7 Ağustos 2011

Galatasaray camiası şekil değiştiriyor (!)


Daha postun mürekkebi bile kurumadı, Milliyet önceki gün Insua görünümlü Culio'yu Orduspor'a kiralamıştı. Şurada gösterildiği üzere.

Bugün de kendileri, Bülent Tulun görünümlü Adnan Polat'ın ifade vermeye gittiğini yazmışlar. Arkadaşlar günden güne kendilerini aşıyor.

Ama bütün bunlar Doğan görünümlü Şahin'in suçu. Beyinlere senelerce kazındı kazındı ve işte geldiğimiz noktada artık Galatasaray'da herkes herkese benziyor.

Gönül istiyor ki, Ayhan görünümlü Xavi'miz, Servet görünümlü Puyol'umuz, Gökhan Zan görünümlü Terry'miz, Mustafa Sarp görünümlü Gerrard'ımız olsun.

Milliyet biraz daha kasarsa, bunların hepsi olur, hepsi gerçekleşir.

Aptallığın bir sınırı vardır diye düşünürdüm hep. Yokmuş o sınır, aşılıyormuş. 100 metrede Carl Lewis 9.93 ve 9.92 koştuğunda "Bu rekor kırılmaz" denmişti. Hatta "Artık mesafeler değiştirilsin yeni rekorlar gelmez" diyen insanlar vardı ama Jamaikalı manyağın biri çıktı 9.58'e kadar taşıdıysa, bunlar da aptallık sınırlarını günden güne genişletiyorlar.

Ha gayret Milliyet, haydi burada kalmasın. Daha büyük aptallıklara doğru yelken açın, açık denizlerde yol alın. Siz Milliyet'siniz embesillikte sınır tanımazsınız.

Sizi sevenleri üzmeyin lan, kime diyorum...

Dayı -2-


Ebru elindeki çay bardağını sımsıkı kavradı, biraz daha sıksa kırılacakmış gibi. Hiçbir şey söylemeden ayağa kalktı. Adımları her zamankinden daha ağırdı, odaya girdi ve kapıyı kapattı. Kimseden ses çıkmıyordu, Vedat ve Anıl göz göze geldiler. Ağzından çıkan cümlenin pişmanlığı suratına yansıdı. Ebru’nun yanına gitmek istiyordu ama tükürdüğünü yalamak pek ona göre değildi.

Oturduğu yerden masaya uzanıp, sigaraya uzandı. Parmaklarının arasında çevirmeye başladı sigarayı, usta bir bateristin, bagetini sallamasına benziyordu. Ucundan tutup, ağzına götürdü, bir süre yakmadan ağzında tuttu. Anıl ve Özlem, odadan sessizce çıkıp gitmişlerdi. İçi içini yerken, kapıda beliren Ebru’yu fark etti. Birbirlerine bakıp, sessiz kelimelerle konuşuyorlardı. Vedat özür diler gibiydi, Ebru 'sarıl' diyordu. Sessiz kelimelere ses veren Ebru oldu.

- Ben çıkıyorum.
- Nereye?
- Alana gidiyorum, sendikayla birlikte yürüyeceğim. Fikrini değiştirirsen, beni nerede bulacağını biliyorsun.

Vedat'ın geri adım atmaya hiç mi hiç niyeti yoktu. "Peki ben de partiyle yürüyeceğim" diye karşılık verdi.

Anıl ve Özlem odadan çıktılar, Ebru'ya sarıldılar. Anıl, Ebru'nun yanına mutlaka geleceğine dair bir şeyler söyledi, Vedat'la göz göze gelerek. Sigaradan derin nefes aldı. Ne ağzından ne de burnundan duman çıkmadı, hepsini içine çekti. Pencereden kafasını uzattı. Kapının kapandığını duydu ama kafasını çevirip bakmadı bile.

Ebru kafasını çevirip bakmadan, sokakta kayboldu. Anıl, yanına geldi, omzundan tutup "Dayı, kızma sakın ama hatalısın. Akıl verecek değilim de, böyle mi söylenir?" dedi. Yanıt veremedi, sessizliği hatalı olduğunun farkındalığına işaretti.

- Dayı yürü çıkalım, alanda unutulur bunlar.
- Ebru unutmaz, unutmayacağını biliyorum.
- Tamam işte. Özür dile madem öyle.
- Siktir et!

Evden çıktılar, Vedat kafasında ne yapacağını, ne söyleyeceğini evirip çevirirken, Anıl "Abi ben Ebru'nun yanına gideceğim. Kızmak, darılmak yok" dedi. Kimseye kızacak durumda değildi, "Sen bilirsin" diye yanıtladı.

Göğüs kafesinin içine bir öküz oturmuş, inmek bilmiyor gibiydi. Nefes almakta güçlük çekiyordu, karabasanlar tüm ruhunu esir almıştı. Kendini sorgulamak ne zor geliyordu, "Keşke her şey birdenbire kendiliğinden iyi olsaydı" diye geçirdi içinden.

Otobüse bindiler. Anıl gazeteye göz gezdirirken, Vedat hızla giden otobüsten dışarıya bakıyordu. Ani bir frenle öne doğru fırladı, birine çarptı. Zaten siniri tepesindeydi, iyiden iyiye çileden çıkmıştı. "Karpuz mu taşıyorsun lan!" diye bağırdı.

Otobüs şoförü bir fren daha yaptı, aracı durdurdu, "İn lan otobüsten aşağıya, dayak isteme" deyince, Vedat olduğu yerden, şoföre doğru ok gibi fırladı. Gözünün üstüne yumruğu indirince, şoför düştü. İki yakasından tutup, "İnsan taşıyorsun lan, dikkat edeceksin pezevenk" diye sarsmaya başladı. Başına üşüşüverdiler, her kafadan başka bir ses çıkıyordu. "Zamane gençliği çok saygısız", "Çocuk haklı, kaç kere böyle fren yaptı", "Araya girmeseler adamı öldürüyordu gördün mü?", "Serseri ayol serseri."

Anıl, kalabalığı yarıp, "Dayı manyak mısın, ne yapıyorsun sen? Başımızı belaya sokma" diye çekip aldı Vedat'ı.

- Yürü dayı yürü.
- Çıldırtmayın ulan adamı, herif otobüse bindiğimizden beri frene basıp duruyor. Hiçbir şeye sesimizi çıkartmayacak mıyız? Koyun musunuz siz, bir tepki verin. Kaç kişinin hayatını tehlikeye atıyor herif, bir kimse de laf söylemiyor.

Kalabalığa doğru bağırıyordu, kimseden yine ses çıkmıyordu. Şoför "Polise bildireceğim seni" diye arkasından bağırırken, ön kapının düğmesine bastı Anıl ve indiler otobüsten.

- Herifin suratının ortasına vurman şart mı be abicim?
- Haketti puşt!
- Haketmedi demiyorum, şu sinirini bir kontrol etmeyi öğren dayı. Ne çabuk parlıyorsun. Üstelik sevdiğin insanlara da aynısını yapıyorsun. Tersliyorsun, bağırıyorsun.
- Anıl akıl satma bana.

Beşiktaş'a gelmişlerdi bile. Yol boyunca tartıştılar, Anıl pes etti sonunda, sustu. Kadıköy otobüsüne binerken Anıl takılmadan edemedi, "Bunu da dövme Dayı." İkisi de koyverdiler, bastılar kahkahayı.

Köprünün tam ortasında İstanbul'u seyretmeye koyuldu. Bunca kirletilmişliğine rağmen hâlâ tertemiz gibi geliyordu. Bu sokaklarda top oynadı, bu sokaklarda kavga etti, bu sokaklarda kavgayı öğrendi, direnmeyi, dostluğu, aşkı, nefreti, insana dair her şeyi.

Ne yapmalı da Ebru'nun gönlünü almalıydı acaba? Öyle diğer kızlar gibi çabucak kanmazdı. Hata yaptığının farkındaydı ya, geri adım atmak da istemiyordu. "Dur bakalım hele bir alana gidelim" diye kendi kendine söylendi.

Anıl kafasını yaslamış, uyukluyordu.

- Kalk oğlum.
- Haa, ne dedin?
- Rahatsız mısın Anıl? Kalk geliyoruz, 1 Mayıs'ta ne uyuması bu?
- İçim geçmiş be dayı.
- Başka şey söylesen şaşardım. Tam senlik cevap.
- Aman be dayı, bir huzur ver.
- Toparlan hadi. Bana bak, Ebru'ya sahip çık.
- Söylediğin şeye bak. O nasıl laf?
- Aklında bulunsun dedim.

Otobüs Kadıköy'e gelmeden durdu. Bundan sonrasını yayan gideceklerdi. Önlerine insanları katıp, yürümeye başladılar. Tanıdık bir yüz buluruz diye etrafa bakınıyordu ikisi de. Kalabalığı yara yara, adımlarını hızlandırarak, meydana doğru ilerlediler.

- Dayı ben burada ayrılayım. Saat 4 gibi Beşiktaş iskelesinde buluşalım.
- Tamam haydi, dediğimi de unutma.
- Of abi of. Karşında çocuk var gibi nasihat verme, kaç oldu?
- Ne zaman büyüdün lan?

Sarıldılar birbirlerine, Anıl kulağına eğilerek "Merak etme" dedi.

Vedat, büfelerin oraya geldiğinde partiden İhsan'ı gördü. Tokalaştılar, İhsan olan bitenden haberi olup olmadığını sordu.

- Ne olmuş?
- Üç kişi öldürülmüş, alanda tek tip kıyafetliler var, büyük olaylara gebe.
- Yapma!
- Sabah öldürülmüşler, polis kurşunu.
- Nasıl olur?
- Bildiğim bu kadar ama ben kardeşimi eve yolladım, ne olur ne olmaz diye.
- Eyvallah İhsan, görüşürüz.

Vedat, Ebru'yu bulmak için koşturarak ayrıldı. İnsanlara çarpa çarpa ilerledi. Kürsünün bulunduğu yerde olmalıydılar. Her attığı adımda kalabalık biraz daha fazlalaşıyordu. Kürsünün önüne kadar geldi ancak ne Ebru ne de Anıl'ı göremedi. Bir sağa, bir sola, şuursuzca yürüyordu. Arada yukarıdaki grubu kesiyordu.

Neredeyse, kürsünün etrafındaki her yere bakmıştı. Zaman geçtikçe siniri tepesine çıkıyordu. Bir el omzuna dokundu, arkasını döndü ve okuldan Cem, "Sizinkilere mi baktın?" dedi.

- Ebru ve Anıl'ı arıyorum.
- Onlar da seni arıyor, yukarı doğru çıktılar.

Hiçbir şey söylemeden, yolun karşısına doğru koşmaya başladı. Yukarıdan tek tip kıyafetli insanlar aşağıya doğru iniyordu; "Titre oligarşi parti cephe geliyor!"

Köşeyi daha dönememişti ki, insanların etrafa saldırdığını gördü. Bankalar, dükkânlar, mağazalar, kızgın kalabalıktan nasibini alıyordu. Bir yandan aralarına katılmak, diğer yandan Ebru ve Anıl'ı bulmak istiyordu. "Anıl akıllı çocuktur, götürmüştür onu" diye geçirdi aklından.

Tam bankanın önündeydi, yerden bir taş aldı ve havaya kaldırdı. Tam fırlatacakken "Vedatttt" diye bir ses duydu. Kafasını çevirdiğinde Ebru ile göz göze geldi. Anıl da hemen arkasındaydı.

- Vedat saçmalama yürü.
- Saçmalamıyorum Ebru.
- Ne yapmaya çalışıyorsun o taşla? Bankaya attığın zaman rahatlayacak mısın?
- Bu halkı soyanlardan hesap soracağım.
- Böyle mi hesap soracaksın? Sen bu olamazsın Vedat.
- Bak Ebru...
- Yazık, 2 yıldır sevdiğim adamın bu olduğuna inanmak güç. Sana söyleyecek başka bir sözüm yok.

Vedat elinde taşla kalakalmıştı. Ebru'ya hiç anlatmadığı şeyler vardı. Daha çocukken, babasının küçük ayakkabı atölyesini büyütmek için aldığı krediyi, ortağının onu dolandırmasını, eve gelen haciz memurlarını, televizyona sarılıp "Lütfen bunu bırakın" diye ağlamasını, babasının 8 ay cezaevinde kalmasını.

Elini havaya kaldırdı ve taşı fırlattı, Ebru'ya döndü. Gözlerindeki acıma hissi ve pişmanlık seziliyordu. Elinden tutmak istedi ama sertçe çekti elini, "Beynimde ve yüreğimde başka bir adama aşık olmuşum. Bir vandala değil" diye de ekledi.

Vedat sökülen kaldırım taşlarından birini eline alıp, banka camına fırlattı. Aynı taşı alıp defalarca vurmaya başladı. Vurduğu bir cam değil, geçmişi ve bugünüydü. Sinirden boğazındaki damarlar fırlamış, suratı kızıla çalıyordu. Vurdukça hıncı artıyordu, camın kırılmazlığı küplere bindirmişti. Etrafındaki kimseye fark etmiyordu, tek başınaymış gibi hissediyordu.

Biri eline demirden bir çubuk tutuşturdu. Yüzüne dönüp bakmadı bile. Bu kez demir çubukla vuruyordu camlara.

Kafasında bir ağrı hissetti, sol eliyle şöyle bir yokladı. Kan geliyordu, arkasını dönmeye bile fırsat bulmadan, yere yığıldı.