiz.

“Savaşa hayır” dediğimiz için teröristlikle suçlandığımız, cezaevine atıldığımız bir ülkedeyiz.

Birileri ne zaman gelip evimizden alacak da, hakkımızda soruşturma açılacak diye beklediğimiz bir ülkedeyiz.

Milli irade soytarılığı adı altında, bize ne istiyorlarsa yaptırabilecekleri konusunda, gün geçtikte alabildiğine daha da küstâhlaşıyorlar.

Sesleri daha yüksek çıktığı için, kendilerinden başka kimseye konuşma fırsatı vermedikleri için, her konuda haklı olanın kendileri olduğu konusunda hemfikirler. Nasılsa seri üretim halinde yalan haber yapıyorlar.

İstediklerinde muhalefet milletvekillerinin ‘suikast’ planladığını yazıyorlar, istediklerinde başka muhalefet milletvekillerine etek giydirip aşağılıyorlar.

Hiçbir şey bulamazlarsa, rafta tuttukları kasetleri piyasaya sürüp “özel değil genel bunlar genel” diye bağırıp çağırıyorlar. Sonra bunlar hiç olmamış gibi kandırıldıklarını söylüyorlar.

Canları istediğinde bankalara el koyuyorlar, keyifleri istediğinde gazeteleri kapattırıyorlar. Hiç olmadı, yayın haklarını ellerinden alıp, susturuyorlar.

İsterlerse, valilere emir verip, terör örgütü dedikleri oluşumların şehirlerde silahlanmasını sağlıyorlar, isterlerse tankları şehirlerde yürütüp, silahlanmasına göz yumduklarını itiraf ettikleri terör örgütünü yok etmek için hiçbir günahı olmayan insanları öldürüyorlar.

Sıfırlayamadıkları paralar için en iyi dostlarıyla düşman oluyorlar. Düşman bellettikleri askerle kol kola girip dost oluyorlar.

Bazen “türbanlı bacılarımıza saldırdılar” deyip, inanç bezirgânlığı yapıp yalan söylüyorlar, bazen de türbanlı bacılarını yerlerde sürükleyip, gaza boğuyorlar.

Günü geliyor Esad ve Putin’la can ciğer kuzu sarması oluyorlar, gün geliyor ülkenin en büyük iki düşmanı olarak Esad ve Putin’in ismini veriyorlar.

Sınırın ötesine geçip kendi topraklarını bombalatmak gibi fikirleri bile var!

Şeytanın vücut bulmuş hali gibiler. İktidarı elden bırakmamak için söylemeyecekleri yalan,yapmayacakları şarlatanlık yok.

Ama sorun, bunların iğrenç politikaları, ülkeyi kan gölüne çeviren beceriksiz siyasetleri değil. Sorun her şey göz önünde olup biterken, bunları hâlâ destekleyen, çevrelerinde çöreklenmiş, kâsedeki baldan bir parmak çalmak isteyen gürûhta.

Bu yaşananların, ölen insanların, haksız yere cezaevine atılanların, doğaya tecavüz edip, ülkeyi parsel parsel satanların suç ortakları asıl bunlar. Çünkü bu cesareti, o kitleden alıyorlar.

Bugünler elbet geçecek, bitecek, son bulacak. Sonsuza kadar sürecek izlenimi vermelerine rağmen bitecek. O günü bekleyin, büyük bir sabırla bekleyin, oya işler gibi bekleyin.

Sadece o günü beklemek için yaşıyorum...


20 Aralık 2015

Namusunu satan pezevenktir!

Türkiye’de son 13 yıldır milli irade adı altında yaşanan soytarılıklardan nice filmlere, nice romanlara malzeme çıkacak kadar şey yaşandı.

Öyle çok uzaklara gitmeye gerek yok, sözünü ettikleri hokkabaz iradenin, işlerine gelmediğinde tekrarlanabilir olduğunu birlikte yaşadık.

Milli irade soytarılığının risklerini gördüklerinden, bu soytarılığı yeniden tahsis etmeye gerek kalmadan, ilelebet sürdürebilmeleri için şehirleri tankla, topla dövdüklerini de yaşıyoruz.

Milli irade soytarılığı öylesine bir soytarılık ki, meydanlarda öldürdükleri gençlerin annelerinden tutun da, insanların dini kimliklerini yuhalatmaya kadar giden bir soytarılık.

Anasını boyayıp, babasına satan pezevenkler gibi dostlar dilediğinden düşman, düşmanlarsa aniden dost olabiliyor. Bunu yapanların kaypaklığını, yavşaklığını eleştirmekten vazgeçeli çok zaman oldu zira oturdukları kanlı ve kirli koltuklardan indikleri gün, katillikten, hırsızlığa, soygunculuktan vatan hainliğine açılacak her türlü davanın öznesi olacaklar. Onu korumak için elbette girmeyecekleri kılık, yapmadıkları soytarılık ve yalamayacakları tükürük yok. Ülkeyi gözleyen ve izleyen bunları yaptıklarını zaten görüyor.

Fakat bir güruh var ki; Müslüman vicdanından, temizliğinden dem vurup, siyasi İslam edebiyatıyla bunları destekleyen, işte o güruh cidden acınası halde.

Neyi savunacaklarını bilmeden, kendisine atılan kemiğe koşulsuz ve şartsız koşup sahibine veren köpekler gibiler.

Onlar, Türkiye ile Suriye sınırını temsil eden bariyerler kaldırılırken, reisin strateji dehasını sayfa sayfa yazıp, sosyal medyadaki kalemşör orospuları, türlü şirinliklerle bu olayı kutladılar.

Onlar, devlet Abdullah Öcalan’la görüştüğünü belgeleyen haberler çıktığında, reisleri “İspatlayamayan şerefsizdir” dedikten sonra ağızlarından salyalar akıta akıta küfür ettiler. Reis “Evet ben onay verdim görüşmeyi” açıklamasının ardından ise, hepsi minik barış güvencinleri olarak reisleri tarafından havaya salındılar. Akan kanın durması gerektiğini her yerde dillendirip durdular. Kürt meselesinin, ülkenin en büyük mesesi olduğunu söyledi minik barış güvercinleri.

Milli irade soytarılığının ilk sekteye uğradığı an, reis çıktı, “Bu ülkenin Kürt meselesi yoktur” dedi. Havada salına salına taklalar atan barışın temsilciliğini yapan minik güvercinler; devlet tankıyla, topuyla, Kürt illerine girdiği anda, kanlı etle terbiye edilip, dövüşe hazırlanan köpeklere döndüler. Hepsi artık PKK’nin kökünün kazınması gerektiğini söyleyip, birkaç yıl önce vatan haini ilan ettikleri askere dualar yağdırmaya başladı.

Onlar, Rusya ile derin stratejik (!) ilişkiler kurulurken, Putin en büyük dosttu. Bu dostluğu kutsarcasına hepsi, Avrupa Birliği’ne alınmamanın Türkiye’nin kaybı olmayacağını, gerekirse Şanghay 5’lisine katılıp, büyük oyunu bozdurmanın peşindeydi. Sonra bir de baktık ki; Rusya artık Türkiye’nin en büyük düşmanlarından biri haline geldi. Bizim anasını boyayıp, babasına satan gazetecisinden, akademik unvanlı profesörüne, ondan sosyal medyadaki ne idüğü belirsiz it sürüsü durur mu? Durmaz, Putin’e sallamaya başladılar. Üstelik meselenin içine Rus kadınlarını sokup, şakalar yapan bile vardı.


Onlar, İsrail’i katil devlet ilan ettiler. Reis, “Dünya 5’ten büyüktür” edebiyatıyla, Gazze’deki İsrail ablukasını ve insanlık dışı uygulamalarını, -her ne kadar fotoşopla hıncahınç doldursalar da- BM’de birkaç kişiye şov niyetine çıkıp söyleyince, Mavi Marmara üstünden sözümona ne denli vicdanlı olduklarını gösterircesine, İsrail’e ağızlarını açıp, gözlerini yumup saydırmaya başladılar. Miting meydanlarında, rakiplerini İsrail dostu olmakla suçlayıp, davanın kutsallığını anlatakoyuldular. Sonra baktık ki, İsrail zaten Türkiye’nin dostuymuş.

Bakalım şimdi nasıl çevirecekler? Devleti yönetenleri hiç merak etmiyorum çünkü onların türünü iyi biliyorum. Benim merak ettiğim, “Gazze bizim namusumuzdur” deyip, yarın buna kılıf bulup namusunu satacak pezevenklerde. Hangi süslü kelimelerle namuslarını satacaklar?

Valla isteyen kızsın, isteyen darılsın, isteyen de götüne patlıcan soksun ama dünyadaki örneklerinde de, Türkiye’de de gördüğümüz ve neredeyse her gün yaşadığımız sürece siyasal İslam denen şeyin namusunun olmadığını ve en namussuzluların bile yapamayacakları şeyleri yaptığını anbean yaşıyoruz.

Yeni dostunuz hayırlı uğurlu olsun. Zaten katil İsrail devletinden farksız uygulamalarla, birbirine bu denli yakışabilecek iki dost olamazdı. Bundan kelli, Netanyahu ve Reis kahvelerini höpürdetirken birbirlerine, Gazze’de ve Kürt illerinde nasıl adam öldürdüklerini anlatıp, şen kahkahalarıyla ortamı iyice yumuşatırlar.

Namusunu satan pezevenktir, bunun da başka bir söylemi yoktur.


16 Eylül 2015

İşte Galatasaray bu durumda


Yazının ana fikrini ilk cümleden vereyim, hepimiz rahatlayalım.

Başkanı kifayetsiz, yönetimi beceriksiz, futbolcusu yeteneksiz, teknik direktörü bariz işlevsiz bir takıma sahibiz. Yazının ana fikrini, başında verdiğim için okumasan da olur.

Böyle uzun aralıklarla yazınca, haliyle geniş bir toparlama yapmak gerekiyor ama bunlara girersem, muhtemelen bu yazı, destansı bir metin haline geleceğinden kısa kısa özetlemem gerekiyor.

Galatasaray’ın Şampiyonlar Ligi’nde bir bok yapamayacağını, şampiyonluğun kazanıldığı gün, “Hamza görevde kalırsa, Ocak ayını göremez” diyerek, belirtmiştim.

Millet 4. yıldız sarhoşuyken; saçma sapan futbol romantizmine ve taraftar coşkusuna kapılmadan kafası çalışan herkes dillendiriyordu bunu. Çünkü kazanılan şampiyonluğa rağmen sahada oynanan futbol, bas bas bağırıyordu, tünelin ucunda ışık görülemediğini.

Geçtiğimiz sezon berbat bir futbolla, muhteşem bir Muslera ve ona yakın olmasa da harika bir Sneijder sayesinde şampiyonluğa ulaştı bu takım. Hoş, halen sadece Muslera’nın sayesinde olduğunu düşünenlerdenim.

Koca yaz dönemi, taraftara anlatılan masallarla geçti. Biz ülke insanı olarak gereğinden fazla gerizekâlı olduğumuz için bir süre sonra söylenen yalanlara da inanmaya başladık. Misal ciddi ciddi Zlatan’ın geleceğini filan düşünmeye başladı millet.

Yönetim tek atımlık kurşunu Podolski ile harcayarak, artık isyan noktasına gelen taraftarın ağzına bir parmak balı çaldı, sonra yalanlara devam etti. Sezon sonunda “yıldızlar alacağız” cümlesinden, “kendi yıldızımızı üretmek zorundayız”a kadar geldik. Bu yıldız üretmek filan külliyen yalan ve içi boş cümleler, bunu ayrıca tartışmak gerekir.

Sezon başladı, yangından mal kaçırır gibi, oyuncu yollamaya başladık. Değerini bulan oyuncunun satılmasından yanayım ama giden adamların yerini doldurmak için aldığımız adamlar, pazara gece karanlığında çıkan garibanın domates, kabak toplamasından hallice oldu. Melo’yu gönderiyorsun, açığını Jem sikim Karacan’la, Bilal’le filan doldurmaya çalışıyorsun. O bölgede oynatabileceğin tek adam Jose’yi maça bile almıyorsun. Ki, Melo’dan doğan boşluğu doldurabilecek biri de değil bu İspanyol.

“Şu ligin en kötü iki takımı kim?” diye sorsalar, daha ilk haftada Mersin ve Osmanlıspor derdim. İçeride bu takımları yenemiyorsun. Gol kaçırmışız da, üstün olan bizmişiz de vs vs. Lan omurilik soğanınızı sikeyim sizin, bir zahmet üstün ol zaten, onlara karşı da eziliyorsan, siktir git PTT 1. Lig’e.

Takımda golcü diye Burak ve Umut Bulut var. İkisi de top class golcü değiller. Umarım malın biri çıkıp da, Burak Yılmaz kral filan demez. Biri artık pres bile yapamıyor, pres yapmayı kesilmekten son anda kurtulup Show Ana Haber’e çıkan sığır gibi koşmak sanıyor, diğeri 25 tane pozisyon bulup, onların 11’ini ezip, 8’inde topu ayağından kaçırıp, 3’üne doğru vuruşu yapamayıp, 2’sini gole çeviriyor. Böyle iki adam, Galatasaray’ın forveti, üstelik bütün sezon boyunca da bu iki herifle yola devam edeceğiz

Çıkar şimdi değerini içinden, hadi amına koyayım. Hadi lan, çıkart da göreyim. Senin o bölgeye bir değer çıkartmanla, benim götümden alev saçan ejderha çıkartma ihtimalim aynı. Sinan Gümüş diyor, çocuk Türkiye’de ligde bile oynatılmıyor, sonra pat diye Atletico Madrid maçında oynatıyor.

Beyzade, maçtan sonra, “Maalesef her maçta galibiyet bekliyoruz” diyor. Lan sen Granada’nın mı yoksa Empoli’nin teknik direktörü mü sanıyorsun kendini. Çalıştırdığın takım Akhisar Belediyespor değil, Galatasaray. Beklentiyi yüksek tutmayalım eyvallah, e amına koyayım senin Osmanlı’yla Mersin maçlarında da galibiyet beklemeyelim mi? Muhabbet kuşu sevenler derneği mi orası yavşak! Galatasaray taraftarı galibiyet bekler. Bu takım Manchester United’ı, Barcelona’yı, Real Madrid’i, Arsenal’i, Juventus’u filan yenerken, Ramiz Köfte’de az acılı köfte mi yiyordun?

Başından beri söylüyorum, çıkıp adam gibi “Paramız yok, bir sonraki sene Avrupa kupalarına katılamama riskimiz var, borç yükü çok fazla, o yüzden transfer yapamıyoruz” deseler, ağzımı açarsam, o açtığım ağzımın ortasına sıçsınlar. Bir takım her sene şampiyon olamaz, her sene başarılı olamaz. Bunları bilmiyor değilim, bilmesem 14 sene şampiyonluk görmememe rağmen Galatasaraylı olmazdım.

Başkan sıfatlı adam televizyona çıkıyor. Söylediği şeylerin yarısı yalan, yarısı kulaktan dolma. Herif, sanki sürekli saunadan yeni çıkmışçasına o terli suratıyla ekran kirliliği yaratması yetmezmiş gibi, milletin aklıyla alay ediyor. Bu herife sonra gireceğim, yazmaya başlarsam bitmez.

Bu takımın kadro mühendisliği tepeden tırnağa yanlıştır. Ağı paramparça olmuş pantolon gibi mal meydanda. Bala göte bir sezonu kurtarırsın ama birileri doğru hamleler yapar ve o şans artık yanında olmaz. Ligin tepesine bakın, ne demek istediğim daha iyi anlaşılır. Gerçi böyle deyince, “transfer obezi”filan oluyoruz. Sanki ben sadece transfer istiyorum, gelsin Zlatan’lar, gitsin Rooney’ler filan diye düşünüyorum sanki.

Avrupa’daysa o şansı adamın bir tarafına sokarlar. Rasyonel düşünüp, doğru kararlar alınmadığı sürece de, bu işleyiş kronikleşir.

Galatasaray’da her şey yanlış. Bak hocam, sezonun 4. haftası gelmiş ve Galatasaray gibi bir takımın forma reklamı yoksa, bunun üstüne yorum yapılmaz. Halen aptal aptal argümanlarla yönetim, Hamza savunuculuğu yapılıyor.

Bunların yaptığı şuna benziyor; herifin biri metrobüste pantolunundan dışarı 20 santimlik yarrağı çıkmış, üç tane akıllı (!) “Ya arkadaşlar lütfen hemen galeyane gelmeyin. Fermuarı açık olmayabilir, o gördüğünüz de belki elidir” diye savunmaya geçiyor. Aynen durumunuz bu. Koskoca yarrağı, başka şeylere benzetiyoruz.

Her tarafı dökülen bir kulüp haline gelmeye başladı Galatasaray. Benim kabullenemediğim şey budur.

İşin futbol meselesine gelince, bana Sabri’yi sağ bek diye, Emre Çolak’ı Aydın Yılmaz misali, ‘ha oldu, ha olacak’ diye, Umut Bulut’u golcü diye, Jem Paul’ü orta saha diye yutturmaya çalışmasın kimse. Aynı oyunu izliyoruz, kimin ne bok olduğunu sahada görüyoruz. Ama herkes futbol uleması siktiğimin ülkesinde. Sabri iki orta yapıyor, mest oluyor bu salaklar. İsim isim gitmek de istemiyorum fakat bu takımı neresinden tutsan dökülüyor.

Uzadıkça uzadı zira bu kadar uzun yazmak da istemiyorum. ‘Harç bitti yapı paydos’ diye bir söz vardır, Galatasaray tam olarak bu tanıma uyuyor. Transfer sezonu bitti, artık Hamza’nın götünden kuş çıkartmasını bekleyeceğiz. Koskoca 3 kupalı hoca, boru mu lan! Siz bekleyedurun, her zaman yaptığım gibi öncesinden yorumumu yapayım; Galatasaray’dan bu sezon bir bok olmaz. Olmayacak diye, sevmeyecek miyiz? Hayır aksine daha çok seveceğim ama bütün yaz eleştiren insanlarla ‘vizyon, kupa, 4. yıldız’ diye taşak geçtiniz, sıra bende. Bütün sezon taşak geçeceğim, muhteşem futbol bilginizle. Böyle cümlelerden sonra “Umarım göt olurum” derdim, mal meydanda, zerre korkmuyorum.

Hamza’nın hoca olmadığını er ya da geç kabul edeceksiniz. Hamza’nın çapı Akhisar’dan, Milli Takım’da yancılıktan öteye gitmez. Hamza’nın hocalığını Denayer’in açıklamalarından anlamak yeterli, bir oyuncu transfer etmişsin ve o oyuncuya “Sağ bek oynar mısın?” diye soruyorsun.


Başkanı kadrosundaki oyuncunun bedelini bilmiyor, hocası hangi mevkilerde oynayabileceğini bilmiyor. İşte Galatasaray bu durumda...

11 Eylül 2015

Bir gün utanacaksınız


Bir çocuğun ölümünden, bir bebeğin kanlar içindeki fotoğrafından, bir insan hangi sebeplerle etkilenmez ve yüreğinde en ufak bir kıpırtı olmadan umursamaz. Bunu ne beynim algılıyor, ne de vicdanıma anlatabiliyorum.

Öyle bir ülkede yaşıyoruz ki; ne insan seviyor, ne hayvan seviyor, ne doğayı seviyor, ne çocuk seviyor. İçinde sevgiye dair hiçbir şey yok. Sevdiğini söylediği kadını, kendisini istemediği için öldüren, köyünde eşek sikip, şehirde köpek siken, kentinde kalan üç-beş ağaç kesilirken umrunda bile olmayan insanlarla birarada yaşıyoruz, yaşamaya mecbur bırakılıyoruz.

Bu insanlarla, bırak aynı ülke sınırlarında yaşamayı, aynı havayı soluduğum için bile kendimden utanıyorum. Bunu söylediğin zaman da, “Siktir git” diyorlar bana. Çünkü artık haklı olanın değil, sesi yüksek çıkanın borusunun öttüğü bir ülke haline geldik. Kanunların uygulanmadığı; kanunları yaptıkları katliamlara, hırsızlıklara uydurdukları bir ülke burası.

Bu ülkede yaşananlara sırtımızı çeviriyoruz, vicdanımızı rahatlatmak için de yalanlara sığınıyoruz. Oysa farkına bile varmadan, gün be gün ölüyoruz, insanlığımızdan eksiliyoruz.

7 çocuklu bir annenin cansız bedeni tavukçunun soğuk hava deposunda, 10 yaşındaki Meryem’in kurşunlanmış bedeni bir evin içindeki soğutucuda bekletiliyor.

Dünyanın en harikulade edebiyatçısına ya da muhteşem bir sinemacıya, “Yaşanabilecek en acı, en gaddar olayı tasvir et” desen, çocuğunu kaybeden bir ananın-babanın çocuğunun cesedini, evdeki dondurucuda bekletmek aklına gelmez. Böylesi bir kurguyu film olarak izlesen “Bu kadar da olmaz” dersin, romanda okusan ‘siktir’ çekersin.

Şu yaşananların annenin başına geldiğini, o dondurucu başında bekleyenin sen olduğunu sadece bir dakika düşün. Ne yaparsın cevap ver? Ne yaparsın lan, ne yaparsın?

Bunları söylediğin zaman PKK sempatizanı oluyorsun. Bir acının karşısına, başka bir acı dikip, “Şehit olan askerlerden neden konuşmuyorsun orospu çocuğu” diye, azar işitiyorsun.

Acı yarıştırıyoruz. Hayatının baharında, 20’li yaşlarında, belki hayatında hiç bir kızın elini tutmamış, bir kafede buluşmamış, gencecik bir çocuğun ölümüne sadece siz üzülüyorsunuz ya! Sizden başka kimse üzülemez, en çok siz üzülürsünüz çünkü.

Bir gün önce Kürt olduğu için işyerine saldırılan, ertesi gün ‘şehit’ olan Gökhan Çakır için üzüldün mü, kitabını siktiğimin pezevengi. Ağzını açtın mı lan, o çocuk için. 16 askerin ölümünden üç gün önce ölen bir asker için niye ağzını açmadın?

Sorun sayı mı? Hayatını kaybeden insanlar senin için sayıdan mı ibaret? Sayı mı lan onlar, insan ulan insan. Biri öldüğünde götünü yayıp taşak yaparken, 16’sı öldüğünde mi insanlığın tutuyor?

Bu devlet size binlerce yalan söyledi. Hâlâ aynı yalanlarla kendinizi kandırıyorsunuz. Hırsızlıklarını, yolsuzluklarını, katliamlarını gizlemek için devlet, millet, toprak, din, iman soytarılığına başvuruluyorlar. Ermenileri, Rumları, Alevileri katlederken de aynı yalanları söyledim, sokak ortasında gençleri öldürürken de aynı yalanlara başvurdular. O derede, daha kaç kez yıkanacaksınız?

Sen öldürülen Kürt’e üzülme zaten. Sanki varmış gibi göstermeye çalıştığınız vicdanlarınızı temizlemek için o yalanlara inanmaya devam edin. Senin için de şu yaşananlardan utanırım.

Yeter ki, benim neden üzüldüğümü sorgulama artık. Çünkü ben kimliğinden bağımsız olarak öldürülen asker için de üzülüyorum, sokakta ip atlaması, top oynaması gereken çocuğun öldürülmesine de üzülüyorum.

Sadece Filistin’de ölen çocuğa üzülmüyorum; Kenya’da, Mısır’da Norveç’te, Irak’ta, Türkiye’de öldürülen çocuğa da üzülüyorum. Öldürülen çocuğun Müslüman, Ateist, Hıristiyan ya da Yahudi olması umrumda bile değil. Ama yeterli ama yetersiz bir vicdanım varken, benim vicdanımı sorgulamaktan vazgeç.

Rahatsız oluyorsunuz vicdanlı insanların olmasından. Çünkü vicdansızlığınız koyu karanlık bir gecede, dolunay gibi parıldıyor. Haksızlığınızı, “Ben daha büyük acı yaşıyorum” diye bağır çağır seslendiriyorsunuz.

Sanıyorsunuz ve istiyorsunuz ki, siz bağırdıkça, susacağım; sesinizi yükselttikçe, bir köşeye sığınacağım.

Zalimliğinize de, insafsızlığınıza da, vicdansızlığınıza da karşı duracak insanlar olduğunu kafanıza vura vura göstereceğiz.

Hepinizin kendi seçimiydi Türk olmak. Doğarken götünüze takılmış çipten, size Türk, Kürt, Ermeni, Alman veya Fransız olma seçeğini verdiler de siz de Türk şıkkını seçtiniz sanki amına koyayım.

İster Kürt olsun, ister Alevi, ister Türk olsun, ister Yahudi, ister Arap olsun, ister Ermeni; insanlar yaşamalı, çocuklar yaşamalı.


Utanacaksınız, bu yaşananların hepsinden utanacağınız bir zaman gelecek. 

27 Mayıs 2015

Unutma beni

Her yola çıktığımda kendimi yalnız hissediyorum. Bu kez adaya gidiyorum, yüzlerce hatıra arasında kendine ait bir şeyler bulmaya. Kulaklarında sadece o ses yankılanıyordu, “Bitti Alp, bitti. N’olur anla, bitti, lanet olsun bitti.”

Vapura bindi, kimsenin olmadığı bir yer seçmek için, etrafı kesti. Sona doğru ilerliyor gibi hissetti kendisini. Oturdu, incecik bedeni ona taşıyamayacağı kadar ağır geldi, kafasını arkaya yasladı, gözlerini yumdu.

Aklına bir gece önce yaptığı telefon konuşması geldi, yaptığı her şey, beyninde dönüp duruyordu.

- Bitti mi?
- Bitti.

Alp telefonu kapattı. Evin içinde dönüp durmaya başladı. Sesli sesli "Ben nerede hata yaptım?" deyip duruyordu. Her zaman olduğu gibi sigara paketine uzandı eli. Bir sigara yaktı, koltuğa bıraktı kendisini. 6 yıl sonra ilk kez böylesine kararlı bir ses tonuyla "Bitti" demişti.

Ne yapacağını, nasıl davranacağını kestiremiyordu. Gerçi Alp hep böyleydi. Kendi dahil ne yapacağını kimse bilemezdi, tahmin edemezdi. Eli telefona uzanıyor ama içinden bir ses yapmaması gerektiğini söylüyordu.  Gözlerini kapattı, hafızasına gelen ilk görüntüyle rahatlamaya çalıştı. Oysa ilk gördüğü şey Zeynep'in Deniz'le adada oturup rakı içtiği an geldi.

Aşık olduğu kadını, Deniz'le paylaşıyordu 6 yıldır. Çok kez, bunu düşünmemeye çalışıyordu, aklına getirdiği zaman huzursuzluk kaplıyordu her yanını; elleri titriyor, içinde öfke patlamaları yaşıyordu.

Zeynep ve Deniz, Ada'da oturmuş rakı içiyorlardı. Zeynep bir şeyler anlatıyor, Deniz de gülümseyerek onu dinliyordu.

Zeynep konuştuğunda Deniz büyülenir gibi bakardı yüzüne. Heyecanlandığında, üzüldüğünde, kızdığında, mutlu olduğunda yüzünün aldığı her halini hafızasına kazırdı. Söyleyeceği bir şey olsa bile, kesmeden dinlerdi ki, yüzüne daha çok bakabilsin diye.

- Zaten seni dinliyorum hep biliyorsun. Bence de, ekran önünde değil, arkasında olmak daha güzel. Yavaş yavaş daha iyi haber yazmaya başladım. Televizyon da sürekli kullanmaya başladı haberleri...

Nefes bile almadan konuşuyordu, sigarayı elinde tutuşunu hep çok seksi bulmuştu. Parmakları arasına sıkıştırdığı sigara düştü düşecek gibiydi. Gözlerinin içine bakıyordu, çok mutluydu Zeynep, her halinden belliydi.
Hesabı ödeyip kalktılar, gecenin karanlığında kaldıkları otele gidiyorlardı. Odaya girer girmez sevişmeye başladılar. Deniz gözlerini açıyordu, Zeynep'e bakabilmek için. Dudaklarının aldığı kavis, afrodizyak etkisi yaratıyor gibiydi. Her gözlerini açtığında içindeki dürtü daha fazla ayaklanıyordu. Ne kadar sevişirse sevişsin yetmiyordu. Zeynep'in göğüslerini dudaklarının içine aldığında duyduğu şey sadece seksle anlatılabilir değildi. Zeynep'se her yanını öpüyordu Deniz'in. Dudaklarının ıslaklığı, Deniz'in vücuduna yayılıyordu ağır ağır.

Alp saatlerce süren bu sevişmeyi izledi. Deniz'in gırtlağını kesmemek için zor tutuyordu kendisini. Kendisini tek durduran şey, Zeynep'in mutluluğuydu. Zeynep'le birlikteyken hiç böyle mutlu görmemişti onu. Deniz, sanki Alp'in panzehiriydi. Onunla geçirdiği saatlerdeki mutsuzluğunu Deniz'in bir gülümsemesi sonlandırıyordu.

Uyuyana kadar karşılarına oturup baktı ikisine. Deniz'in de Zeynep'in de uyuduğundan emin olduktan sonra Zeynep'in yanı başına geldi, saçlarını okşadı usulca. Uyanmamaları için nefes bile almıyordu neredeyse. Artık onun zamanı gelmişti, dilediği gibi sevebilirdi Zeynep'i. Hem, mutsuz da etmiyordu böyle sevdiğinde. Hoş, Zeynep'in haberi olmuyordu, onu ne kadar sevdiğini bilemiyordu ama yine de istediği gibi sevebiliyordu.

Sabah güneşi perdeden ince ince sızarken, Alp gitmesi gerektiğini fark etti. Nefesleri birbirine çarpıyordu, Deniz'in yerinde olmak için veremeyeceği hiçbir şey yoktu. İki damla yaş süzüldü gözlerinden, kapıyı açtı ve çıkıp gitti.

Kahvaltıya indiler, Deniz düşünceliydi ancak Zeynep onun bu hallerine alışmıştı.

- Neyin var canım?
- Yok bir şeyim.

Zeynep böylesi durumlarda hep içini rahatlatmaya çalışırdı.

- Ne iyi yaptık da geldik.
- Ben de çok istiyordum zaten. Seni çok özlemişim, seni seviyorum.

Zeynep'in gözleri ışık ışık oldu, gülümsedi, Deniz'in elinden tuttu, "Ben de seni seviyorum canım" dedi. Deniz bir parça peynir, birkaç zeytin, biraz da bal yedi, Zeynep'in kahvaltısını bitirmesini bekledi. Dışarı çıkıp, sigara içmek istiyordu sadece.

Otelden ayrıldılar, yüksek tavanlı, eski bir binaydı. Sonradan restorasyon yapılmış olduğu çok belliydi. Gazete bayiine girip, birkaç gazete alıp, sahildeki kahvelerden birine oturdular. Deniz içinden "Keşke burada yaşayabilsek" diye geçirdi. Bir an için hayalini kurdu.

Adanın üst taraflarında, denizi gören bir evleri vardı, yarım çatı katı da vardı üstelik. Zeynep, çalışma odasında bilgisayar başındaydı. Gözlerini dikmiş, dikkatli dikkatli okuyordu. Deniz, 3.5 yaşındaki kızları Defne ile birlikte kahvaltı masasında oturuyordu. Defne'nin önünde neredeyse bütün vücudunu kaplayacak, üstünde minik fillerin olduğu bir örtü vardı. Suratını ekşiterek, gülümsüyordu babasına. Tıpkı annesine benziyordu, saçları onun gibi güzeldi. Gözlerini de Zeynep'ten almıştı, kocamandı. Ne renk olduğunu çözemediğin türden. Güneşte yeşil, gölgede bal rengi, karanlıkta kahverengi.

Alp'in seslenmesiyle kendisine geldi; "Yeter artık! Ben de Zeynep'le vakit geçirmek istiyorum. Bütün gece birlikteydiniz, birkaç saat de ben elini tutup yürümek istiyorum. Gözlerine bakıp 'seni seviyorum' demek istiyorum." Zeynep, gazetelere dalmıştı...

Deniz'i gönderen Alp, masaya oturduktan sonra eline bir gazete alıp Zeynep'i dikkatlice izlemeye başladı. Kafasını kaldırdı, göz göze geldiler, yüzündeki gülümseme, yerini donuk bir ifadeye bırakmıştı.

- İstersen bira içelim, midye filan yeriz, olur mu Zeynep?
- Tamam canım nasıl istersen.
- Ama bu kez yiyeceksin, daha önce geldiğimizde biraz yiyip, bırakmıştın.
- Biliyorsun, o gün hasta olduğumu. Yoksa çok severim. 
- Pekala, hadi kalkalım.

Gazeteleri, Alp'in sırt çantasına koyup, kalktılar. Alp ilkin elinden tuttu, avuçlarının içi sıcacıktı, tüm içini tarifsiz bir mutluluk kapladı. Ne vakittir el ele yürümemişlerdi, bir süre sustular. Sessizliği Zeynep bozdu. 

- Keşke buralarda otursak, ne güzel olurdu. İster miydin?
- Tabii ki isterdim, deli gibi isterdim hem de. 
- Evden çalışabileceğimiz işimiz de olsa.
- Dehşet olurdu.

Alp, 4 yıl önceye gitti. Onu adaya getirdiği ilk güne. Konuşamıyordu bile yanında, ne söyleyeceğini bilmiyordu. Zeynep seviyor diye o sıcakta gömlek bile giymişti üstüne, dayanamayıp çıkartmıştı. İstanbul'a dönüşte, Zeynep denize karşı gözlerini kapatmış, güneş gözlükleriyle otururken, dudaklarına yapışmamak için kendini zor tutmuştu. Hiçbir şeyi böylesine istememişti ama yapamamıştı.

Adayı biraz gezdikten sonra, kayalıkların hemen ardına düşen tahta masa ve sandalyeleri olan bir yere oturdular. Birer bira ve midye söylediler. "Zeynep'i Deniz'den kopartmak için harika bir fırsat" diye geçirdi içinden. Sinirlenmeyecekti, öfkelenmeyecekti, kalbini kırmayacaktı. Yani tıpkı Deniz gibi davranacaktı, hepsi bu.

- Bir gün daha kalalım mı?
- Yok canım gitmemiz gerek. Ama başka zaman yine geliriz olmaz mı?
- Peki.
Zeynep'in sevmediği kelimelerden biriydi 'peki'. Ne zaman böyle söylese, ters giden bir şeyler olduğunu düşünürdü. Vapur saati yaklaşıkça Alp gerginleşiyordu. Zeynep'le daha fazla vakit geçirmek istiyordu. Haksızlıktı bu, Deniz bütün gece sevişmişti, kendisiyse ancak gizli gizli sevebiliyordu, saçını okşayabiliyordu sadece. Kayaların üstündeki kedilere yiyecek verdi, kendisini rahatlatmaya çalışmak için. Olmuyordu, ne yaparsa yapsın rahatlayamıyordu. 

Uzun süren sessizliği Alp sonlandırdı, "Hadi kalkalım istersen" diyerek. Saatine baktı daha vapurun kalkmasına bir saatten fazla süre vardı. 

Zeynep'e bakarak, "Birer bira daha içelim mi?" dedi. Kocaman gözlerini açan Zeynep, "Tamam" diye yanıtladı.

İskeleye yakın, vapuru gören bir birahaneye oturdular. Alp ısrar ediyordu, adada bir gece daha kalmak için ama Zeynep gitmeleri gerektiğini söylüyordu.

- Bir gece daha kalsak ya.
- Kalamam. Canım, birkaç hafta sonra yine geliriz. Daha çok vaktimiz olur hem.
- Bak bugün cumartesi, yarın mis gibi kahvaltımızı da yaparız.
- Söz, en yakın zamanda yine geleceğiz.

Zeynep'in gözlerinden yaşlar akıyordu 'kalamam' derken, Alp fazlasıyla sinirlenmişti ama bir yandan kırmak da istemiyordu, ısrar etmenin anlamı yoktu. Mantıklı düşündüğünde Zeynep'e hak veriyordu ancak ona sarılmak, öpmek, sevişmek, sabahı onunla karşılamak, birlikte kahvaltı etmek istiyordu.

Bir saniye durdu ve ağzından iki kelime döküldü; "Ben boşanmadım."

Birasını yudumlayan Zeynep, o an donup kaldı. Birkaç saniye sadece bakabildi, bardağı masaya bıraktı, gözleri doldu. İnanmak istemiyordu, "Neee!"
Alp'in de gözleri dolmuştu, yeniden tekrarladı, "Boşanmadım."

Zeynep gözlerinde yaşlarla masadan fırladı, Alp de hemen arkasından. İkisi de ağlıyordu üstelik birbiriyle yarışırcasına. Zeynep tuvalete girdi, Alp kapıda bekliyordu. Zeynep çıkar çıkmaz Alp ellerini tuttu.

- Lütfen bu akşam kalalım
- Gidiyoruz Alp, çabuk. 
- Konuşalım Zeynep.
- Önce sakinleşmem lazım, gidiyoruz.

İskeleye yürüdüler, hiçbir şey söylemeden, ikisinin de gözleri buğuluydu, hangisine dokunsan koyverecekti. Demir parmaklıklardan denize bakıyorlardı.

- Neden Alp? Neden yalan söyledin, 'boşandım' diye.
- Seni kaybetmekten korktum.
- Evli olduğunu biliyordum zaten. O zaman gitmiş miydim?
- Gitmedim. 
- Özür dilerim Zeynep. 

Vapura bindiler, en arkaya geçtiler, yine ağlamaya başladılar. Zeynep çantasından bir kalem çıkarttı, mürekkebi; ellerine, bluzüne ve kot şortuna aktı.

Alp ağzını bile açamıyordu. Uzun zamandan beri içini paramparça eden, konuşurken kelimeleri ağzına yapıştıran, geceleri uykusunu kaçıran, nefes almasını güçleştiren bu gerçeği nasıl söylemişti, kendi bile inanmıyordu. Alp, denize doğru bakarken, Deniz geldi Zeynep'in yanına...

18 Şubat 2015

Bu nefret hepimizi yutacak


Ali İsmail Korkmaz davasında dört esnafın yargılandığı dava sırasında ülkenin başındaki şahıs esnaflara yönelik şu konuşmayı yapıyordu, "Bizde esnaf ve sanatkar demek, ticaret yapan, alan – satan sırf ekonomik faaliyette bulunan insan demek değildir. Bizim medeniyetimizde, milli ve medeniyet ruhumuzda esnaf ve sanatkar gerektiğinde askerdir, alperendir, gerektiğinde vatanını savunan şehittir, gazidir, kahramandır. Gerektiğinde asayişi tesis eden polistir, gerektiğinde adaleti sağlayan hakimdir hakemdir, gerektiğinde de şefkatli kardeştir. Selçuklu ve Osmanlı döneminde bakırcılar yaptıkları işe vurdukları çekice bile bir derin anlam yüklüyorlar. Tak tak diye ses çıkarken, bakırcının gönlünden dilinden Allah Allah diye zikir dökülüyor. Keçiciler yünü vücutlarına vurdukça Allah Allah diye hakkı zikrediyorlar. İşte böyle bir ruh var. Medeniyet var."

Bu gece gazeteci Nuh Köklü'nün arkadaşlarıyla kartopu oynarken, bir esnaf tarafından öldürüldüğü haberini aldık. Camına gelen bir kartopu yüzünden, bir basın emekçisi olan Nuh Köklü'nün de aralarında olan gruba önce sopayla saldırıyor, daha sonra eline bıçak alıyor ve savurmaya başlıyor. Yerde yatan bir arkadaşını korumak isteyen Nuh Köklü böyle hayatını kaybediyor.

Bir cam parçası yüzünden, koskoca bir can parçası ölüyor. Bir ana evladı yitip gidiyor, bir emekçi hayatını kaybediyor. Sadece ve sadece 3-5 kuruşluk bir can parçası yüzünden.

Öyle bir noktadayız ki, gülmek, kahkaha atmak yasak edepsizlik, eğlenmek toplumun yaşam biçimine ters. Somurtan suratlarla, iş-ev arasında hapse atılmış bir hayat biçimi sunuluyor bizlere.

Ne yapmak istersek yasak. Alkol almayacaksın, sigara içmeyeceksin, sevişmeyeceksin, tiyatroya gitmeyeceksin, öyle açık saçık giyinmeyeceksin, 'toplumu rahatsız edecek' hareketler yapmayacaksın, internette her siteye girmeyeceksin, öyle kafanın estiği yerde eylem yapmayacaksın, el ele tutuşmayacaksın, kızlı-erkekli aynı evde oturmayacaksın, kürtaj yaptırmayacaksın, onların istemediği haberlere ulaşamayacaksın, grev yapamayacaksın vs vs.

Her şeyin altına bir çizgi çekiliyor, neyi yapıp yapamayacağına karar verenler var. Milli irade soytarılığı adı altında, kendileri gibi düşünmeyen herkese bir yaşam biçimi dayatılıyor.

Oysa onların sınırsız özgürlük alanları var. Milyonlarca liralık saray yaptırma, hiçbir mahkeme kararına uymama, istediğine istediği cezayı verdirebilme, yalan haber yapma, dünyanın gözüne baka baka terör gruplarına silah yollama, ülkeyi dilediği gibi soyabilme, Meclis'te tokmakla-demir iskemlelerle kendileri gibi düşünmeyenleri dövme, sokakta gençleri öldürme, ölen bir gencin annesini yuhalatma, katillere 'kahraman' diyebilme gibi sonsuz özgürlük alanlarına sahipler.

Toplum kinle, nefretle örülüyor, istedikleri gibi konuşmayan, onlar gibi düşünmeyen insanlar, tarafsızlık yemini etmesine rağmen televizyon ekranlarında, miting meydanlarında en basit, en bayağı dille suçlanıyor, azarlanıyor, hatta hedef gösteriliyor.

Geldiğimiz nefret noktasında, kar topu oynayan bir can parçası, 3 kuruşluk cam parçası yüzünden öldürülüyor.

Oysa biz bazen lapa lapa kar yağarken kartopu oynamak istiyoruz ya da şakır şakır yağmur yağarken, kollarımızı açıp şarkı söylemek istiyoruz.

Biz bu dev cezeavinde gülmek istiyoruz, eğlenmek istiyoruz, yanımızdakinin omzuna dokunup şakalaşmak istiyoruz.

Her gün hangi lanet haberi alıp, onun için hayıflanacağız, vicdan kırıntılarımızda onun için boğulacağız diye düşünmekten yorulduk.

Ekmek almaya giderken öldürülen, dolmuşa binip evine dönerken katledilen, içindeki çocuğu öldürmemek için kartopu oynarken bıçaklanıp hayatını kaybeden insanların olduğu ülkede; yarın saklambaç oynarken bir çocuğun öldürülmeyeceğinin, garantisini artık kim verebilir?

Daha birini sindiremeden, bir başka kötü haber geliyor.

Üstü açık koskoca bir cezaevine çevrilmiş ülkede, günbegün nefrete bulanıyoruz. Senin gibi düşünmeyenlerle, onun gibi düşünmeyenler arasında seçim yapmak zorunda bırakılıyoruz.

Normal bir ülkede, gülümseyen, hayatı doya doya yaşayan insanlarla birarada yaşamak istiyorum. Zira bu nefret dalgası bir gün hepimizi yutacak.


17 Şubat 2015

'Sesiniz çok yüksek çıkıyor, biliyorum ki, bir suçluluk psikolojisinin gereğidir'


İktidarda ve ruhunu birkaç kuruş için satmış kalemleri, büyük panikte. Paniğin sebebi bir genç kız cinayetinden sonra, toplumda çıkan sese kayıtsız kalamamak. Çünkü eğer kayıtsız kalırlarsa, kendileri açısından en geniş kitlede olan kadınlar avuçlarından kayıp gidecek.

O yüzden, sesleri herkesten yüksek çıkmaya çalışıyor, olayın Müslümanlık'la ilgisi olmadığını anlatmaya çalışıyorlar, Özgecan Aslan cinayeti ve sonrasında yaşadığımız "En yüksek benim sesim çıktı, en çok ben tepki gösterdim" oyununa, ilk sıradan bilet kapma çabasındalar.

Oysa eğer aptal değilsek ve 13 yıl boyunca, toplumun her kesiminden kadınları; nasıl hedef tahtasına koyduklarını, nasıl aşağıladıklarını, nasıl küçümsediklerini hatırlarız.

Daha bir yıl önce Twitter'ın baş belası olduğunu söyleyip, 'Twitter falan hepsinin kökünü kazıyacağız" diyen ülkenin başındaki zat, bugün aynı mecradan "Kadını korumasız, aciz görerek ona şiddet uygulayan her kim olursa olsun alçaktır, zavallıdır" diyebililiyor.

Peki aynı zatın "Erkekle kadın eşit olamaz, fıtrata ters" demesini unuttuk mu?
"Bir tane kadın mıdır, kız mıdır bilemem" demesini hatırlıyor muyuz?
"Kadına şiddet abartılıyor" dediğini,
Kadın dernekleri toplantısında "Ben zaten kadın erkek eşitliğine inanmıyorum" demesini,
Münevver Karabulut için söylediği, "Kendi başına bırakılan ya davulcuya ya zurnacıya. Davulcu, zurnacı kızmasın. Bununla ne demek istediğimi anlıyorsunuz" sözlerini
2006 yılında AKP Çankırı Milletvekili Hikmet Özdemir'in TBMM’de "Kadınların cehennemlik olduğunu ancak kocasına itaat ederse cennete gidebileceğine" dair dağıttığı broşürü,
Orman ve Çevre Bakanı  Veysel Eroğlu'nun, kendisinden iş isteyen kadınlara "Evdeki işler yetmiyor mu?" karşılığını,
Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek'in "Anası tecavüze uğruyorsa neden çocuk ölsün" dediğini,
AKP Ünye Tanıtım ve Medya Başkanı sosyal medya üzerinden başı açık kadınlara yönelik olarak, "Örtüsüz kadın perdesiz eve benzer. Perdesiz ev ya satılıktır ya da kiralıktır" iğrençliğini,
Dönemin Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı, şimdinin Gaziantep Büyükşehir Belediye Başkanı Fatma Şahin'in, "Medya olayları abartıyor. Kadına yönelik şiddet algıda seçicilik" dediğini,
Devlet Bakanı Mehmet Şimşek'in, "Kadınlar iş aradığı için işsizlik yüksek" saptamasını,
Dönemin Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül'ün, "Türk kadını evinin süsüdür, erkeğinin şerefidir" dediğini,
AKP Tokat Milletvekili Zeyid Aslan'ın kadın gazetecilere bacak arasını göstererek, "Ben de sizin bacak aranızı çeksem" demesini,
AKP İl Genel Meclisi Üyesi Erhan Ekmekçi'nin "Kızlarımız okuyor ama bu seferde erkeklerimizi evlendirecek kız bulamıyoruz" demecini,
AKP Milletvekili ve İnsan Hakları Komisyonu Başkanı Ayhan Sefer Üstün'ün, "Tecavüzcü, kürtaj yaptıran tecavüz kurbanından daha masum" söylemini,
Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç'ın, "Kadın ise, iffetli olacak. Herkesin içerisinde kahkaha atmayacak" demesini.

Bunların hepsini unuttuk mu? Kadını sürekli aşağılayan, aciz bir varlık olduğunu, erkeğine itaat etmesini söyleyen, kendi bedeni hakkındaki kararları almasının tecavüzcüden daha büyük suç olduğunu öğütleyen, hor görülen, kendi yarattıkları namus ve iffet kavramlarıyla test edilen canlı türü olduğunu sürekli kafasına vura vura söylemelerini hep unuttuk yani!

Bugün çıkıp, "İyi hal indirimi verilmeyecek""En ağır cezayı alacak""Bu davanın takipçisiyiz" sözlerinin hepsi toplumun gösterdiği topyekûn tepki karşısında verilmiş sahte kabadayılık örneğinden başka bir şey değildir.

Bu konuda samimi olsalardı, Bingöl'de 16 yaşındaki bir kıza 5 uzman çavuş tecavüz ederken, serbest bırakılmalarına karşı da duruş gösterirlerdi,

Sakarya'da 2'si polis, 34 kişinin tecavüz ettiği N.Ç. davasında polislerin sorgularının ardından serbest bırakılmalarına tepki gösterirlerdi,

Amasya İl Özel İdare Müdürü'nün 13 yaşındaki ufacık kızla birlikte olmak için para vermesini, o kıza defalarca tecavüz etmesine de ses çıkartırlardı,

Siirt'te Gazi İlköğretim Okulu'nda, ikisi kardeş 4 kız çocuğunun tecavüze uğradığı haber yapılınca, dönemin Siirt Valisi şimdinin Kırşehir Valisi Necati Şentürk'ün gazetecilere,"Bu olayı neden haber yaptınız?" dediği anda görevden alırlardı.

Şimdi ağızlarından köpük çıka çıka "Hesap soracağız" diyenler, bu olaylar karşısında tek kelime bile etmedi, hatta olayların medya tarafından abartıldığını söyleyerek, günah keçisi olarak medyayı ilan ettiler. Çünkü iktidarlarının bekası, ufacık kızların 39 kişinin tecavüzüne uğraması, şerefsiz bir polisin 13 yaşındaki kıza tecavüz etmesinden ya da neredeyse herkes tarafından tecavüze uğrayan bir genç kızdan çok daha önemli.

Yeter ki, bu hırsızlık düzeni devam etsin, bütün istekleri bu.

En acısı, bugün besledikleri bazı kadın kalemşörlerin, bu zihniyeti cansiparane savunmaları. Yazdıkça batıyorlar, çırpındıkça içinde bulundukları bok çukurunda biraz daha kirleniyorlar. Sadece sussalar bile, daha onurlu, şerefli ve haysiyetli davranmış olurlar ama onlar boka bezenmek için yarış içindeler.

Ne demişti, bugün ülkenin başında bulunan zat, "Sesin çok yüksek çıkıyor. Biliyorum ki, sesinin bu kadar çok yüksek çıkması, bir suçluluk psikolojisinin gereğidir."

İşte tam da bu yüzden bugün sesleri çok yüksek çıkıyor. Çünkü hepsi bir suçluluk psikolojisi içinde.

Cümleyi şöyle tamamlamıştı; "Öldürmeye gelince siz öldürmeyi iyi bilirsiniz."

Evet, öldürmeye gelince, siz öldürmeyi iyi bilirsiniz...

Ve evet haklısın, "Kadını korumasız, aciz görerek ona şiddet uygulayan her kim olursa olsun alçaktır, zavallıdır."

Sizler de alçak ve zavallılarsınız...

15 Şubat 2015

Kendinize gelmek için neyi bekliyorsunuz acaba?

Bu yaşanan ahlaksızlığın ve iğrenç toplumun keşke bir sorumlusu olsa da, yargılayıversek ve her şey bitiverse. Oysa dün yaşadıklarımız, bugün yaşadıklarımız, 10 yıl önce yaşadıklarımızın ya da 40 yıl önce yaşadıklarımızın sorumlusu; sensin, benim, annen, baban, teyzen, mahalledeki bakkalın, okuldaki sıra arkadaşın, otobüste yan yana gittiğin tanımadığın adam ve daha milyonlarcası...

Çünkü bize hep susmak öğretildi, büyüklerine karşı gelmemek, evde ailene, okulda öğretmenine, işyerinde müdürüne, patronuna karşı gelmemek üzere koşullandırıldık hepimiz. Sesini çıkarttığında, haykırmaya çalıştığında hep bir ismin oldu; ya terbiyesizdin, ya küçüktün, ya bölücüydün ya da asiydin. Senin, benim görevim, sana öğretilenler dışında hareket etmemek, sürüyü bozan kara koyun olmamaktı.

Şimdi herkes Özgecan Aslan için timsah gözyaşı döküyor, lanetler okuyor. Zira herkes sesini çıkarttığında bu kez sürüyü bozan kara koyun sen olabilirsin, terbiyesiz sıfatı senin yüzüne yapışabilir. Baktın ki herkes feryat figan bağırıyor, sen daha yüksek sesle bağırıyorsun.

Oysa Özgecan Aslan'dan önce ismini bile hatırlamadığın yüzlerce kadın öldürüldü, taciz edildi, tecavüze uğradı. O gün sesini çıkartmadığın için, bugün sesin daha gür çıkıyor. Çünkü o gün sessiz kaldığın için, için için kendini yiyorsun, eğer bir parça vicdanın varsa.

Münevver paramparça edildiğinde, medyada eski Türk filminden hallice zengin çocuk-fakir kız senaryosu çizildiğinde, "O kızın ne işi var o çocukla?" dedin. Bunu demediysen de,
dönemin İstanbul Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah'ın "E takip etselermiş kızlarını" demelerine sessiz kaldın.

Daha 3 gün önce, TBMM Kadına Yönelik Şiddeti Araştırma Komisyonu üyesi AKP'li Murat Göktürk'ün "Kadınlara bir şey verilmemeli, önce bunu hak etmeliler" lafını da duymamışsındır muhtemelen. Bunu söyleyen adama ülkeyi dar etmek, aklının ucundan bile geçmemiştir.

Neden biliyor musun? O gün sen, Acun'un kanalındaki yarışmadaki kavganın goygoyunu yapıyordun ya da 4 tane dallamanın futbol diye konuştuğu saçma sapan muhabbetlerle ilgileniyordun.

Sözümona bugün herkes Özgecan Aslan'ın vahşice öldürülmesine isyan ediyor. Aptallara taş çıkartacak kurnazlığınızla, sesinizi alabildiğine çıkartıyorsunuz. Bilmem hangi sözlüklerde, hangi sosyal medya platformunda Özgecan fotoğrafları koyup, duyarlılık yarışında bayrağı en önde taşıma gayreti içindesiniz.

Bu ülkede resmi kayıtlara göre, kadın cinayetleri sayısı son 7 yılda %1400 arttı. Bu rakamlar açıklanırken, kimsenin umrunda bile olmadı.

Her dört kadından biri fiziksel, ekonomik, ruhsal, sosyal ve cinsel şiddet mağduruyken, yine kimsenin umrunda olmadı.

2003'te 83, 2004'te 128, 2005'te 317, 2006'da 663, 2007'de 1011, 2008'de ise 806, 2009'da 953 kadın namus adına öldürüldü. Bunların hepsinin katili de erkekti (!)

Hiç umrunda oldu mu? Bu kadar senede binlerce kadın öldürülürken, sen 10 dakika düşündün mü? Bunun için ne yapabilirim dedin mi?

Hayır değil mi?

İşte o yüzden bugün çıkarttığın sesin, eğer "Bugün yeni bir başlangıç" diye çıkartmadıysan, hiç mi hiç önemi yok.

Bak asıl sorun ne aslında biliyor musun?





Bu ve bunun gibi adamları, eğlence diye kendini ciddiye almasını sağlıyorsun. Bu herif için yazılabilecek kelimem yok ama senin için var, çünkü senin umrunda olmasa da, sana değer veriyorum.

Boktan bir muhabiri, bugün televizyon sahibi yapan da sensin, Melih Gökçek gibi bir herifin kanalındaki iğrenç muhabbetleri seyrederek, o herife para kazandıran da sensin, bu yukarıdaki puştun kendini önemsemesini sağlayan da sensin. Çünkü aslında güç senin elinde ama sen elindeki gücü bu herifin almasını sağlıyorsun. İlgilendiğin, konuştuğun, söylediğin, izlediğin her şeyi belirleyen senden başkası değil.

Bu ülkede Özgecan Aslan'ın son olmasını beklemek, iyi niyet değil, dangalaklık düzeyindeki iyi niyetten başka bir şey olamaz.

Her gün yüzlerce kadın tacize uğruyor, dayak yiyor, şiddet görüyor, tecavüz ediliyor. Her şeyde olduğu gibi derin sessizliğimiz, bunları yapanları veya yapacak olanları cesaretlendiriyor. O cesareti sadece devlet ve yönetenleri değil aynı zamanda da biz veriyoruz.

Bir toplumda yaşıyoruz ve o toplumda olan biten her şey bir taraftan bizim sorumluluğumuz. Sen, ben, bu sorumluluktan kaçtıkça, bunlar yaşanmaya devam edecek. Ah'larla vah'larla bu dünyada kazanılmış hiçbir şey yok, olmadı, olmayacak da.

Kimseye ders vermek niyetinde değilim, en başta benim almam gereken dersler var çünkü. Ama bu insan olarak nitelenmeyecek canlılardan sadece birkaç tane yok, milyonlarca var. Bunu kendinde hak gören bir zihniyetle yetiştirilmiş ve şimdi devlet gücüyle bunun pompalandığı bir zamandan geçiyoruz.

Bu devlet öylesine aciz ki, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı, "Çocuklarınıza çoığlık atmayı öğretin" diyor, bugün valisi olan emniyet müdürü "Ee aile de kızlarına sahip çıksaydı" diyor, milletvekili "Kadınlara bir şey verilmemeli, önce bunu hak etmeliler", cumhurbaşkanı "Kadınlar erkeklerle eşit olamaz. Bu doğaya aykırı" diyor.

Dini referans alan ve muhafazakâr toplumun gerekliliğini savunan siyasal erkin kadına bakış açısı bu. Kadın evinde oturmalı, çocuk doğurmalı, eşinin isteklerini yerine getirmeli, uysal olmalı, ses çıkartmamalı, 'edebinle adabınla' giyinmeli, oturmasını kalkmasını bilmeli, dışarıda gezmemeli, geç saatte dışarıda olmamalı vs vs vs vs.... Çünkü kadını bedenine tahakkümden üzerinden inşa edilen bir dinin temsilcisi bu insanlar. Şu yukarıda verilen rakamların, AKP iktidarı döneminde olması büyük bir tesadüf müdür?

Bugün devleti yöneten siyasal erk ve onlar gibi düşünenler için kadına bakış işte budur




Mini eteği giyersen tecavüze uğrarsın, batılı yaşam tarzının sonu ölüm ya da tecavüz olabilir. Ve ölüm veya tecavüz bu yaşam tarzının hak edilişidir. Hak ettiği için öldürülmüştür, hak ettiği için tecavüze uğramıştır.

Size söyleyebileceğim tek şey yaşamınızı gözden geçirin. Okumadığınız onbinlerce kitabı, izlemediğiniz binlerce filmi, tiyatro oyununu, ilgilenmediğiniz onlarca ilgi alanını, hayatlarınızdan parça parça kaçırıyorlar. Ne denli esir olduğunuzun farkına vardığınızda, ömrünüzün akıp gittiğinde anlayacaksınız.

Bu gidiş hayra alamet değil, eziliyoruz, şarküteri dükkânında pastırma dilimler gibi bir toplum kesiliyor. Yapılmamış eylemler için insanlar tutuklanıyor, faşist yasalarla insanlar cezaevinden önce evlere hapsediliyor, sokaklarda içinde bir parça vicdan kalabilen polislere 'sık la sık' diye ense kökünden tuta tuta, hak arayan insanlara böcek muamelesi yapılıyor, gençler öldürülüyor, anneleri yuhalatılıyor, zaten boktan olan bir ülke, daha da boktan bir hale getirilmek için her şey yapılıyor.

Bazen bir tokat yersin ve kendine gelirsin, oysa bizim suratımıza Muhammed Ali hoyratlığında yumruklar savruluyor ama hiçbir şey olmamış gibi hayatımıza devam ediyoruz.


Şu okuduğunuz blog sayfası bile taşınmak zorunda kaldı. Niçin? Birilerinin keyfi istediği için yasaklandı. Öylesi bir dönemden geçiyoruz.

Kendinize gelin lan!

Not: Bu yazdıklarımın hepsini kendime de söyledim.

Not1: Blog bok gibi görünüyor biliyorum, bir ara düzelteceğim...

17 Aralık 2014

3 Temmuz'un tek kazananı Fenerbahçe


16 Aralık akşamı, Star TV ekranlarında 'özel haber' ibaresiyle bir haber yayınlandı. Haberde Fenerbahçe Başkanı Aziz Yıldırım'ın 3 Temmuz şike operasyonunda görev alan herkesten şikâyetçi olduğu belirtilerek, Aziz Yıldırım'a göre, şike operasyonunun amacının Fenerbahçe ile dönemin Başbakanı olan Recep Tayip Erdoğan’ı karşı karşıya getirmek olduğu belirtiliyor.

3 Temmuz şike sürecinden bu yana duyduğumuz iki temel savunma vardı Fenerbahçeliler tarafından. Biri cemaatin Fenerbahçe'yi ele geçirmek istediği, diğeri ise AKP'nin Fenerbahçe'yi ele geçirmek istediğiydi.

Bunlarla ilgili büyük büyük yazarlarımız çokça yazı kaleme aldılar. Misal Can Dündar, 11-07-2011 tarihinde Milliyet Gazetesi'nde yazdığı köşesinde şunları söylemektedir; "Fenerbahçe’de yaşanan, bir temizlik çalışması değil, bir iktidar çatışmasıdır; dolayısıyla siyasaldır. 2011 seçimlerinin ilk faturaları kesilmeye başlandı. “Bundan sonra ne olur” diye soranlara yukarıda örnekler verdiğim tarihi hatırlamalarını tavsiye ederim. Cevabı orada var. Bu, siyasetteki yapılanmaya paralel bir darbedir. Arkası gelecektir. Her devir olduğu gibi yine eski çerçeveler indirilip yenileri asılacaktır. Top, şimdi iktidarın ayağındadır."

Tayyip Erdoğan'la yavrusu Bilal arasında geçen konuşmalar, "Fenerbahçe'ye operasyon böyle yapıldı" başlığıyla muhalif etiketiyle yayın yapan sitelerde yayınlandı. Oysa görüşmenin içeriğini dinlediğinizde, ortada Bilal'in bir oyu olduğu ve onun gidip kullanılması gerektiği ve şike sürecinde Platini'nin 'adı geçen takımları küme düşürün' demesine karşın Tayyip Erdoğan'ın nasıl göğsünü siper edercesine karşı durduğundan başka bir şey yok.

17-25 Aralık yolsuzluk ve rüşvet operasyonundan sonra işin rengi değişiyor. Çünkü devreye artık devletin Başbakanı tarafından 'paralel yapı' adı verilen ve direkt olarak Fethullah Gülen cemaatini hedef alan bir yapı ortaya konuyor.

Paralel yapı artık her yerde dillendirilmeye başlanmışken, Aziz Yıldırım BBCTürkçe'ye şunları söylüyor: "Yapılan bütün operasyonları cemaat yapmıştır. Paralel devletin kurbanı. Yargıtay kararına kadar olan kısımda evet bunu düşünüyorum. Ama Yargıtay kararını veren hakimlerin paralel devletin adamı mı yoksa Türkiye Cumhuriyeti'nin mi yani bu hükümetin mi adamı olduğuna karar veremiyorum. Ne olduğuna karar veremiyorum."

wsj.com.tr'den Emre Peker'in sorularını yanıtlayan Aziz Yıldırım, "Bütün bu dosyaların arkasında Gülen mi var, böyle mi düşünüyorsunuz?" sorusuna "Bunu ben düşünmüyorum. Bunu Türkiye Cumhuriyeti'nin başbakanı düşünüyor. 17 Aralık'ta yapılan yolsuzluk operasyonundan sonra başbakan çıkarak ÖYM'lerde yapılan bütün davaların kumpas olduğunu söyledi" yanıtı verip, aynı gün ajanslara AKP ile Cemaat'in 11 yıl boyunca birlikte iktidara yürüdüğünü ve wsj.com.tr'ye verdiği röportajda sözlerinin sadece bir camiayı hedef alındığı gibi gösterilmeye çalışıldığını söyleyerek, bir taraftan da cemaatin tüm suçlu olmadığını söylemeye çalışıyor.

Tüm bunlardan anladığımız şu; Aziz Yıldırım her konuşmasında Gülen cemaatini Başbakan'ın 17-25 Aralık sonrası sözlerini adres gösterip açık açık suçlarken, bir taraftan da üstü kapalı biçimde AKP iktidarını suçluyor ama bunu net ifadeler yerine flu açıklamalarla yapıyor.

17-25 Aralık yolsuzluk ve rüşvet operasyonları sonrası "Şike yaptıysam Fenerbahçe için yaptım. Ben kendim için şike yapmadım" diyen Aziz Yıldırım ve Fenerbahçe yöneticilerinin bugün başka bir rotaya girdikleri ortadadır.

Ne gariptir ki, gözümüzün içine baka baka hırsızlık yapanların da, mahkeme salonlarında savunma verirken 'şike yapmadık' yerine 'ama onlar da yaptı' diyenlerin en büyük şikâyeti usulsüz dinlemeler olmuştur.

İktidardan şikayet edip, "O statta maalesef sayın Cumhurbaşkanı'na da protesto yapıldı" diyenler de aynı camianın, şike savunmasında "Bu kanunun çıkmasında Türk sporunun gerçeklerini görerek çıkması için her türlü desteği veren Sayın Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'a teşekkür ediyorum" diyenler de aynı camianın mensupları.

Garip bir süreç yaşandı 3 Temmuz'dan sonra. O güne kadar yapılan bütün operasyonların arkasında duran Cengiz Çandar, Ergun Babahan gibi fanatik yazarlar, Nedim Şener, Ahmet Şık gibi yazarlar ya da Genelkurmay Başkanı cezaevine atıldığında Türkiye'nin bağırsaklarını temizlediği yorumları yapıp, yaşanan hukuksuzlukların hiçbirine ses çıkartmazken, söz konusu Fenerbahçe olunca, bambaşka ruh haline büründüler.

Bugün artık bütün pislikleri, cemaat denen iğrenç oluşumun üstüne yıkmak en geçerli yöntem. Koluna 700 bin dolarlık saat takıp, 34 milyon Euro rüşvet alan adam da cemaati suçluyor, "Şike yaptıysam Fenerbahçe için yaptım" diyen adam da cemaati suçluyor. Ülkenin muktedirlerinin gösterdiği adres değişmediği sürece, bu durum değişim göstermeyecek.

'Bizi ele geçirmek istediler' diyerek, adresi belirsiz mesajlar verenler, artık "O statta maalesef sayın Cumhurbaşkanı'na da protesto yapıldı" cumhurbaşkanlarına sonsuz bağlılıklarını sunuyorlar.

Sürekli Mesut Yılmaz örneği veren Fenerbahçeliler, bugüne dek hep siyasi güce yakın durduğunu kabul etmek zorunda. Bu ülke tarihinde başbakanlığı döneminde bile Fenerbahçe başkanlığını bırakmayanlar, orgenerallerin futbolcu transferine evrak yetiştirmek için jet havalandırması kadar geniş bir yelpazede Fenerbahçe-siyasal erk yakınlığı yaşanmıştır.

Onların deyimiyle 'Sayın Başbakan'ın ricasıyla Suriye'de özel maç yapanlar, Demokrat Parti'den milletvekili yapılan Zeki Rıza Sporel'in, Adnan Menderes'in direktifiyle Fenerbahçe'nin SSCB ile ilişkileri yakınlaştırmak için Fenerbahçe'nin Sovyetlere gönderildiğini hatırlamazlar.

Ya da bugün 'Stadımızı kendimiz yaptık' diye böbürlenenler, Şükrü Saraçoğlu'nun Fenerbahçe başkanlığı ve TC başbakanlığı döneminde Fenerbahçe Stadı'nın satın alınmadığını da bilmezler.

Ülkenin başındaki en büyük bela göreve geldiğinde, "Türkiye'ye yakışan Fenerli başbakan" pankartı açanlar, acaba şu an ne düşünüyordur merak ediyorum.

'Sen böyleydin, ben böyleydim' tartışmasına girmek istemiyorum ama yakın tarihte yaşananlara baktığımızda, cezalandırıldığını düşünenlerin, aslında ödüllendirildiği ortada. Paha biçilemeyen lise arazilerinin peşkeşi, sportif amaçlı verilen tesislerin turistik işletmeye verilmesi, sadece Bursa'da yerel bir gazeteye verilen ilanla yüzmilyonlarca liralık bir spor salonunun bedavaya yapılması, kaçak marina yapılan tesisler gibi pek çok şey, bugün 'bizi ele geçirmeye çalıştılar' dedikleri devlet ve cemaat tarafından Fenerbahçe'ye çekilen peşkeşlerden bazıları.

Kumarda nasıl sadece kasa kazanır kuralı geçerliyse, 3 Temmuz'un tek kazananı da Fenerbahçe olmuştur. AKP iktidarı devam ettiği sürece de kazanmaya devam edeceklerinden emin olun. Daha nice tesisler, şampiyonluklar, 'zaferler' elde edeceklerinden şüpheniz olmasın.

Çünkü bir hırsızın hırsız olup olmadığını başka bir hırsıza soramazsınız. Sorduğunuzda alacağınız yanıt, onun temiz olduğundan başka bir şey değildir. Bu süreçte yaşadığımız şey, hırsızlara kol kanat gerildiğidir, üstelik siyaseten bambaşka yelpazelerde olup, fikren asla anlaşamayan insanların biraraya geldiğini gördük.

Galatasaraylılar için de minik dipnot vereyim, bir süre daha sportif-mali başarı filan beklemesin kimse. Şimdiden herkes kendisini bundan çok daha kötü günlere hazırlasın.

Bu vesileyle Türkiye'ye yakışan Fenerli başbakanın diyenlerin ayrıca sülalesini sikeyim...

16 Aralık 2014

İçinizdeki nefreti sakın söndürmeyin


Türkiye'de yaşıyorsanız ve ruh sağlığınızı halen koruyabiliyorsanız, öncelikle bu arkadaşları canı gönülden tebrik etmek gerekir. Ülkenin geldiği noktada, artık garip diye tabir edilemeyecek şeyler yaşanıyor, 'olmaz' denenler gerçekleşiyor.

Misal bundan 6 yıl önce hanginiz 'Fethullah Gülen ve Erdoğan' arasında bir savaş başlayacağını ve Erdoğan'ın 'İnlerine gireceğiz, inlerine' diye ağzından köpükler saça saça bağıracağını düşünüyorsunuz? Bu soruya 'ben' diye yanıt verenin alnını karışlarım.

Ya da Ahmet Şık tutuklanırken, 'Açıklanamayacak deliller var, gözaltıların gazetecilikle ilgisi yok' manşetine Genel Yayın Yönetmeni olarak imza atan Ekrem Dumanlı'nın ve Zaman gazetesi avanesinin Ahmet Şık'tan helallik isteyeceğini, 'biz senin özgürlüğüne sahip çıkamamıştık' diyeceğini, bırakın düşünmeyi, hanginiz hayal ederdiniz?

Bunu aptal bir iyimserlikle söylemiyorum ama bu devranın döneceğini hep düşündüm ve halen de düşünüyorum.

Tıpkı dün ÇYDD'nin burs verdiği kızların, askerlerle yattığını söyleyecek kadar acımasızca, vicdansızca, ahlaksızca haberler yapanların; 'biz mağduruz' edebiyatıyla basın özgürlüğünden, bireysel hak ve hürriyetlerden söz edenlerin gözaltına alındığı gibi, bir gün elindeki iktidar gücünü olanca hoyratlığıyla kullananların da aynı sonu yaşayacağını düşünüyorum.

Ülkede yapılan atamalara bir bakın. Kimlerin hangi görevlere getirildiğini, paranoyaklığın hangi boyutlara geldiğini iyi göreceksiniz.

PTT Genel Müdürü'nden ya da Kooperatifçilik Genel Müdürü'nden Danıştay üyesi yapmaya çalışmak ya da AKP İstanbul İl Gençlik Kolları Başkanı'nı Anadolu Ajansı'nın başına geçirmek, birileri için çemberin gittikçe daraldığını gösteriyor.

Evet, ülke açısından bakıldığında trajik, distopik gibi görünüyor ama baktığınız tarafı değiştirdiğinizde, aslında ne kadar çaresiz kaldıklarının da bir göstergesidir şu atamalar.

Çünkü çevrelerinde güvenebilecekleri insan sayısı yavaş yavaş azalıyor. Öylesine iğrenç bir sistem kurdular ki, yatağa kafalarını koyduklarında kafalarında sürekli dönüp dolaşan bir şüphe ordusu ile başbaşa kalıyorlar. Devletin en önemli kurumlarına, liyakatla, yeterlilikle değil, sadece ve sadece kendilerine sonsuz biat edebilecek tipleri atamaya başladılar. Bu atamalar, büyük bir çaresizliğin dışavurumundan başka bir şey değil.

Bundan sonra mahalle bakkalından Anayasa Mahkemesi üyesi yapsalar bile zerre şaşırmam, ellerindeki 'insan' stoku azaldı, hatta bitme noktasına geldi.

O yüzdendir ki, bir bakan karşısında soytarılık yapmaktan çekinmeyen, 'indir fermuarı al ağzına' desen, bir saniye bile şüphe etmeyecek ama devran dönünce, 'sıra ben de, fermuarı indirdim al ağzına' diyebilecek türden insanları ülkenin en önemli kurumlarına atamaktan geri durmuyorlar.

Geri sayımın başladığını çok iyi biliyorlar, o yüzden dehlizli saraylar, sonsuz biat eden soytarılar, sözlerinden çıkmayan sanatçı müsveddeleri, sadık medyaya milyonlarca lira akıtıyorlar.

Tahmin edemeyeceğimiz şeyleri birer birer yaşıyoruz, sadece paranın birlikteliğinden oluşan 'güçlü dostluklar', 'stratejik birliktelikler' kumdan kale gibi çöküyor. Bu kumdan kalelerin altında kalanlar bir süre sonra ellerindeki ateş topunu sahiplerine fırlatmaya başlayacak. Herkes kendisini kurtarmak için itiraf edecek şerefsizliğini, ahlaksızlığını. Bu şerefsizliği, Ahmet Şık için 'Biz senin özgürlüğüne sahip çıkamadık, hakkını helal et' diyenlere bakarak görebilirsiniz. Bunun örnekleri çoğalacak. Oturdukları villaları, konakları, şişkin banka hesaplarını, kalemlerini yani şereflerini satarak kazananların, ağlama duvarında sıraya geçtiklerini yaşayacağız.

12 yıllık süreçte kendinden olmayana yaşama şansı vermeyenler, sokaklarda gençleri öldürenler, yalan haberlerle hayat karartanlar, ipe sapa gelmez saçma sapan davalarla can yakanlar, yoksul halkın tepesine basa basa zenginleşenler için bir hesap günü olacak.

O gün kininizi, nefretinizi, hıncınızı sakın ola bastırmayın. İster iki metreden kafasından vurulmuş Ethem'i düşünün, oğlu ölmüş bir anaya miting meydanlarından küfür ettirildiğini düşünün, ister Ergenekon kasası diye cenazesini belediyenin kaldırdığı Kuddusi Okkır'ı düşünün, ister cebinizden çalınan parayla kollarına yüz binlerce liralık saat takanları düşünün, ister Roboski'de üstüne bomba yağdırılan köylüleri düşünün, ister üç kuruş daha fazla kâr için Soma'da öldürülen madencileri düşünün, ister döve döve öldürülen Ali İsmail'i düşünün, ister yerde tekmelenirken bebeğini düşüren üniversite öğrencisi genç kızı düşünün, ister Sivas'ta yakılan insanların davasında zaman aşımı olduğunda 'hayırlı olsun' diyenleri düşünün, ister 36 günlükken Konya'da açlıktan ölen adı bile konulmamış bebeği düşünün, ister Yusuf Yerkel'in tekmesini düşünün, ister cenazesi çuvala konulan minik Muharrem'i düşünün, ister kesilen ağaçları düşünün, ister satılan toprakları düşünün...

Sakın ama sakın, zamanı geldiğinde içinizdeki nefreti söndürmeyin. Zira o nefret, bugün yaşananları söndürebilecek tek şeydir. O gün geldiğinde ben vicdanımı süresiz izne çıkartacağım...

Bu vesileyle o tekme atan ayağın sülalenin amına girsin, orospunun evladı...

Not: Bu yazı az küfürlü oldu ama birkaç güne acayip küfürlü Galatasaray yazısı yazacağım. Küfürleri ona sakladım