15 Şubat 2011

Bok sinekleri, orospu çocukları ve pezevenk evlatları


Bok sineklerini bilir misiniz?

Bütün yaşamlarını bok üstünde geçirirler.

Diğer sineklerden ayrılan yönleri, ne kadar kovarsanız kovun gitmezler. Yeniden gelip o bokun üstüne yapışıverirler.

Hayatları bokla beslenmek zorunda olduğundan, hemen herkes nefret eder onlardan.

Tabii kendi gibi bok sinekleri hariç. Kendilerine katlananlar ancak ve ancak kendi gibi bok sinekleridir.

Bok sinekleri yeşil renklerinden ötürü hemen fark edilirler.

Parazitle beslenen bu bok sineklerinin ömrü ne yazık ki kısadır.

Kısa ömürleri boyunca tek yaptıkları ise bok yiyerek beslenmektir.

Birinize sorsam, "Dünyaya yeniden gelsen ve bir hayvan olsan hangisini seçerdin?" diye kimse "Ben bok sineği olmak istiyorum" diye yanıt vermez.

Bok sineklerinin çoğaldığı durumlarda, hemen anlarız ki, ortalıkta bok vardır.

Bok yerken semiriyorlar, ürüyorlar, tüm yaşamlarını böyle geçiriyorlar.

Her bok sineği yiyebildiği kadar bok yemeye devam etsin.

Ama bilin ki, bokun içinde geçen bir hayat, hiçbir insana yakışmazdı. Bu yüzden bok sineği olmayın sakın.

Yani size, "Dünyaya yeniden gelsen ve bir hayvan olsan hangisini seçerdin?" diye sorduğumda, "Ben bok sineği olmak istiyorum" demeyin.

Çünkü bok sineklerinden nefret etmeyen insan yoktur.

Onurunuz, gururunuz, şerefiniz, haysiyetiniz, namusunuz varsa, üç kuruş paraya satılmamışsanız, hayata karşı dik durmuşsanız, çocuklarınıza şerefsiz bir soyadı bırakmadıysanız, insan olmak en güzel şeydir.

Bazıları seçemez ailesini, orospu çocuğu ya da pezevenk evladı olabilirler. Ama onurlu bir yaşam sürdürürler.

Ama bazıları orospu ya da pezevenk çocuğu olmak için büyük uğraş verir. Şerefsizlik, haysiyetsizlik, onursuzluk, gurursuzluk, yakalarındaki rozet, alınlarındaki damgadır.

Para için analarını bile satarlar, zaten o yüzden pezevenk evladı ya da orospu çocuğu olarak anılırlar.

Bu aşağıdaki fotoğraflar mı ne? Konuyla ilgisi olduğunu mu düşündünüz yoksa?

Ne ilgisi var canım, ben sadece belgesel tadında bir şeyler karaladım, hepsi o kadar...

10 soru 10 blogla haftanın değerlendirmesi


GİRİŞ NOTU: Kime soru sormay unuttum ben, haber versin bana. Beynim darmadağın kusura bakmayın

Çok iyi giden bir Fenerbahçe ve berbat giden bir Beşiktaş. Hafta sonu için beklentin nedir?

Tribünsel Sevda: Fenerbahçe'nin 2. yarıda bütün maçlarını kazanmasından daha çok takımın birlik içinde hareket etmesi daha önemli.
İnönü'ye bu birliktelik ve beraberlikle çıkacak olmamız bizim için avantaj olacaktır.

Özellikle son İbrahim Üzülmez olayıyla ilgili Beşiktaş camiası daha da karışmış durumda. Onlarda mutlaka kazanmak isteyeceklerdir ve zannedersem Guti'de sahada olacak. İspanyol futbolcunun varlığı bile Beşiktaş'ın toparlanması için yeterli oluyor.

Beşiktaş'ın çok kötü, Fenerbahçe'nin çok iyi olması derbinin sonucuna bir ipucu olamaz. Bunun örneğini Kadıköy'deki Fenerbahçe-Galatasaray derbisinde gördük.
Ama elbette oluncu performanslarına göre bir yorum yapacak olursak ben bu maçtan beraberlik çıkma ihtimalinin yüksek olduğunu düşünüyorum.

Engin ve Burak'ın saha içindeki gerilimi için ne söylersin? Takım üstündeki gerginliğin bir yansıması mıdır yoksa salt Engin'den mi kaynaklanıyor?

Ceza Sahası: Yanıtım problemin Engin kaynaklı olduğudur. Engin bugün özür diledi. Burak da mevzuu fazla uzatmayacağının sinyalini daha maçın başında vermişti.
Engin'in ilk vukuatı bu değil. Daha önce Avni Aker'de oynanan 0-0 sona eren Eskişehirspor maçında da benzerî bir çıkışı olmuştu oyundan alınırken. O dönemde bir baskıdan söz edebilir miydik? Hayır. Takım gayet iyi gidiyordu. Fakat Engin bu...

Aslında maç içinde klasik Engin'den çok uzaktı. Sabırlıydı, çok sert müdahalelere maruz kalmasına karşın sabrını korudu. "Galiba bu sefer çıldırdı" diyebileceğim bir çok pozisyonda tuttu kendini.
Hatta alakasız hareketlerden kaçınışını bir pozisyonda iyice gözlemledim: Kendi lehine taç verilmesi gereken bir topun rakibe verilmesi üzerine topa vurmaya yeltenip bir şeyleri hatırlayarak kendini frenlediği an.

Bu tip futbolcuların değişim yolundayken bazı patlama anları olabiliyor. Engin de kendini tuttu, tuttu ve alâkasız bir yerden patlayıverdi. Tabii bu hoşgörülebilir bir davranış değil.
Hiçbir profesyonel futbolcu, ister takımını çok sevsin -Engin gibi- ister nefret etsin, böyle bir hareketi yapma lüksüne sahip değil. Mahalle maçlarında şu hareketi yapanı bir daha takıma almıyorduk biz.

Engin yatsın kalksın Şenol hocaya dua etsin. Çok değil, daha bir kaç ay önce Trabzonspor dergisine "Uğruna ölürüm" demişti Trabzonspor formasıyla alâkalı olarak. Şunu gördük ki bu sözü de bir gaz anında söylemiş. Ben öyle düşündüm maçtan sonra..

Hagi'nin oynatmak istediği oyunun saha içindeki oyuncular birbiriyle örtüştüğünü düşünüyor musun?

Eren Loğoğlu: Kayıp bir sezon yaşanıyor. Türkiye Kupası dışında rasyonel bir amaç da kalmadı, ligde dördüncü olma şansı her hafta azalıyor. Böyle bir ortamda yapılacak en uygun iş önümüzdeki sezonun programı için şimdiden deneme/yanılma yoluyla bazı tespitler ve onların sonucu olarak kararlar almaktır.

Hagi, bu süreci tecrübe ediyor şu an. Ne oynatmak istediği konusunda da net bir tavrı yok haliyle. Bazı temel istekleri bulunuyor, Galatasaray'ın karakteristiğiyle -2000 ruhu- örtüşen bir ön alan baskısı gibi. 4-1-4-1 formasyonuyla takımın konumlandırıyor ve iki merkez oyun noktası oluşturuyor, burda da kadro içersinde futbol aklı en üst düzey olan iki oyuncuyu -Lucas, Kewell- kullanıyor.

Onun stratejisinde orta saha çok önemli, bu sebeple çok alternatif üzerinde durdu bu bölge için. H Balta ve Sabri akla en son gelenlerdi. Culio'yu sol iç yaparken, sağ iç olarak da aynı dinamizmi sunacak birisini arıyor ve Sabri'ye yoğunlaşıyor;

------------------Lucas----------------
Kazım---Sabri---Culio---Stancu
-------------------------------------------
------------------Kewell---------------

şeklinde.

Devre arası Biglia ısrarının altında yatan sebep de Sabri'nin bölgesiydi kanımca. Yekta'nın mutlaka düşünülmesi gerekiyor oraya. Arda ve Baros döndüğünde, Kewell ve Kazım'ın değişeceği söylenebilir. Bu tarz bir orta saha kurma amacı, Culio'nun sol iç / açık oynayabilmesinden dolayı;

------------------Lucas----------------
---Sabri---------------------Culio----
----------Kazım-------Stancu-------
------------------Kewell---------------

gibi bir yapıya evrilme şansı doğuyor top kullanıldığında. Biglia gibi bir isim olmadığından top kullanabilen Lucas önde, süpürücü Cana arkada oynuyor, bu da pek çok zaafı ortaya çıkarıyor.

Bunun yanında ayrıca bek sorunları -Serkan, H Balta- ve merkez savunmacıların -özellikle Servet- çizgi halinde yakalanıp rezil olmamak adına savunmayı geriye çekmesi sıkıntıları da var.

Serkan, G Zan, Çağlar, H Balta, Sabri, M Sarp, Barış gibi oyuncular verimli olabilecekleri bir bölge, görev tanımı varsa sistem içersinde bunun denemesine giriyorlar, zamanla eleminasyona uğrayacaklarını düşünüyorum.

Böyle bir operasyon için elbette yerlerine alınması gereken yerliler olacağından bütçe gerekecek, bu da bir başka tercihle karşı karşıya kalma anlamı taşıyor. Hagi'nin kalıp kalamayacağı ve uygulamak istediklerini bu yazdan itibaren devreye sokup sokamayacağı da Zapata&Romero gibi transfer başarısızlıklarını da düşününce ayrı bir tartışma konusu.

Türk Telekom Arena ve Galatasaray arasında bir isim krizi yaşanıyor. Galatasaray yönetimi bu krizi iyi yönetemedi mi yoksa krizin temel sebebi yönetimin kendisi midir?

Beşiktaş ve Federasyon arasındaki kavga büyüyor. Tartışmanın bir ucunda da Galatasaray var ve sanki aynı safta gibilir. Bu kavganın sonunda Federasyon'un görevde kalabileceğini düşünüyor musun?

Stalker: Bu tartışmalar, diklenmeler, atışmalar filan bana yapay geliyor. Neyi paylaşamadıkları muğlak bir kere. Çok ilgilenmediğim için belki kaçırdığım şeyler olmuştur ama hakem hataları dışında yoğun itirazlara neden olan ciddi bir mesele görmedim.

Kulüp yönetimleri kendi başarısızlıklarına ve beceriksizliklerine kılıf uydurmak için hakem facialarını gündemin ilk maddesi haline getiriyorlar. Zira kamuoyunu manipüle etmenin en kolay yolu bu.

Bir döngü var; sırayla her kulüp yakınıyor durumdan ama sistemin nasıl işlediğine dair ne analiz var, ne isyan. En basit çıkış noktası şudur: Oyunu güzelleştirmenin yolları aranmıyor.

Buradan start alırsak, bütün zihniyeti dönüştürmek gerekir tabii. Bu da hakemlerle sınırlı kalmaz, yönetimlerden teknik direktörlere kadar uzanır. E kim ister ki bunu?

Neyse, sonunu şöyle getireyim: Beşiktaş ve Galatasaray yönetimleri sahadaki sonuçlardan sonra dalga konusu olmuşken, federasyonu filan düşüremezler. Yarışın içinde olsalardı ihtimal verebilirdim, fakat ortada sudan sebepler var. Buradan onlara ekmek çıkmaz.


Futbol Muhalifi: Galatasaraylı arkadaşlar kusura bakmasın ama TT Arena önümüzdeki birkaç sene boyunca onlar için tam bir baş belası olacak gibi gözüküyor. Bunda da tabii ki yönetimin köylü kurnazı gibi hareket etmesi en önemli sebep. Köylü kurnazı dediğim kişilere bireysel olarak baktığımız zaman kelli felli insanlar olduğunu görüyoruz. (Ufak bir aile şirketini yönetenler yok karşımızda.)

Fakat icraatlara bakınca insan gerçekten şaşırıyor. Bir sözleşme yapılıyor ve sen bunu açıkça çiğniyorsun. Sonra da "ya ne olacaktı, Telekom'dan böyle bir şey beklemiyorduk" deme ayıbını gösteriyorsun. Telekom, doğal olarak geri adım atacak, çünkü bir şekilde Galatasaray taraftarını karşısına alma durumu var.
Burada da başkan Adnan Polat resmen tribünlere oynayarak onlardan yardım istiyor, ki daha stadın açılışında yaşanan olaylar unutulmuş değil.

Tüm bunları yazdıktan sonra suçu yönetimin basiretsizliğine bağlayarak olayı kapatabiliriz. Her ne kadar büyük suç onlarda olsa da Galatasaray bir değişim içinde ve bu değişimi yaparken de hatalar olacaktır.

Bundan 10 sene sonra kulübün kurumsal olarak başarılarından söz edersek bilin ki buradaki pay bugünün yönetiminindir. Çok yanlışları oldu ve belki daha da olacak; ama bu işler kolay değil. En basitinden herkes endüstriyel futbola karşı ama takımında Zlatan'ı görmek ister veya sabah akşam bahis kuponları yapar.

Demek istediğim oyunu kurallarına göre oynamak zorundayız. Bir oradan olayım bir buradan alayım demekle burnumuz boktan kurtulamaz. Umarım bu emekleme kısımları sancısız ve bir an önce geçer. Bu arada benim merak ettiğim Adnan Polat'ın bu başarısızlıkları iş hayatına nasıl yansıyor?

Servet Çetin'in kaptanlık bandını takmasına nasıl bakıyorsun?

Jesus Almeyda: Kaptanlık mevzusunda normal şartlar altında oyucu kalitesinden önce kıdemine bakma taraftarıyım. Lakin liderlik vasıfları üstün olmasa da kaptanlık yapacak oyuncunun karakteri çok önemlidir bana göre.

2008 yılındaki gibi bakabilseydik Servet Çetin'e bugün kimse laf etmezi onun kaptanlığına lakin son 1,5 yılda kendinden nefret ettirme derecesine getirdi Servet Çetin çoğu GS taraftarını.

Bununla birlikte ne kadar Servet'in kaptan olmasından hoşmut olmadıysam da Ayhan-Arda-Sabri'nin aynı anda sahada olmama ihtimali nispeten düşük olduğu için Servet'in kaptanlığını pek görmeyeceğiz diye umuyorum.

Kaptanlık hususunda kıdeme önem veririm lakin kadroda 3.yılını geçiren Kewell (Servet'ten bir sezon sonra geldi) tüm sakatlıklarına rağmen kaptan opsiyonlarından biri olmalı fikrindeyim. Ve sözleşmesi uzatılırsa Neill'ın da gelecek sene kaptanlık hiyerarşisinde yer bulması en büyük arzum.

Futbolda haftanın en önemli gündem maddesi neydi?

Hepsi Detay: Haftanın gündemi bence Serdar Adalı'nin gereksiz çıkışlarıydı. Bjk ikinci yarıya çok iyi transferler yapmasına rağmen istediği başarıyı bir türlü yakalayamadı.

Mutlaka hakem hataları oldu ama çıkıp bu tarz açıklamalar yapmanın takımı germekten başka bir işe yaramadığı görüldü, nitekim çok kötü oynanan bir Ankaragücü maçı sonrası gelen yenilgi tüm bu açıklamaları boşa çıkardı.

Gundemdeki bence diğer ilginç konu da Engin Baytar ile Burak Yılmazin tartışmasıydı. Bu seviyede futbolcuların çocuk gibi küsüp tartışmaları futbolun psikoloji tarafının da ne kadar önemli olduğunu gösteren örneklerden biriydi.

Türkiye'de hakemlerden şikayet etmeyen takım yok gibi. Kimileri ilk yarıda kimileri ise ikinci yarının başlamasıyla feryat etmeye başladı. MHK ve Türkiye Futbol Federasyonu ile özellikle Galatasaray ve Beşiktaş'ın bir sorunu olduğu çok açık.

Eskiden olsa bu iki 'büyük' kulübün isyanı ile TFF Başkanı seçime zorlanır ve koltuğundan edilirdi. Beşiktaş ve Galatasaray'ın sahada aldığı sonuçlar dışında kulüp olarak etkilerinin azaldığını söylemek mümkün mü?


Evrensel Blok: Yalnız bu iki kulübün değil, Fenerbahçe'nin de vakt-i zamanında devletin ya da otoritenin göz bebekleri olarak palazlandıklarını biliyoruz.
Üç kulüp de çok köklü bir geçmişe sahip, buradan doğan bir "camia" gücü mevcut. Bunun dışında, iktidar peşinde koşan çoğu siyasal partiden daha fazla destekçileri var. Hem de koşulsuz destekleyen bir kitle.

Ve son olarak siyasi ilişkileri de şeffaf değil, oradan kimi dönemler kendilerine rant sağladıkları açık. Yani her üçünün de TFF'yi etkileyebilecek güçlerinin bulunduğu aşikar.
Peki neden Beşiktaş ve Galatasaray'ın gücünün azaldığı düşünülüyor? Bunun bir çok sebebi olabilir, ama benim üzerinde duracağım sebep yönetim kabiliyeti olacak. Demek istediğim, Aziz Yıldırım'ın Adnan Polat ve Yıldırım Demirören'e nazaran "iş"ini daha iyi gördüğünü söyleyebiliriz.

Yıldırım, milyonlarca destekçisi olan, çok büyük bir camiaya başkanlık yaptığını biliyor ve bunu masabaşı meselelerinde anlamlı bir koz olarak elinde bulundurabiliyor.

Oysa, Polat'tan gördüğümüz üzere, Galatasaray yönetimi kriz yönetmesini bilmiyor. Siyasi iktidarla arayı bozmayayım derken kendi değerlerini ayaklar altına alıyor ve siyasal iktidara gebe olmayı bir sorun olarak görmüyor. Böylesi bir anlayışın yönettiği hiçbir kulüp hiçbir organ üzerinde istediği baskıyı oluşturamaz.
Yine de, bu açıklamalarımdan Aziz Yıldırım'ın "ideal" bir başkan olduğu fikri çıkmamalı. Bilakis, "ideal" olan hiçbir şeyin yanında yer alamayacak kadar "abartılı"dır Yıldırım.

Bunun yanında, siyasal iktidarların yalnız siyasette değil siyaset dışı alanlarda da mevcut ortama kendi istekleri doğrultusunda bir şekil verme kaygısı söz konusu.
Mevcut iktidarın, var olan futbol büyüklerine karşı, Anadolu'dan birkaç büyük futbol kulübü yaratma isteğiyle karşı karşıya olduğumuzun da bilinmesini isterim. Nasıl ki "Anadolu Kaplanları" ticarette, son yıllarda aldıkları açık destekle, egemen duruma gelmişlerse, futbolun "Anadolu Kaplanları"nın da bir devlet projesi olarak önümüzdeki yıllar vitrini çok daha fazla meşgul edeceğinden şüphelenmekteyim.

Galatasaray'ı izlediğinde ne görüyorsun tam olarak?

Kayıp Zamanın Peşinde: Marcel Proust ustanın şu mealde bir sözü vardır. “Başımıza iyi şeyler geldiğinde nasıl oldu da böyle oldu diye düşünüyorsak, başımıza kötü bir şey geldiğinde ‘bu kötü şey neden başıma geldi’ diye düşünüyor muyuz?” diye. Son yıllarda Galatasaray’ın başına gelen kötü şeylerin çetelesini çıkarmış olsaydık sayfalara sığmazdı. Futbol içi ve dışı bir çok etken var ama en azından biz sahadaki futbola göz atalım.

Hani geçen çalışmada Galatasaray’da tünelin sonundaki ışık göründü mü diye sormuştun? Biz de bu kadar erken gözükmesinin mümkün olmadığından, çünkü takım içinde kalite bazında büyük farklılıklar olduğundan bahsetmiştik. Aslında Galatasaray için kilit kelime kalitedir. Sahip olduğu oyuncuların kalite sorunudur.

Bunun yarattığı dengesizlik ve uyumsuzluktur. Aynı on bir içerisinde Serkan Kurtuluş ve Lucas Neill gibi keskin farklılığa rast gelebiliyorsunuz. Bu kalite farklılığı ister istemez dengesiz ve istikrarsız bir takımı ortaya çıkarıyor.

Bu olayı şöyle açalım. Bir senfoni orkestrası kuracaksınız. Büyük klasik eserleri yorumlayacaksınız. Zor, yoğun ve hassas eserlerdir bunlar. Ustalık istemektedir.
Başlıyorsunuz orkestra elemanlarını seçmeye. Berlin Flarmoni Orkestrası’ndan işinin ehli kemancı, kontrbasçı, trompetçi falan alıyorsunuz. Bunlara tavernada çalan bir perküsyoncuyu, gazinoda çalan bir piyanisti, evde kendi başına takılan bir harpçıyı ilave ediyorsunuz.

Sonra da bu yapıdan bir anda harika bir eser bekliyorsunuz. İstikrarlı bir yapı istiyorsunuz. Müthiş ahenkli ve akıcı bir eser bekliyorsunuz. Mümkün mü? İşte Galatasaray’ı izlerken gördüğüm en rahatsız edici taraf budur.

Galatasaray’ı bu yıl izlerken pek mutlu olabildiğimizi söyleyemeyiz. Eskişehirspor maçı haricinde çok mutlu olduğumuz bir maç da hatırlamıyoruz. Çok iyi bir kadroya sahip olduğumuzu düşünenler olabilir.

Bu kadro içinde gerçekten kaliteli oyunculara sahip olduğumuz doğrudur ama toplam kalite anlamında maalesef uzun süreli yol alabilmek mümkün değildir. Büyük takımların farkında olamadıkları şey diğer bazı kulüplerin de kaliteli yabancı oyuncu alma, kaliteli yerli oyuncuya sahip olma konusunda sıkıntı yaşamadığıdır.

Misal Kayserispor takımının yabancılarına bakarsanız büyük diye adı geçen takımlardan asla eksiği olmadığını görürsünüz. Kaliteli futbolcular sadece büyük kulüplere mahsus değil artık. Hal böyle olunca büyük takımların yapması gereken şey bellidir.
Kadro kalitesini üst seviyeye çekmek, oyuncular arasındaki kalite farklılığını minimuma indirmek. En sıradan oyuncuyu Culio tabanında görebilmek. Bu biraz zor, masraflı görünebilir ama bunu yapmadığınız sürece dengesiz, istikrarsız, bizi mutlu etmeyen Galatasaray’ı izlemeye devam edeceğiz.

Son maçı izlerken son yarım saatte biraz kıpırdanma varmış gibi gözüktü ama önemli olan maçın genelidir. İlk 5 dakikaya çok iyi başlayıp, daha ilk şutta golü yer yemez buna tepki veremeyecek kadar aciz bir takım görmek pek hoşuma gitmiyor.

Gönül bağı ile bağlı olduğum takım olsun ya da olmasın, eğer bir futbol maçı izliyorsam zevk almak isterim. Güzel ve istekli bir futbol görmek isterim. Bu maçtan hiç zevk alamadım bir türlü. Daha geçen hafta birbirleriyle çok iyi anlaşan oyuncular, bu maçta birbirlerine tamamen yabancı olmuşlardı.
Belki buna dair bir çok mazeret ileri sürebilirler bazıları, Kewell’ın yokluğu, Milli maç arası yorgunluğu vb gibi. Ama bu kadar keskin farklılık olmamalıydı. Hani derler ya, başı ayrı kıçı ayrı oynuyor diye, Gaziantep maçındaki Galatasaray’ın hali ve oyunu direkt o sözü anımsatıyordu.

Bir takım söyleyin. Bu takımın ismi umut ile özdeşleştirilsin. Onun isminin olduğu yerde her daim umut olduğu söylensin. Bu takım ki, kalesine atılan ilk şutta golü yiyor, geri kalan dakikalar boyunca bu maçı çevirmesini geçtim, güzel ve ahenkli oynayacağına dair bana iki dakikalık umut bile veremiyor. Sanki ‘farklı sesler senfonisi’ adı altında karmaşık, senkronizasyonu olmayan, şefi ayrı telden enstrümanları ayrı telden takılan orkestra topluluğuydu izlediğim Galatasaray.

Beni mağlubiyetten daha fazla üzen ise futbolcuların resmen çaresiz kalmalarıdır. Şu maçı biri çıkar çevirir arkadaş diyebileceğimiz hiçbir adam olmadı. Baros bile bütünü bozuk bu parça içinde kayboldu gitti. Rakip kaleye yüzünü dönemeyen, hızlı bir şekilde akamayan, forvet oyuncularını besleyemeyen Galatasaray’ı izlerken, atılacak golü ancak mucizelerden bekleyebilirdiniz.

Bu öyle bir Galatasaray ki, bir çok oyuncusu asıl mevkisinde oynamıyor. Farklı bölgelerde oynamak zorunda kalıyor. Sabri, Cana, Neill gibi isimlerin asıl yerinde oynamamaları bile Galatasaray’ın eksik bir şeylere sahip olduğunun kanıtıdır zaten.

Kalite ve oyuncu eksikliğinin kanıtıdır. Hagi kendi anlayışına göre yeterli adama sahip değil ki bazı oyuncuların yerlerini değiştirerek deney yapmak zorunda kalabiliyor. Bu sezon bittiğinde bunu hem teknik direktör hem de yönetim doğru okuyabilecek mi, bilemiyoruz.

Galatasaray’ı izlerken umutsuzluk görmek istemiyorum. Biz bu maçı çeviririz, gerekli tepkiyi veririz, maçı koparırız demeyi istiyorum. Yenilsek bile güzel ve kaliteli bir oyun görmek istiyorum. Dengeli, uyum içinde oynayan, rakibi her koşulda baskı altına alan, forvet bölgesinde zenginlikler içinde yüzen bir Galatasaray izlemek istiyoruz.

Galatasaray’ın psikolojik olarak naif ve sorunlu olduğunu görüyorum. Çok ufak nüans parçacıkları Galatasaray’ı maç içinde çok etkileyebiliyor. Misal Eskişehirspor’a hemen baskı kurup golü bulunca psikolojik olarak moral kazanıp yapmak istediklerinizi daha güzel yapabiliyorken, Gaziantep’te olduğu gibi golü yer yemez de anlamsız bir hal alabiliyorsunuz.

Bu Galatasaray’ın hâlâ kırılgan bir takım olduğunu kanıtlıyor. Geriye düştüğünüz hiçbir maçı çevirememişsiniz bu yıl. Beypazarı Şekerspor deyip bu konuyu es geçmeyelim. Galatasaray zaten bu kadar düşmemeli.

Ama en alt sırada olan bir takım bile Galatasaray’ı yenebileceğini düşünüyorsa, bu takımların seyircileri Galatasaray gibi büyük bir camianın oyuncuları ve futbolu üzerine dalga geçebiliyorsa en dayanılmaz olanı budur. Böyle bir çaresizliği görmek istemiyoruz. Kadro seçimini doğru yapamadığınız, uyumluluk ve kalite eşiğini aşamadığınız sürece aynı sorunları yaşamaya devam edeceğiz. Ben de Galatasaray’ı izlerken bunları görmeye devam edeceğim.

Acaba soruyorlar mıdır bu takımı yönetenler kendilerine ve iç seslerine, 'Bu kötü şey bizim başımıza neden geldi?' diye? Asıl kilit mesele bu.

Mondragon'dan bu yana çözülemeyen bir kaleci sorunu var mı ve Galatasaray'ın bir kaleci sorunu olduğunu düşünüyor musun?

Çoban Salata: Galatasaray'da bir kaleci sorunu yok aslında. Bu kadar çok kalecinin gelip geçtiği ama dikiş tutturamadığı bir kalede başka sorunlar aramak gerek.
Biz Çoban Salata olarak 2009'dan beri bu sorunu arıyoruz mesela. Sonuç itibariyle vardığımız durak senelerdir bir başkası değil hep Nezih Ali Boloğlu oldu.

E sayalım hep beraber: De Sanctis, Leo Franco, Fevzi, Orkun, Aykut, Ufuk, Zapata... Bu adamların hepsi kötü kaleciler mi? Hayır değiller. Bu adamlar Galatasaray kalesine geçtikten sonra ilerleme kaydettiler mi? Hayır, asla. Bu adamlardan kaç tanesi Galatasaray'da maç kurtardı? Bir elin parmaklarını geçmez, hangisi olduğunu da hatırlamayız. Demek ki sorun aşikar.

Bu adamların topu dallama olmadığına göre, hepsi Milli Takımlar düzeyindeyken Galatasaray'a gelip dip yaptıklarına göre, ötesinde De Sanctis hariç gerisi kariyerlerini bitirme noktasına geldiklerine göre denilecek tek laf; göz göre göre Nezih Ali Boloğlu! Sevgili Boloğlu ile asla kişisel bir problemimiz olamaz.

Her gelen Teknik Direktör kendisini gayet beyefendi ve geçimli biri olarak tanımlamış, teknik kadrolarında bulunmasından asla rahatsız olmamıştır zaten. Ancak beyefendilik futbolda bize özellikle performans açısından ne kazandırır? Hiç bir şey.

Bellidir ki, profesyonel sporculuğu döneminde çıktığı resmi maç sayısı toplamda 2 sezonun toplam maç sayısını zor bulan ve kariyerini "hep yedek kaleci" olarak geçirmiş bir adamın böylesine büyük bir camianın kalesindeki adamlara verecekleri çok kısıtlıdır.
Mondragon bile son 1-2 sezonunda bir hayli geriye gitmiş, minare yıkılsa da mihrabı yerinde olduğu için Galatasaray bundan pek etkilenmemiştir. Her ne kadar takım savunması denilen kavram seneden seneye çöküyor olsa da Galatasaray kalesindeki adam en azından senede 3-5 maçı kurtarabilecek şekilde hazır ve teyakkuzda bekleyen adam olmalıdır.

Bugün Casillas, Van Der Saar, Victor Valdes büyük takımların kalelerinde olmalarına rağmen her an savaşa hazır Gladyatörler gibi tetiktelerse bu çok iyi çalıştıklarından, çalıştırıldıklarındandır. Demek ki Galatasaray kalecisi iyi çalıştırılmamakta, hatta kafa olarak da o kaleye geçmeye hazır hale getirilememektedir.

Kaleci antrenörü bu yeterlilikleri gerçeklemesi gereken adamdır ve buna ilaveten yeni bir kaleci transferi olacaksa bu transferde Teknik Direktörü yönlendirip o kalenin ağırlığını kaldıracak kaleciyi seçecek otoritedir. İşte bu noktada soru şudur: Boloğlu otorite midir Allah aşkına?

Galatasaray'da kaleci sorunu yoktur. Sağ bekten, oyun kurucudan, forvetten önce falan Galatasaray "Kaleci Antrenörü" transfer edip Nezih Ali Boloğlu'na teşekkür etmelidir. Yoksa en yakın zamanda Polat'a teşekkür edilecektir. Hattı zatında ben bugünden Polat'a teşekkür ediyorum mesela.

Bernd Schuster'in Beşiktaş'taki geleceği, şu an bulunan konum düşünüldüğünde uzun soluklu olabilecek mi?

Rakamla10: Bu sezon hem yönetimin hem de tribünlerin ligden bir beklentisi kalmadı. İlk iki hedefi de çok ama çok zor. Elle tutulur ve sezonu çekici kılan yegane sebep Avrupa Ligi.

Bernd Schuster'in tabelası Avrupa Ligi'nde yapacağı işlerle ve tribünle alakalı. Bana göre, sana göre, ona göre gibi bakış açısına girmeden Demirören'e göre diye başlamak da bir ışık tutacak Schuster'in geleceği ile ilgili.

Demirören bazı durumlardan ders çıkarmaya başladı diyerek doğru işler yapacağına olan inancım falan artmadı. Aksine yere düşen topun tekrar yükselmesi gibi bir fizik kuralıyla açıklamak daha doğru olacak durumu.
Demirören önümüzdeki sene de Schuster ile devam edecektir. Başka da çaresi yoktur. Dibe vuran bir adamın tutunduğu daldan bahsediyoruz.

Schuster'in ipi tribünde. Tribünlerin Schuster ile olup olmayacağına olan inancı ise kırılmadı. Takıma olan inanç hala çok yüksek. Kağıda Beşiktaş'ın onbirini yazarken yarım bırakmıyorsanız ne Schuster'den ne de takımdan umudu kesersiniz.

Tribündeki adam uzun vadeli plan yapmaz. Heyecan duyuyorsa, keyif alıyorsa gerisi hikaye. Beşiktaşlı ligde ağır aksak giden ama kupada iki tur atlayan Schuster'i de takımı da yarı yolda bırakmaz.

Schuster'in kaderi Avrupa Ligi'dir. Yarı finaldir. Manchester City'i eleyen Beşiktaş'ı hayal edelim. Kim gitsin der ki Schuster için.