29 Temmuz 2010

Bu takımdan bir bok olmaz


Eve yeni girdim. Sinirli desen değilim, kırgın desen değilim, bir garip haldeyim anlayacağınız. Tek kelimeyle özetlemem gerekirse, Galatasaray'da formalar dışında değişen hiçbir şey olmamış.

Stada girdiğimden itibaren dikkatimi çeken şey, taraftarın yılgınlığıydı. Kimsede bir heyecan emaresine rastlayamadım. Tek heyecan üste başa alınan formalardı.

Kadroları gördüğümde özellikle orta sahadaki Ayhan-Mustafa Sarp ve Barış üçlüsünün ismi okunduğunda ciddi anlamda içim burkuldu. Bu üç adamı geçen yıl izledik, diğer ikisini de birkaç seneden bu yana izliyoruz. Artık bunun tartışılacak bir yanı yok, ne yazık ki bu üç arkadaştan ancak ve ancak orta sahayı yedekler. Bunun dışında Galatasaray'ın orta sahası, emanet edilemez.

Şimdi kimse çıkıp bana "Aslında çok da kötü oynamadılar" demesin. Rakibe bakıyorum, Ayhan'ın, Sarp'ın, Barış'ın yaptıkları pas hatalarına bakıyorum. Yok arkadaş, hakikaten olmaz. Şimdi bunu biz görüyoruz, takımın başındaki Rijkaard görmüyor mu? Haliyle görüyor. Zaten gördüğü için bu denli mutsuz bir insan halini aldı.

Her sene aynı aptallıkları izlemekten sıkıldım. Şu takım bir Temmuz ayında tam takım halinde kampa gitsin. Bisiklet yaması gibi Ağustos'ta futbolcu alınca, takım gibi görünemiyorsun işte.

Hayır, çıksın yönetim adam gibi "Kardeşim bizim paramız yok, transfer yapamıyoruz. Transfer yapabilmek için ancak elimizdeki para eden adamları satmalıyız. Siz de ona göre davranın" dese, eyvallah. Başımın üstünde yeri var. Ama "Galatasaray'da transfer bitmez" diye milleti oyalamaktan vazgeçsinler.

Tek bir hazırlık maçı izlememe rağmen gayet kesin ve net bir dille şunu söyleyebilirim ki, bu takımın minimum bir tane orta saha oyuncusuna ihtiyacı var. Ben iyi halden bir tane dedim, aslında iki tane gerekiyor. Bu yeni bir durummuş gibi davranmak, sanki böyle bir ihtiyaç şimdi doğmuş gibi transfer planı yapmak, gerizekâlılıktan başka bir şey değil.

Haa, orta saha aldık bitti mi? Yok bitmedi tabii ki. Aykut'u kaç yıldır izliyoruz? Kaç kez şans verildi bu adama? Yani, halen Aykut'tan kaleci yaratmaya çalışmak Galatasaray gibi bir takıma yakışmıyor. Belli ki, kalende sorun var. Eee, o halde neden buna bir çözüm bulunmuyor? Aaaa, unuttum ama bonservissiz alınan Leo Franco vardı değil mi? Morgan De Sanchtis geçtiğimiz yıl 1 milyon 250 bin Euro'ya gitti Napoli'ye. Ama yok, biz akıllıyız ya, her kalecisi sorunlu bir ülkenin, milli takımına bile alınmayan kalecisini beleş diye alıyoruz.

Hadi kaleciyi de hallettik diyelim. Bu takımda Sabri diye bir sorun var. Kanserli kolu gerekirse keseceksin hayatta kalmak için. Geçen yıl Dos Santos'a yaptıklarını daha ilk maçta Pino'ya yaptı. Gözümün önünde olduğu için rahatlıkla söyleyebiliyorum. Pino belki berbat bir adam, belki bu takımda oynayamayacak kalitede. Bunların hepsini bir kenara koyuyorum. Ama bir adam eşek gibi boşa kaçarken, sen adama pas atmama pahasına orta sahaya atıp topu sıkıştırıyorsan, adama 'siktir git' derler. Hayatında hiçbir Galatasaray futbolcusuna bu lafı etmemiş bir adam bu lafı söylüyor artık düşünün gerisini.

Geç stopere. Servet için ister heyecanını kaybetmiş deyin, isterseniz adını başka bir şey koyun. İsmini bile telaffuz etmekte zorlanacağım bir adam karşısında ezim ezim ezildi. Beli dönmeyen futbolcu olmaz birader. İddia ediyorum Servet'le yan yana koşup, topa basmasını bilen her adam Servet'i perişan eder.

Oynamayan adamı eleştirmeyi sevmem ama Gökhan Zan sakatlıktan kurtulamadığı için ya da daha doğru bir deyişle, kendisini Galatasaray forması altında göremediğim için bu seferlik oynamadığı için eleştirmiş olayım. Olmayan tek stopere biz sahibiz. Herif yok, iki maç var sonra su buharı kıvamına gelip ortadan yok oluyor.

Sorarım, kim güveniyor Servet ve Gökhan Zan ikilisine. Lafın boku, "Ama milli takımda çok iyi oynuyorlar." İyi o zaman kırmızı-beyaz yapalım renklerimizi ve milli takıma benzer formalarla çıkalım, oldu olacak.

Devre arasında Atahan'la konuşuyoruz. Hemen hemen benzer duygular içindeymişiz. Hatta birebir örtüşüyor desem yeridir. Koskoca 90 dakikada Kewell'ın girmesinden başka beni heyecanlandıran bir şey olmadı.

11 kişi oynanan bu oyunda takımda sadece 3 tane adama gözüm takılıyorsa, kimse kusura bakmasın ama o takım iyi takım değildir. İyi bir takım değiliz, hatta vasatın altına doğru hızlı ilerliyoruz. Benim açımdan bunun sorumlusu iki Adnan'dan başka kimse değildir.

Adnan Polat, Galatasaray'ı 1990'lı yılların sonundaki Fenerbahçe'ye doğru götürmekte. Bunu görmeyen, anlamayan varsa aptalın önde gidenidir. Kimse çıkıp da bana, "Adnan Polat Galatasaray Başkanı, düzgün konuş" filan demesin. Böyle bir eleştiri türü peydah oldu son yıllarda. Sanki bu herifler Tanrı. Yok işte olmuyor, olacağı da yok.

Artık kimse birbirini kandırmaya kalkmasın. Artık eski Galatasaray çok gerilerde kaldı. Bu hayalleri bir kenara bırakıp, ayaklarımız yere basarak konuşmazsak olmayacak. Geçen yıl kaç tane maç var, önde götürdüğümüz ama son dakikalarda yenildiğimiz. Avrupa kupalarına bakıyorum; Bordeaux, Hamburg, OFK aklıma ilk gelenler. Hepsinde önde gittimiz maçları elimizle verdik.

Ya bunu ciddi söylüyorum, şu forma, font tartışması kadar takım tartışamıyoruz, başkan tartışamıyoruz, yönetici tartışamıyoruz.

Tekrar edeyim, Adnan Polat ve yönetimi ya vizyonlarını adam gibi ortaya koysunlar "Biz ligde ilk 5'e girmek için mücadele ederiz, Avrupa kupalarında da gücümüzün gitti yere kadar gideriz" diye, biz de hep birlikte ona göre izleyelim.

Ya da sahtekâr sahtekâr televizyona çıkarak, Aslantepe'ye geçince şöyle olacağız, bunları yapacağız diye ahkâm kesmesinler. Kimse aptal değil çünkü. Malezya ligini bile izleyebiliyoruz. O eski tip, medyaya atıp tutan yönetici modeli gerilerde kaldı.

Sözün özünü söyleyeyim. Ağustos ayına girmişsek ve minimum 5 adama ihtiyacımız varsa, yönetimin her yaptığı hareket Rijkaard'a "Hoca git artık sen" anlamı taşımaya başlamışsa, bu takımdan bir bok olmaz.

Beklenti içindeki saf ve masumane düşünen arkadaşları ben şimdiden uyarayım. Sonra sezon ortasında boş yere galeyana gelmeyin diye söylüyorum.

Ya her şeyi geçtim, Adnan Sezgin bu takımda görev alıyorsa, biz neyi tartışıyoruz ki.

Son cümlemi şöyle geçeyim; Türk futbolu enkaza doğru sürüklenmekte. Beşiktaş, Fenerbahçe ve Galatasaray. Oynadıkları futbola, aldıkları skorlara bakın, bunların daha iyi günlerimiz olduğunu göreceksiniz.

Ciddi anlamda bir anlık kızgınlıkla yazmış değilim bunları ama sürekli aynı senaryoyu izlemekten ve insanların aptal yerine konmasından da bıktım. Aslında yazacak o kadar çok şey var ki, bu kadarla bırakayım.

Fotoğraf: ntvmsnbc

Ah'lar ve vah'lar


Neredeyse bir hafta oldu bir şeyler yazmayalı. Bu kadar uzun süre susmamıştım habersiz, kaçak vaziyette. Bilinçli, bilinçsiz, istemli, istemsiz bir susuş oldu. Yazmadığım için kendimi suçladım, yine yazmadığım için biraz rahattım.

Çok şey oldu 6 günden bu yana. "Hangisi aklına geliyor?" derseniz; Guti transferi, Haldun Üstünel'in istifası, ülkeyi saran linç rüzgârı, ten rengi itibariyle 10 saniyenin altına inen Christophe Lemaitre'in 28 yıl aradan sonra 100 metrede Avrupa Şampiyonluğu yaşayan ilk beyaz oluşu, forma tartışmalarını bir çırpıda sayabilirim.

Aslında denk getirmedim ama şu bloğa yazmaya başlayalı bugün tam bir yıl oldu. Yanılmıyorsam bir akşam bilgisayarın başında, "Hadi lan yaz" dedim, kendi kendime. Gerisini zaten takip edenler biliyor.

Bir sorgulama içinde değilim ancak hakikaten sanal bir mecraymış burası. Yazdığın sürece varsın, yazmadığın sürece yoksun. Bunu bir kırgınlıkla yazıyor değilim. Tam tersi aslında başından beri öyle kitlelere ulaşayım gibi bir derdim olmadı. Hatta hep söylüyorum, şu takipçi listesi, düşündüğüm sayıya ulaştığı gün, bloğu kapatıp başka bir isimle açacağım.

Türkiye'de olanlar keyfimi kaçırıyor fazlaca. Öyle çok uzaklara gitmeye gerek yok, sanırım bir ay önce yazdım, ülkenin adım adım iç savaşa süreklendiğini. Bunu görmemek -hadi aptal demeyeyim- çok fazla iyi niyetli olmak gerekir.

Bugün geldiğimiz noktada, ülkenin valileri linç kültürünü savunmak için "İşin ilginç yanı, bu eylemi yapanlar vatanını milletini seven insanlar" diyorsa, ülkenin muhalefet lideri, bu olaylara "Haklı bir infial" gözüyle bakıyorsa ya da halka umut olarak sunulan, kongresinde "Faşizme geçit vermeyeceğiz" diyen ana muhalefet lideri, bu olayların tümünü işsizliğe ve ekonomik koşullara bağlıyorsa, içinden çıkılamayacak noktaya ilerlediğimizi anlamamız gerekir.

Bugün etrafımızda olan biteni anlamak için aslında öyle çok da gerilere bakmamıza gerek yok. Elazığ, Malatya, Sivas, Çorum, Kahramanmaraş veya Yozgat'taki olaylar yüzyıllar öncesinde yaşanmadı.

Hatay ve İnegöl'de yaşananları bu aptalca tezlerle savunmak aslında bir bakıma, yaşanmış bütün bu linç ve katliamları savunmaktan başka bir şey değil. O zaman Alevilerin evlerine Nazi Almanyası'ndaki gibi çarpı atanları, hamile kadınların karınlarını deşenleri, insanları yakarken "Allah Allah" nidaları ile zafer çığlıkları atanları da, dibine kadar faşizm kokan açıklamalarla aklayalım. Nasılsa yüzyıllar sonrasına gerek kalmadan, hafızalarımız bir çırpıda unutacak yaşananları.

Doğrusu sürekli tekrar etmekten içi boşaltılmış hale gelen 'barış' çağrılarının samimiyetine artık hiç mi hiç inanmıyorum. Kürt sorunu, her iki tarafın da beslendiği bir bataklık halini aldı. Herkesin ayrı planları var. Her iki taraf da, kendisini mağdur göstermek için elinden geleni yapıyor.

Biri kanı kanla yıkamak derdinde, diğeri ise ülkenin 'bölünmez bütünlüğü' adına her yaptığını haklı göstermek çabasında. Haa, bir de; senelerdir süren bu sorunu kendi iktidarının sona erdirilmesi için uygulanan bir plan olduğunu savunuyor.

Zaman hızla tükeniyor, hepimiz için hem de. Sokaklarda dökülmek üzere olan kan hepimizin eline yüzüne bulaşmak üzere. Hepimiz az ya da çok sorumlu olacağız tek bir damla kandan bile. Kimimiz oturduğumuz yerde faşizm çığlıkları attığı için, kimimiz olan biteni izlediği için.

12 Eylül'le ilgili hafızamda kalan en net şeyi anlatayım, belki biraz daha net anlarsınız. Almanya'dan yeni dönmüş bir ailenin çoçuğuydum. Henüz ilkokula başlamamışım. Beyazıt'taki İstanbul Üniversitesi'nin şimdi Su Ürünleri Fakültesi olan caddenin üstünde oturuyorduk, Laleli'nin göbeği yani.

Haliyle çocuk aklı ama o denli çarpıcı bir görüntüydü ki, -sonrasında annemden ve babamdan dinlemiştim ana hikâyeyi- unutabilmek mümkün değil. Hiç sokağa çıkamadığımı anımsıyorum. Sokaklarda silah sesleri duyuyorum ancak sesin silaha ait olup olmadığını bilmiyorum.

Ya Salı ya da çarşamba günüydü. Elimde geriye çektiğinde kendiliğinden ileri giden o meşhur arabalardan var. Pencerenin kenarında pervazda geri çekip bırakıyorum arabayı. Sokağan içinde üç kişinin koştuğunu gördüm. Tam kapımızın önünden geçerlerken, o silah seslerini duydum ve ikisi düştü. Annem koşarak geldi yanıma ve bana sarılarak halının üstüne kapaklandı. Ağlamaya başladım fakat niçin ağladığıı bilmiyorum. Bir saat kadar öylece annem bana sarılmış, halının üstünde yattık. Sonra annem, "Ozan sakın kalkma olur mu oğlum?" dedi. Pencerenin kenarına doğru gitti ve ağlamaya başladı.

Annem ağlayınca çocuk merakı ile "N'oldu anne, kim üzdü?" dedim. Hiç cevap vermedi. Usulca kalktım ve yanına gidip, pencereden baktım. İki genç yerde yatıyordu, kanlar içinde. Sokak ne kadar boşsa, pencereler inadına kalabalık. Kimse kılını kıpırdatmıyor, öylece seyrediyor. "Anne ne olmuş o abilere? Neden anbutan -ambulans- yok?" dedim. Annem gözyaşlarını sildi ve bana dönerek, "Gelmez oğlum" dedi.

O iki gencin cesetleri sanırım bir günden fazla süre kapımızın önünde kaldı. Görmedim ama iki gencin anne ve babasının, çocuklarının ölü bedenlerine sarılıp hıçkırıklara boğulduğunu dinledim.

Üstleri gazete ile örtülmüştü sadece. Sonra ambulans geldi ve iki gencin ölü bedenlerini alıp götürdü. Annem, Hatice Teyze ve ismini şu anda bilmediğim bir teyze daha ellerinde su dolu kovalar ve çalı süpürgeleri ile sokağa indiler. Üçü birden su döküp, yerdeki kanları temizliyordu.

Çok sonraları düşündüğümde, oturup bir köşede olan bitenin sona ermesini bekleyenlerin görevinin akan kanı temizlemek olduğunu anladım. O günlerde sokağa çıkmayarak, 'barış' dileyenlerin, eline az çok kan bulaşmıştır. Ama sessiz kaldıkları için ama süpürgelerle kapılarının önündeki kanı temizledikleri için.

İşte bugün hepimiz; Hatay'da, İnegöl'de, Selendi'de, İzmir'de, Ayvalık'ta, Muğla'da, Bayramiç'te Kürtlere karşı girişilen linç olaylarına karşı sessiz kaldığımız için yarın akacak kandan sorumluyuz.

Tabii bunun karşısında ellerinde, "İntikam" yazılı pankartlarla, yükselen faşizm dalgasına hatırı sayılır katkıda bulunanlar da sorumludur.

Kapımızın önünde birilerinin cesetlerini bulmadan, elimizde süpürgelerle kan temizlemeye girişmeden önce kolları sıvamamız gerekir. Girin bakın facebook, twitter sayfalarına, savaş çığlıkları nasıl yükseliyor. Ülke akl-ı selim'i kaybetmiş vaziyette, freni boşalmış kamyon gibi duvara çarpmak üzere.

Barış istediğini söyleyenler, özel ordu ve özel savaş gibi kontgerillayı yeniden ayağa kaldırmak için çabalarken, öte taraftan barış çığlıkları adı altında elinde benzin bidonuyla yangın yerine koşanlara dur demenin tam da vakti.

Bu bazen, en naif biçimde, bazen de Zidane'nın Materazzi'ye attığı kafa gibi olur. Ama bir biçimde olmalı. Yoksa sonrası zaten hep yaşanan hikâye olacak. Yani ah'lar ve vah'lar.