17 Şubat 2012

İki fotoğrafın anımsattıkları


Pazartesi gününden beri şu fotoğraf her tarafta dönüp duruyor. Köşe yazarları da konuya müdahil olunca, bir kareden her türlü yorum çıkmaya başladı. Konu seri biçimde, Başbakan Erdoğan'ın "dindar nesil" söylemine bağlandı ve "İşte Başbakan'ın istediği gençlik" noktasına gelindi.

Muhtemelen bu yazıya, benden tiksinenler dışında, beni seven insanlar da "Ulan bu muydun sen?" diyecektir. Ne derseniz deyin, çok da umrumda değil.

Herkesin kendine göre kutsalları var. Kendi kutsalına saygı gösterilmesini bekleyen insanların neredeyse tamamına yakını, diğerinin kutsalına bok atmakta, taşak geçmekte hiçbir beis görmüyor.

Sen, ben, bir başkası istediği kadar kıçını yırtsın, Atatürk bu ülkede pek çok kişinin kutsalı. Senin için kutsal olmayabilir ama Atatürk'ü sevsen de sevmesen de kutsalı olarak gören insanlar var.

Başka birinin kutsalı Fenerbahçe, Beşiktaş ya da Galatasaray. Adam takıma laf söylendiğinde çıldırıyor, öfkeden kuduruyor, en yakın arkadaşını bile kırabiliyor. Saçma ama adamın kutsalı bu.

"Kutsalla dalga geçilir mi?" sorusu geliyor akla. Sen birinin kutsalıyla dalga geçiyorsan, başkasının senin kutsalınla taşak geçmesine de sesini çıkartmayacaksın. Dizini kırıp oturacaksın. Öyle üç kuruşa, beş köfte yok. Senin kutsalın kutsal da, karşındaki adamın kutsalı taşak malzemesi mi?

Neyse aslında olay bu değil, kendi açımdan kutsal olayına bakışımı söyledim sadece. Haaa bana sorarsan, ailem dışında kutsal bir şey yoktur hayatımda. İstersen Galatasaray'la taşağın babasını geç, küfür et, umrumda değil. Kızarım belki ama orada kalır kızgınlığım.

Şu ülkede aptalca bir Atatürk-din çatışması vardır. Bu kızlar Atatürk'le dalga geçer, köşe yazarı çaktırmadan dine dokundurur. O köşe yazarına yanıt veren de, Atatürk'e laf çakar, dini yüceltir.

Bu ülkede çocuğunun kanser tedavisi için cezaevine giren insanlar varken, birilerinin çöpe attığı meyve-sebzeyle evinde aş pişirmeye çalışan, yıllarca işsizlik çeken, sigortasız çalışan milyonlarca insan, üç kuruşluk borcu için intiharı seçen insanlar varken, isteyen istediğiyle taşak geçsin umrumda bile olmaz.

Sokaktaki insanın durumunun ne olduğu kimseyi zerre ilgilendirmiyor. Buün köşelerinde döktüren pek sevgili Atatürkçü (!) yazarlar için sokakta açlık varmış, işsizlik varmış, insanlar intihar ediyormuş, çaresizlik tek çare olmuş, hiçbiri önemli değildir.

Çünkü zaten bunun farkında değiller. Siyah camlı karavanlarında, ciplerinde medya plazalarına gelirler, insanların yüzüne pislikmiş gibi bakarlar, sonra iki halk goygoyuyla "sizden biriyim" mesajı vermeye çalışırlar.

Diğerlerinin durumu bunlardan beter. Din, iman edebiyatıyla dünyaları götürürler, senede 3 kez gecekondu ziyareti yaparlar ama köşklerde, yalılarda otururlar. Karılarına onbinlerce dolarlık çantalar, ayakkabılar alırlar; çocuklarına yüzbinlerce dolarlık şirketler kurarlar, iki Ramazan çadırı, bir de gecekondu ziyaretiyle 'halk insanı' olurlar.

Birileri "Atatürk, Atatürk" diye senelerce bu halkın yoksulluğuna, çaresizliğine göz yumdu, birileri de şimdi "Allah Allah" diyerek, aynı şeyi yapıyor.

Hepsi aynı bokun soyu. Milletin eline oynamak için üç-beş oyuncak verip, arkadan hepimize dayıyorlar. Buna sesimizi çıkartacağımıza, 4 tane kızın ne yaptığıyla ilgileniyoruz.

Aptallıkta sınır tanımayan bir ırkın ahfadıyız.

Yalana ve yemeye doymuyorlar

Sağlık Bakanı Recep Akdağ, 11 Nisan 2011'de, "Kanser Haftası" dolayısıyla Rixos Grand Otel’de düzenlenen sempozyumda yaptığı konuşmada, "Kanserin korunma ve tedavi kısmıyla ilgili çok büyük kolaylıklar sağladık. Bugün Türkiye’de bütün kanser türlerini ücretsiz olarak tedavi ediyoruz. Bu dünyanın en zengin ülkelerinde bile görülmüyor."

Yorum yapmak istemiyorum ama her yalan söylediklerinde Pinokyo gibi burunları uzasa, bu iktidarda herkesin minimum 10 metre kadar burnu olurdu. Her panelde, her televizyona çıktıklarında sıktıkça sıkıyorlar, yalanın dibi yok. "Eskiden böyleydi, biz geldikten sonra"nın kıçına sıralayabildikleri her tür yalanı söylüyorlar.

Al sana Manisa'da 18 yaşındaki Aykut Can'un durumu. Tesadüf eseri lösemi olduğunu öğreniyor. Hastaneye yatırıyorlar, 1.5 ay boyunca kalıyor.

İki yıl boyunca tedavisine devam ediliyor. Manisa'daki Dericiler Sitesi'nde bir arıtma merkezinde işçi olarak çalışan babası, muayene giderleri ve ilaçlarına para yetiştirememeye başlıyor bir süre sonra.

Oğlunu ölüme mi gönderecek Emekçi Mehmet Abi. Tedavi masrafları için cebinde para kalmayınca, kredi kartlarından karşılamaya çalışıyor. Borçlar artıyor, artıyor ve 5 bin TL'yi buluyor.

Mehmet Abimiz, 5 bin TL'lik kart borcunu ödeyemediği için Salı günü cezavine giriyor.

Eşi cezaevine girdikten sonra, sigortası olmayan tedavi masraflarını karşılamak için Aykut'un annesi Aysel Can çalışmaya başlıyor.

Kanser dediğin boktan illette en önemli tedavi moral. Aykut, "Beni en çok yıkan olay babamın cezaevine girmesi. Lütfen babamı cezaevinden çıkartın" diyor. Bu moralle nasıl iyileşecek ki bu çocuk.

Devletin başındakiler yalan söylüyor. Üstelik kendi yurttaşının kanı, canı üstünden yalan söylüyor. Vicdanlı, şirin insanlar gibi görünüp, alabildiğine gaddar ve hain davranıyorlar herkese. Ama işte, bir gün o vicdana ihtiyaç duyacaklarını unutuyorlar.

Yedikçe yiyorlar. Daha fazla yemek için daha başka yalanlar söylüyorlar.

Şu çocuğa bir şey olursa, nasıl hesap vereceksiniz?
Oğlunun yaşama tutunması için üç kuruşluk borç için cezaevine giren babanın hesabını nasıl vereceksiniz?
Çalışmak zorunda bırakılan o annenin gözyaşlarının hesabını nasıl vereceksiniz?