15 yıl önce Metin Göktepe'yi öldüren polisler, bu denli 'gümbürtü' kopmasını beklemiyordu muhtemelen. Onlar için Evrensel gibi bir gazetenin muhabiriydi. Günde 7 bin satan, sesinin çok fazla çıkmadığını düşündükleri. O yüzdendir ki, aynı gün Cumhuriyet gazetesi muhabirini gözaltına alırken, oradaki polislerden biri "Bu Cumhuriyet'ten, başımıza iş alırız. Bırakın" diye, Cumhuriyet muhabirini gözaltına almamıştı.
Ümraniye Cezaevi'nde öldürülen tutuklu cenazelerini izlemek için Alibeyköy'e gittiğinde 28 yaşındaydı. Gazeteci olmasına karşın, ilçeye girişine izin verilmedi. Mesleki refleksle, ısrar etti, orada olmak, birkaç kare fotoğraf çekmek, olup bitenleri yazmak zorundaydı.
Metin'i gözaltına aldılar. Acaba coplarla kaç kez vurdular? Kaç dakika boyunca, çevresini saran polislerin cop darbelerine maruz kaldı?
Eyüp Kapalı Spor Salonu'nda kendinden geçinceye kadar Metin'e vurdular. Sonra da cansız bedenini bir büfe yanına bıraktılar.
Sonrası mı?
Sonrası aşağılık yalanlarla örüldü. "Gözaltına aldık ama bıraktık. Çay bahçesinde sandalyeden düştü" dediler. Bu boktan yalana, herkesin inanmasını beklediler. Paniğe kapılan devlet, dönemin İstanbul Valisi Orhan Taşanlar aracılığıyla yalanın ucuna yalan ekledi ve "Gözaltına alınanlar arasında Metin Göktepe'nin olmadığın kamera görüntülerinen tespit edildi. İsmi de, gözaltı listesinde yok" dediler.
Bu yalanı daha fazla sürdüremediler ve bu kez "Duvardan düştü" yalanına insanların inanmasını beklediler.
Sürece bakar mısınız? Devlet seri halde yalan söylüyor, her açıklamada bir önceki yalanlarını yalanlayıp, başka yalanlarla vakit kazanmaya çalışıyorlar. Yapılan şey ne kadar aşağılıksa, şu süreç en az onun kadar aşağılıktı.
Sonra dava süreci başladı. Davayı ilden ile kaçırdılar, insanların takip etmesini engellemek için. Çünkü bir grup insan, Metin Göktepe'nin ölümünün peşini bırakmadı.
Dava sürdükçe sürdü, 6 polis 2 yıla yakın bir ceza aldı. Fakat Metin Göktepe davası herkese şunu gösterdi; yılmadan, yıkılmadan, örgütlü mücadeleyle sonuç alınabileceğini gösterdi.
Metin Göktepe, kendisinden önce ve sonra öldürülen gazeteciler için herkese ışık tuttu. Devlet ilk kez yaptığını kabullenmek zorunda kaldı.
Metin'in ölümü, devletin, o döneme kadar yaptığı ve üstünü kapattığı yalanları su yüzüne çıkarttı. "Duvardan düştü, sandalyeden düştü" gibi aşağılık yalanlara kimseyi inandıramayacağını anladı.
Gerçeğin peşinden giden Metin Göktepe, gerçeğin peşinden gidenlere yolu ne kadar sarp da olsa bir sonuç alınabileceğini gösterdi.
Bugün geldiğimiz noktada, artık gazetecileri öldürmek yerine, cezaevlerine atıyorlar. Mesleklerinin gereğini yerine getiremeyecek noktaya getirilen gazeteciler, ilkokul öğrencisi gibi azarlanıyor, işlerini nasıl yapmaları gerektiği yönetenler tarafından tarif ediliyor, uymayanlar tek kişilik hücrelerle, yargılaması bitmeyen davalarla, tutukluluk halleriyle 'terbiye' edilmeye çalışılıyor.
Cezaevleriyle tanıştırılmayanlar ise mesleklerini yapamaz duruma getirilip, patronlar tarafından işlerine son veriliyor.
Susanlar ve susmayanlar arasında tenis maçına benzer bir oyun var. Susanlar ayın 1'inde ATM'lere kartlarını sokup, maaşlarını çekerken, susmayanlar ise KCK, Ergenekon, Oda TV gibi davalarda süründürülüyor.
Aylardan Ocak, günlerden 8 Ocak, yıl 2012.
Metin Göktepe'nin öldürülmesinin ardından tam tamına 16 yıl geçti. Daha 'demokratik Türkiye'de gazetecileri yine sokak ortasında öldürüyorlar, demir parmaklıklar ardına gönderiyorlar, işten çıkartma korkusuyla ehlileştiriyorlar.
Metin Göktepe bugün yaşıyor olsaydı, yine inandıklarının peşine takılırdı. Belki KCK'den, belki Ergenekon'dan içeriye alınmıştı bile. Birkaç kişi dışında kimse ismini bilmeyecekti, tanımayacaktı, ne iş yaptığından bihaber olacaktı.
Metin her yönüyle çok şey öğretti bize; inanç, korkusuzluk, örgütlü mücadele, her türden baskıya dayanmak, ucunda ölüm olsa da gerçeğin peşinden gitmek.
İnsanları ölümle tanımadığımız, gazetecilerin mesleklerini özgürce, korkusuzca yapabildiği, cezaevleriyle tanıştırılmadığı bir ülkede yaşama umudumuzu korumak lazım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder