12 Ekim 2009
Kimin geldiğinin ne önemi var ki?
Milli takımın başına yerli mi gelir, yabancı mı? İsmi Davut mu olur, David mi? Biz hâlâ bunları tartışıyorsak, zaten ne 2010'a gitmeyi hak ediyoruz ne de 2050'ye gitmeyi.
Plansızlığın plan olarak önümüze konulduğu, kaosun her daim var olduğu bir ülkede yaşıyorsak, Milli Takımın başına kimin geçtiğinin zerre önemi yok.
Günü kurtarma peşindeyiz. İsteyen baksın Fenerbahçe'nin Daum tercihine ya da Rijkaard'a "Go home" seslerini dinlesin.
Devletlerin siyasi iktidarlardan bağımsız, tercihleri doğru ya da yanlış polikaları vardır. Almanya'da Hıristiyan Demokratlar da gelse, Yeşiller de gelse, Sosyal Demokratlar da gelse değişmeyen yüzyıllık politikaları vardır, keza İngilizlerin, Fransızların.
Bu ülkede her siyasi iktidar değişiminde hem de bir ideolojik değişim olmadan politikalar değişir. İşte aynen şu an içinde bulunduğumuz futbol süreci de benzerlik gösteriyor.
Hiddink gelse ne olacak ki? Kuyruğuna teneke bağlayıp yollanmadı mı bu ülkede? Şenol Güneş gelse ne olacak. Bir-iki başarısızlıktan sonra gönderilmedi mi?
Havanda su dövülüyor, bunun başka bir açıklaması yok. Her kafadan çıkan ses, aşağı-yukarı benzerlikler gösteriyor.
Daha birkaç ay önce Bağış Erten'in Tam Saha dergisinde Rijkaard'la harika bir röportajı vardı. Birkaç ay Türkiye'de bulunan bir futbol adamı müthiş yerinde tespitler yaptıştı. Ne diyordu Rijkaard, kendisine sorulan "Galatasaray'da hedefiniz nedir? Avrupa düzeyinde bir takım yaratma hedefiniz var mı? Misal bir Porto, bir Lyon olabilir mi Galatasaray?" sorusuna; "Daha yolun çok başındayız. Bunları konuşmak için çok erken. Henüz elemeler aşamasındayız. Daha sezon başı antrenmanları bitmedi. Takım düzeni oturmadı. Başlangıçta pek çok şey ters gidebilir. Fiziksel ve teknik olarak iyi bir takım yaratmak için zaman lâzım. Yolun başında bir takım için şimdiden çok büyük hedefler çizmek istemem. Ama şunu da iyi biliyorum, eğer iyi başlarsanız, işler de iyi gider. Her gün üstüne koymalıyız, takım ruhunu yaratmalıyız. Bunu başardıktan sonra gerçekten anlamlı bir şey söyleyebiliriz, ama şimdi değil."
Ve en can alıcı tepsitinde "Aslında her şeyden biraz var Türk futbolunda. Ama hiçbir şey tam yok." cümlesi, bugün içinde bulunduğumuz durumu anlatmıyor mu?
Hiçbir sistemi kabullenmeyen, çünkü sistemsizliğin ülkenin her yerine sirayet ettiğini bilmiyor muyuz? Aptalı oynamanın ne anlamı var ki?
İsim mi arıyoruz? Al sana José Mourinho, Marcelo Lippi, Alex Ferguson. Daha sayayım mı? Alınacak iki yenilgide "Jose efendi, burası Türkiye, İngiltere'ye İtalya'ya benzemez" denmeyecek mi?
"Ferguson, senin 'Sir'lüğün ancak İngiltere'de geçer. Burası Türkiye, bambaşka bir ülke." edebiyatı yapılmayacak mı?
Başarının köpeğiyiz çünkü. Alınan sonuç yegâne parametremiz. İki beraberlikte "dahi" yaptığımız adamı üç yenilgide "Yeniköy Kasabı", "Zaten kokainmandı", "B planı da yokmuş" diye etiketleyip, üçbeş çapulcuya malzeme yapmıyor muyuz?
Kimse komik olmasın. Bu ülkenin insanları kazananın yanındadır, kaybedeni alaşağı eder. Hele ki, futbolda daha beterini yapar.
Çünkü hayatın hiçbir alanında plan yapmıyoruz, günü kurtarmanın peşindeyiz. Tıpkı Ceyhun'un, Yusuf'un milli takım forması giydiği gibi; tıpkı hedefleri büyütme aşamasına geldikten sonra 3 şampiyonluk sözü verdiğimiz gibi; tıpkı ülkede herhangi bir alanda başarılı olmuş insanları, kazandığı başarıya pişman ettiğimiz gibi.
Bu zihniyetteki milli takıma ya Hakan Şükür yakışır, ya Bülent Uygun. Tutarsın mikrofonu "Bizim evlatlarımız"dan başlar, "İnancın zaferi"nde bitirir.
Etiketler:
alex ferguson,
bülent uygun,
hakan şükür,
jose mourinho,
marcelo lippi
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)