3 Eylül 2011

Selçuk


Bir kış sabahı uyandım, saat 4 civarı. Hava kapalı, karanlık, götünü donduran cinsten. Cebimde 5 kuruş para yok, doğalgaz parasını iki aydır ödemiyorum. Battaniye üstü yorgan, bense yorgun.

İş arıyorum, 7 ay kadar oldu. Elde avuçta bir şey kalmadı. Annemlerden isteyemiyorum, iki emekli maaşı ancak çeviriyor evlerini. Gururum kırılmış, onurum incinmiş, umutlarım bitmiş. Ceketimin cebindeki cüzdanı yokluyorum, tam tamına 32 lira var. Çıkıp iş aramaya kalksam, 10 kâğıdı gider, kalır 22 lira. "Otur lan oturduğun yerde" iç sesiyle karşılaşıyorum.

İyi de ne bok yiyeceğim? Piyango bileti filan mı alsam acaba? Gereksiz, gökten yağacak şey belli bana. Televizyonu açıyorum. 3. sınıf bile olmayacak boktan mı boktan bir film. Herife 20 tane vuruyorlar, devrilmiyor. Pezevenk bir tane vurunca 3 kişi devriliyor. Kim izliyor acaba bunları? Benim gibi ipsiz sapsız, boş gezenin, boş kalfaları ancak, hele de bu saatte.

Sürekli dünyayı yerinden oynatırım gibi geliyordu. Şimdi, dünya beni götünde bile sallamıyor. Koşturuyorum peşinden, yakalayamıyorum, imkânsız.

Evi bok götürüyor. Yerlerde gazeteler, dergiler, kitaplar. Bütün paramı harcadım, şu anda hiçbir işe yaramayan bu sikindirik kâğıt parçalarına. Bunları yerim amına koyayım, birkaç gün! Götümden ertesi günkü gazete çıkar, zengin olurum. Belli mi olur?

Evde yiyecek hiçbir şey kalmadı. Bakkala kendimi siktirtsem, yine de çöp vermez. 3 aydır, 'bugün yarın' diye oyalıyorum. Heriften aldığım kaşar ekmeklerin parasını versem, 3 ayrı şube açar pezevenk. İş bulmam lazım, iş. Başka çıkar yolu yok.

Yatağa uzandım, kafayı diktim tavana, uykuya dalmışım.

Saat 12'ydi uyandığımda. Midem kazınıyor, ağzımda boktan bir tat, midemin çıkarttığı sesler, boş odada yankılanıyor. Yalanım yok, abartmıyorum, ses rahat biçimde dışarıdan duyuluyor.

Annemlere gitsem, kayıntıyı orada yapsam. Yürürüm amına koyayım, ne var. Hızlı hızlı giyiniyorum, bir saatlik yol, İstanbul'un bir ucu. Bu kış kıyamette otostop yapsam kimsenin umrunda olmaz. Zaten saç sakal birbirine karışmış, at hırsızı gibiyim.

Bakkala görünmemek için yokuş inip, diğer sokaktan yokuşu yeniden çıkmam gerek. Bakkal, puştsun sen! Açım lan, olsa vereceğim, yok işte yok.

Hava buz gibi. Şöyle havaya doğru tükürsem, yere düşmeden buz olur. Mahallede piçler dişlerinin arasından tükürürdü. Bir insan, niye dişinin arasından tükürür, nasıl bir salaklık bu, anlamadım. Üstelik en uzağa kim tükürecek diye yarışma yaparlardı.

Çocuk beyni ne saçma bir şey. Sokağın ortasında dişinin arasından tükürüyorsun, hem de uzağa atmak için. Vay sizin beyninizi sikeyim ben. Selçuk vardı, karşı komşumuzun oğlu. İbnenin ağzı su tabancası gibiydi. Kaldırımdan, duvarın oraya kadar tükürürdü. Kimya mühendisi oldu sonra. Düşünsene, dişinin arasından anasının amına tüküren adam kimya mühendisi oldu. Şimdi bir ilaç şirketinde bok gibi para kazanıyor.

Bizden bir bok olmadı, efendiydik de ne oldu? Mahallede puştluk yapmayan bir ben vardım. Millet kuşa sapan atar, uzaktan cam kırar, parasına misket oynar. Biz bahçede pinekledik. 'Aman oğlum akşam karanlığında sokakta kalmasın', 'Aman oğlum serseri olmasın', 'Aman oğlum okusun'... Ne baltaya sap olduk, ne sapa balta olduk. Okuduk. Eeeeee sonra ne oldu.

Kitapsız hava, bana inat daha soğumuş gibi, daha yolu yarılayamadım bile. Yanımdan geçen arabaların hepsine ana-avrat saydırıyorum. Birisi bile almaz. Orospu çocuğu Selçuk'un arabası da var. Çocukken dişinden tüküren adam, büyüyünce götünden benzin de çıkartır. Yavşağın evladı!

Bitmedi amına koyduğumun yolu. Yarısına ancak geldim. Kar yağsa da kırılsa hava, hiç olmazsa yolun yarısını rahat giderdik. Annem ne yapmıştır acaba? Ulan dolma olsa ya, şöyle bol yoğurtlu ya da kuru fasulye ve pilav. Turşu da vardır, fasulye, arnavut biberi, lahana filan. Yemek düşünürken, karnım daha beter acıktı. Yollar bok gibi kayıyor, dans ede ede gidiyorum sanki. Parmak uçlarım donmak üzere. İncecik spor ayakkabısıyla daha ne bekliyorum bilmiyorum.

Ya halamlara filan gittilerse ne bok yerim? Hay sikeyim böyle şansı, garanti gitmişlerdir şimdi. Bu kadar yolu gittiğime mi yanarım yoksa karnımı doyuramadığıma mı bilmiyorum. Annem ne derdi? 'İyi düşün iyi olsun.' Öyle olsun tamam.

Hadi ben bu soğukta, mecburiyetten sokaktayım. Millet niye dışarıda, bu kadar insan nereye gidiyor hafta sonu? Siktirip gidin lan evinize. Oturun sıcak sıcak kalorifer yanında, al manitayı yanına, biraz yumul, biraz okşa, biraz seviş. Arada yemek de yiyin ama aç karna olmaz o işler. Ne kadar salak var bu şehirde, her sokağa çıktığımda kendini daha bir belli ediyor. Hava eksi bilmem kaç, bunlar götlerini yellendiriyorlar sokakta.

Az kaldı, dayan ulan dayan. Sıcacık evde beni ne yemekler bekliyor? Tatlı da varsa, dünya benim olur. Ne zamandır arayamadım da kadını. 10 günden fazla zamandır, halini hatrını da soramadım. Yok, çok boktan adamım, kimseye bir hayrım yok. Üstelik kendime de bir hayrım yok. 32 yaşına geldik, kendimize bakmaktan aciz durumdayız. Amcadan kalan şu ev olmasa, şu yaşta annemlerin eline bakacağım.

Hah, sokağı döndüm, apartman göründü. Ömrümün çoğu şurada geçti. Kendimi en ait hissettiğim yer, senelerce kurtulmaya çalıştığım şu sokak belki de. İlk burada aşık oldum, karının ismini bile unuttum. Saçma sapan tişörtler giyerdi. Acid diye bir moda vardı. Sik gibi sırıtan tipler, renkli renkli tişörtler, yakaya, çantaya takılan rozetler. Yan mahallenin piçleri, bana dalmıştı karı yüzünden. Yediğim en sağlam dayaktı, daha 12-13 yaşındayım en fazla. Sanki karı dünya güzeliydi, haybeden kafayı gözü kırdırdık. Evin bahçesinde elimi tutmuştu, dayaktan sonra. Ne mutluluktu o ya dünya benim olmuştu. Şimdiki aklım olsa, bahçede sikerdim. Bir el tutuşma için dayak yedik.

Zile bastım, ses yok. Korktuğum başıma geldi, evde yoklar. Kimbilir nereye gitmişlerdir, oturun işte evinizde, ne işiniz var bu soğukta. Pencereden annem çıktı, garip garip suratıma baktı, kapının açılma sesi geldi.

O an nasıl rahatladım, dünyada bu hissi anlayabilecek çok az insan vardı. Daha eve adımımı atar atmaz, "Ne yemek var anne?" diye kadına, halini hatrını bile sormadan, öküzlük yaptım. Hatamı anladım ama iş işten geçmişti, annem affetmezdi böyle konuları, "Bok var oğlum!" dedi. Sarıldım, mayıştım ama bana mısın demedi.

Pederin ayakkabılar yoktu, kesin kahveye gitmiştir. Bütün gün orada, 3 çaya iki muhabbete talim ederlerdi. Mutfağa daldım, annem mantı açmış. Kaynanam yok ama belli ki, olsa karı bütün gün bana taparmış. Aklımdan bile geçmemişti mantı.

"Anne be, şu benim mantıları haşlamasan da kızartsan, vallahi elinden öpülür" diye yılışıkça bir cümle kurdum, suratımda iğrenç bir gülümsemeyle birlikte. Annem suratıma baktı, "Ne bu halin oğlum? Ormandan mı çıktın? İş durumları ne oldu?" diye soru yağmurunu üstüme salıverdi.

Soruları duymasına duydum da, buzdolabının kapağını açmış, dilimlenmiş salamları, tek tek ağzıma atıyordum. İkinci salamdan sonra, ne söylediğini bile unuttum. Dolabın kapısında belirdi annem, "Soru sorduk sana değil mi? Bulamadın değil mi oğlum, bulamadın. Şu aptal dediğin Selçuk bile, evlendi iki tane çocuğu oldu, evini, arabasını aldı. Senin ne bok yediğin belli değil" diye suratıma parmağını sallaya sallaya ağzıma sıçtı.

Amına koyduğumun çocuğu, yine karşıma çıktı. "Anne, Selçuk dediğin herif malın tekiydi, para kazanması çok doğru olduğu anlamına mı geliyor?" diye yanıt verdim. İki dilim salamı daha ağzıma attıktan sonra dolabın kapağını kapattım.

Kontrasını önceden hazırladığı belliydi, "Ah oğlum, keşke sen de mal olsaydın, aileni kursaydın. Evini, arabanı alsaydın ya!"

"Anne istiyorsan gideyim. Bir yüzünüzü görmeye geleyim dedim, bin pişman ediyorsunuz" diye, yalan olduğu baştan sona belli olan cümlemi, sırtımı dönerken söyleyiverdim.

Annem cevap bile verme gereğini duymadı, tavada yağı kızartıp, mantıları koymaya başladı. Kokusu, kendimden geçmeme yetti. Salamları sigara altı yaptıktan sonra annemin masada duran sigarasından yaktım bir tane. Hiçbir şey söylemeden, mantıları kızartıyordu. Ağladığını fark etmemiştim, bana dönüp "Salak dediğin adamların hepsi iş güç sahibi oldu, evini, arabasını aldı, ailesini kurdu, senin yemek için bile paran yok. Ne söyleyeyim bilmiyorum sana?" dedi. Sigaradan bir nefes daha aldım, koşarak 4. kattan kendimi betona bıraktım.

Düşerken aklımda iki şey vardı. Orospu çocuğu Selçuk ve yiyemediğim mantılar...

Bir türkü de sen söyle


Ferhat Tüzer ve Berna Yılmaz 17 aydır tutuklu. Suçları ne? Başbakan Erdoğan'ın bulunduğu bir toplantıda "Parasız eğitim istiyoruz, alacağız" yazılı pankartı açmaları.

'Yasadışı silahlı örgüte üye olmak ve terör örgütü adına propaganda yapmak' suçundan haklarında 15 yıl hapis isteniyor.

Gencecik insanlar cezaevlerinde süründürülüyor. Siyasal erkin, iktidar süresince pek çok insan bu suçlama sonucu cezaevlerinde. Ortada olmayan örgütler, hak taleplerine iliştirilmiş suçlamalar, sokak eylemlerine karşı uygulamaya sokulan provokasyonlar, gazeteciler, yazarlar, siyasetçiler, savcılar, belediye başkanları, herkes ama herkes bir örgüt mensubu. Hepsi de, yasa dışı silahlı örgüte üyeler ve bu örgütün propagandasını yapıyorlar.

En temel demokratik haklar bile karşısında şiddet görmeye başladı. Günden güne sayısı artan polis; İstanbul'da, İzmir'de, Artvin'de, Ankara'da, Mersin'de, Diyarbakır'da her türden eylemi şiddet kullanarak 'bastırıyor'.

Kimileri HES'lere karşı çıkıyor örgüt üyesi oluyor, kimileri parasız eğitim istiyor örgüt üyesi oluyor, kimileri kitap yazıyor örgüt üyesi oluyor.

Son 9 yılda öğrendiğimiz en temel gerçek (!), ülkede ne kadar çok silahlı örgüt üyesinin olduğudur. Hepsinin amacı da, Akp iktidarına son vermek. Bugüne kadar hiç ortalarda görünmeyen örgütler, birdenbire harekete geçti.

Üstelik öylesi garip ittifaklar kuruluyor ki; Pkk ile ulusalcılar el ele, devrimciler ve milliyetçiler kol kola.

Suçlamada bulunan konumdaki savcı, parasız eğitim talebininin, düşünceyi ifade özgürlüğü çerçevesinde değerlendirip tahliye ve beraatlarını istedi ancak mahkeme heyeti tarafından bu talep reddedildi.

Bir ülkenin en enerjik dinamiği olan öğrenciler, bir davayla susturulmaya çalışılıyor. Muhalif diğer kesimlerin başında Demokles'in Kılıcı misali Ergenekon sallanıyor. Kürt milletvekilleri ve Kürt muhalifler KCK davası ile sıkıştırılıyor.

Ülkede bunlar olurken, Libya'da, Mısır'da Tunus'ta, Suriye'de olan bitenlere 'özgürlük hareketi' olarak bakılıyor. Ama Türkiye'deki özgürlük hareketleri, protestolar 'darbe ve anarşi' ekseninde değerlendiriliyor.

Hem Ferhat Tüzer hem de Berna Yılmaz, 17 aydır tutuklu, okullarından atıldılar, gelecekleri ellerinden alındı. Ferhat, cezaevinde 'isyankâr' türküler söylediği için 6 ay görüş cezası almış. Annesi 4 aydır göremiyor Ferhat'ı, bayramda da göremedi. Böylesi bir suçlamayla bir buçuk yılı çalınan bir gencin, annesinden ayrı olması, başka bir acı olsa gerek.

Türkülerin yeniden 'tehlikeli', protesto taleplerinin hepsinin 'provokasyon ve yönlendirme' olduğu bir dönemin içindeyiz.

Berna ve Ferhat tecritte, Libya petrolleri Fransa'nın, ABD'nin kontrolünde. "Libya'ya NATO müdahalesi asla kabul edilemez" diyenler, Libya'da 'direnişçilere' milyonlarca dolar para akıtıyor ve petrol işgalcilerinin bekçi köpekliği rolündeler.

Daha geçen yıla kadar mutlu pozlar verdikleri Kadafi 42 yıllık iktidarında sanki hiç diktatör değilmiş de, birdenbire diktacı rejime girmiş gibi davranılıyor.

Sokakları sessizleştirmeye ve etkisizleştirmeye çalışıyorlar. Berna ve Ferhat, sistemin, sokaklara çıkacak olan tüm öğrencilere "Sonunuz böyle olur" mesajının kurbanı.

Ama sanıyorlar ki, sokaklar, iktidarları boyunca hep sessiz kalacak...