24 Temmuz 2011

Hiç olmazsa... -2-


Bugün hiç çalışmak gelmiyordu içinden. "Peki ama akşam o ite para vermezsem dayak yemem mi?"

Karaköy'e doğru yürümeye başladı. Kalabalık, sıcak, otomobil kornaları. İnsanlar çarpa çarpa yürüyordu, Ali her seferinde arkasına dönüp dönüp bakıyordu, biri dönse bütün hıncını çıkartacak gibiydi.

Dükkanların önünden geçerken, adımlarını ağırlaştırdı, belki biri ayakkabı boyatmak ister diye.

- Boyacı.
- Buyur ağabey.
- Gel hele, iki ayakkabı var.
- Yettim.

Yüzündeki gülümseme fark ediliyordu. Dükkânın içine girecek oldu ki, "İçeri girme, dur bekle" sesiyle olduğu yerde kalakaldı.

- İkisine 5 liradan fazla vermem.
- Tamam.

Dükkânın kıyısında taburesine oturdu. Bir yandan ıslık çalıyor, bir yandan ayakkabıları boyuyordu. Kış olsun istedi, sıcaktan bezince. "Kış olunca da donup kalıyoruz evin içinde. Varsın olsun yaz olsun."

Ayakkabılara bakmadan boyamasını sürdürürken, "Bu kadar insan nereye gider, ne yapar acaba?" diye geçirdi içinden. Koskoca şehirde, milyonlarca insanın içinde tek başına hissediyordu kendisini. Anası ve kardeşlerinden başka sevdiği, kimsecikler yoktu. Belki Mehtap. "Off o da çok bilmiş" dedi sesli.

- Ağabey buyur, yeni gibi oldu.
- Aferin, limonata içer misin?
- Vallaha mı?
- Yavuz, koy bakalım büyük bardağa dolaptan limonata, yeğen içsin. Nerelisin sen?
- Sivaslı.

Kocaman bardakta limonatayı uzattı içeriden gelen genç çocuk. Ali'den birkaç yaş büyükte en fazla. Utana utana bardağı kavradı, dikti kafasına bardağı, yarıladı.

- Her gün buradan geçiyorsan, buraya uğra mutlaka.
- Tamam ağabey, gelirim. Limonata da pek güzelmiş, soğukta iyi gitti. Sağolasın ağabey, Allah razı olsun.
- Afiyet olsun yiğen. Al bakalım 5 liranı.

Hem limonata içmiş, hem 5 lira almıştı. Mutlu mu mutluydu.

- Hayırlı işler ağabey.

Taktı koluna sandığını, çıktı dükkândan. Keyfi yerine gelmişti, hem yürüyor hem "Boyaaaacı" diye bağırıyordu. Gölge diye, yolun karşısına geçti. Kafasından şapkasını çıkartıp, sandığının gözüne koydu. 3 numara tıraşlı kafası terlemişti. "Boyaaacıııı"

Deniz görünmüştü, sıra sıra oltalar ve insanlar balık tutuyorlardı. Hep özenirdi, böyle balık tutsun, akşam anasına getirsin, pişirsinler hep birlik yesinler diye. Merdivenleri çıktı, boş bir yer buldu aşağıya doğru kafasını sarkıttı. Bir sağa, bir sola bakıyordu, balık çeken var mı diye heyecanla. Tam yanındaki adam, asıldı oltaya, oltanın makarasının kolunu hızla çeviriyordu.

- Balık mı var ağabey?
- Var ya, 5-6 tane geliyor ağır çekiyor.
- Çok zevkli, keşke ben de tutabilsem. Pahalı mı bu oltalar?
- Dur hele dur, şunu çekeyim, sen sallarsın oltayı.
- Abi maytap yapma bana.
- Lan! Vereceğim dedim, neyine inanmıyorsun.
- Yemin et ağabey.

Misinanın ucundaki balıklar, deniz suyundan çıkmış, görünmeye başlamıştı. 4 tane saydı Ali, gözlerinin ucuyla. Balıklar sağa sola hareket edip, iğneden kurtulmaya çabalıyordu.

- Çıkartabilir misin balıkları iğneden?
- Ağabey düşürürüm, dökerim, yapamam.
- O zaman oltayı tut, göstereyim sana.
- Tamam.

Yanakları gerildi gülümsemesinden. Adam fark etti, o da güldü. Ali oltayı tutarken, adam, bir eliyle balığı tutarken, diğer eliyle iğnenin ucundan çıkartıyordu balıkları. İğnenin ucundan her kurtardığı balığı, kovaya attı. Balıklar çırpınmaya devam ediyordu.

- Oltayı ben atayım, sen tut.
- Peki ağabey.

Adam oltanın makarasından, misinayı biraz aşağıya indirdi. Makaranın üstündeki teli yukarı kaldırdı, oltayı geriye doğru çekti, fırlattı ve attı.

- Al bakalım delikanlı.
- Ağabey nasıl anlarım balık olduğunu? Hiç bilmem ki.
- Ben sana söyleyeceğim. Bak şimdi, oltanın ucuna bak dikkatlice. Balık gelirse titrer. Eğer balık gelmemişse, şu kolu sar biraz, yine bekle.

Adam anlatırken, Ali "Ağabey, ayıp olmazsa bir şey soracağım" dedi. "Yok olmaz, sor bakalım" demesine fırsat vermeden "İsmin ne?" diye soruverdi.

- Yusuf, ya seninki?
- Ali, Yusuf Ağabey.
- Memnun oldum Ali. Balık var mı?
- Yusuf Ağabey, bizde şans ne arar. Burada herkes tutsa, denizde balık kaynasa, ben tutamam. Bize kader doğuştan vurmuş tokadı.
- Ali daha yaşın kaç senin, bu kadar umutsuz olunur mu hiç.
- 16 yaşındayım.
- Tamam işte, bırak kaderi, kısmeti, şansı.
- Görmüyor musun Yusuf Ağabey, boyacı sandığı elimizde bütün gün yürüyorum. Günde 30-40 lira kazandım mı dünya benim. Onun da yarısını babama veriyorum zaten.
- Ver ne olacak.
- İçkiye, kumara veriyor. Yoksa eve bir şeyler alsa, lafını bile etmem. Anama gizli gizli verdiğim paraları buluyor, hem anamı hem beni dövüyor. Şimdi söyle Yusuf Ağabey, kader vurmamış mı tokadı.

Adam yüzünü ekşitti, canı sıkıldı. Biraz kafa dağıtmak için geldiği balık avında, bambaşka bir insan hikâyesi ile karşılaşmıştı. Kafasını kaldırdı, binalara bakındı. Neler yaşanıyor olmalı şu tepeki kırmızı kiremitli evlerde. Her yanını sıkıntı bastı.

- Ali pes etmek yok hayatta. Şimdiden bayrağı yarıya indirirsen, olmaz.
- Nasıl bayrak?
- Yani diyorum ki, her ne olursa olsun mücadele etmeye devam etmelisin. En azından annen için. Kardeşin, ablan yok mu senin?
- Var. 3 kız kardeşim var.
- Bak, annen için, kardeşlerin için hayata sımsıkı tutunacaksın.

Olta sallanınca "Yusuf Ağabey, olta sallandı, balık geldi" diye sevinçle bağırdı.

- Çek çek çek. Şu makaranın kolunu çevir. Ne çok hızlı, ne çok yavaş.
- Çeviriyorum, hadi bitsin artık, çıksın balıklar.

Ali hızlı hızlı makarayı çevirirken, oltası biraz daha ağırlaştı. Nihayet balıklar sudan çıkmaya başladı. Neredeyse misinanın bütün iğnelerinden balık vardı.

- Ağabey ben düşürürüm, gözünü seveyim sen tut artık.
- Sen çekeceksin, senin başarın.

Ali oltayı demir korkulukların üstünden aşırtırken, balıklardan biri düşüverdi. Tastamam 8 tane balık vardı, pırıl pırıl parlıyordu güneşin altında. Yusuf, balıkları tek tek iğnelerden çıkartırken, dünyalar Ali'nin olmuştu.

- Ali, hani sana kader tokadı vurmuştu, şansın yoktu?
- Ne bileyim be abi, ilk kez oldu böylesi. Ya zaten hiç tutmadım. Ondan ilk kez oldu.

Yusuf kahkahayı patlattı. Ali'nin kafasını okşadı.

- İşinden kalma sen.
- Yeminle doğru söyledin. Caminin oradan yukarı çıkarım biraz.
- Buradan geçecek misin?
- Artık akşam geçerim.
- Tamam o zaman. Bak bakalım ben yine burada mıyım diye. Aynı yerde olurum, değiştirmem yerimi. Akşam da denersin şansını.
- Deneriz değil mi?
- Denersin.
- Bütün balıkları tut Yusuf Ağabey.
- Bakalım, ne çıkarsa bahtımıza.

Ali, Yusuf'un elini sıktı, teşekkür etti ve köprünün üstünde yürümeye başladı. "İyi insanlar da var bu hayatta. Limonata içtim, balık tuttum" diye seviniverdi.

Daha köprüden karşıya geçmemişti ki, biri bağırdı "Boyacı bak bakalım buraya" diye. Sandığına, bacaklarından tutturduğu taburesini yere koyup, başladı boyamaya.

Bugün işler iyi gitmişti, şansı da yanındaydı, bir de Mehtap bozuk atmayaydı ya, ne güzel olurdu. Cebine koyduğu, öğlen aldığı simidi çıkartıp, başladı yemeye. Simit bitince bir köşeye çekildi, ceplerindeki parayı saydı. Bugünkü hasılat 54 liraydı.

Kuşlara yem atan yaşlı teyzenin yanına gitti.

- Teyze iki lira versem kaç tabak attırırsın?
- At hadi 4 tabak.
- Ama helal et.
- Helal olsun.

İlk tabağı bir kerede fırlattı, kuşların hepsi üşüşüverdi buğdayların başına. İkinci tabağı aldı, onu da bir defada attı. Kuşların sayısı gittikçe artmaya başlamıştı. Üçüncü tabaktan eline bir parça yem aldı attı, biraz daha, biraz daha. Son tabaktan avucunun içine koydu buğdayları, güvercinler yanındaydı, elinin üstünden bir bir yiyorlardı, nasıl sevindi, nasıl mutlu oldu.

"Ha siktirrr. Yusuf Ağabey acaba gitmiş midir?" diye geçirdi içinden. Adımlarını hızlandırdı, karşıya geçti. Yürümüyor, koşuyordu sanki. Sabah olduğu kadar insan yoktu. Köprüyü yarılamıştı bile, Yusuf'u görememişti. "Yok lan orada Allahıma orada."

Yusuf artık oltasını toplamaya başlamıştı. Ali'yi gördü "Geciktin, eve kaçıyorum" dedi.

- Olsun Yusuf Ağabey, seni gördüm yine, başka bir şey istemem.

Yusuf balık dolu bir poşeti Ali'ye uzattı. "Aman ağabey, bu nedir?" diye şaşırdı.

- Senin bugünkü hakkın.
- Abi ben bu kadar balık tutmadım ki.
- Olsun benim şansım yaver gitti. Hem bu kadar balığı tek başıma yiyemezdim. Yabana gitmesin.
- Anam çok sevinir be Yusuf Ağabey. Gel o zaman bir şey ısmarlayayım sana, altta kalmayayım.
- Yok be Ali, senin sayende bak ne kadar balık tuttum.
- Sağol abim benim.
- Haftaya yine gelirim, buralara uğrarsan bakınıver sağa-sola.
- Gelirim, gelmez miyim hiç.
- Peki o halde, haydi selametle kal.
- Tamam Yusuf Ağabey, görüşürüz.

Bir elinde sandığı, diğerinde balık dolu poşetle eve koyuldu. Bir otobüse atlayıp, gitmek en iyisiydi. Cebinden sigarasını çıkarttı, zor da olsa. Sigara içen birini bulmaya çalıştı, ilk gördüğünden çakmak istedi, ağzında sigarası, yüzünde gülümsemeyle yolun solundaki otobüs durağına doğru ağır ağır adımlarla yürüdü.

Çok yorulmuştu ama kendini hiç öyle hissetmiyordu. Durağa geldiğinde, sandığını yere koydu, cebinden çıkarttığı 30 lirayı ayakkabısının altına sıkıştırdı. Otobüsleri keserken, aklına yine Mehtap düştü. "Keşke birlikte yürüyeydim" diye geçirdi içinden. O zaman eve balıkla gitmeyebilirdi, belki bu kadar para da kazanmayabilirdi. "Olsun be yürüseydim ya, eşek kafam, bir daha görsem yürürüm, çok güzel lan. Ay gibi suratı, temiz..."

Otobüs karşıdan görünmüştü, sigaraya son bir abandı ciğerlerine kadar çekti. Yerde duran sandığını koluna taktı ve otobüse bindi. Bu sıcakta, boş otobüs bulduğu için kendini yine şanslı saydı. En arkaya yürüdü, merdivenlerin olduğu yerde sağ tarafta bulunan koltuğa bıraktı kendisini.

İki günden bu yana sabahları Mehtap'ı gördüğü durağa biraz sonra varacaklardı. "Allahım, yap bir kıyak da, göreyim onu" diye içinden dua etti. Otobüs yavaşladı, iki durak öncesinde olmalıydı, pencereden bakıyordu etrafa. Kimse binmemişti, sadece inenler olmuştu. Otobüs tam hareket etti ki, durağın az ilerisinde yeniden durdu, kapı açıldı. Ali kapıya doğru çevirdi gözlerini...

(genel istek üzerine devam)