30 Kasım 2011

1000 gündür zalimliğin kitabı yazılıyor


1000 gündür yargılanıyor, tecrit altında cezaevinde yaşamaya çalışıyor.

Tecavüzcüler, katiller ellerini kollarını sallaya sallaya toplumun içine karışırken, Mustafa Balbay, sadece ve sadece yargılanıyor 1000 günden bu yana.

Yazmak gelmiyor içimden. Böylesi bir haksızlığa, insan hakkı ihlaline, yaşam hakkına tecavüze ne denir bilmiyorum.

Oturun ve sadece bine kadar sayın. Sonunu getirebilecek misiniz acaba? 1000 günden söz ediyorum. Bir insanın hayatından çalınan bu süre, asla ve asla geri gelmeyecek.

Hak-hukuk-insan hakları-demokrasi gak guk diye geçiyor günler. Bu aşağılık sürece karşı hiçbir şey yapılamıyor.

4 ay cezaevinde yatan Başbakan Erdoğan, üniversitede iki saat gözaltına alınan devrimcilik oynayan genç gibi bunu bir kahramanlık edebiyatı olarak anlatıyor. Peki ya Mustafa Balbay ne yapsın o zaman? Ne anlatsın?

Onlarca kişiyi domuz bağıyla öldürenler ellerini kollarını sallayarak aramıza karıştı, insanları diri diri yakanlar ceza bile almadan dışarıda dolaşmaya başladı, milyonlarca Euro dolandıranlar el çabukluğu marifetiyle dışarıya çıkartıldı ama Mustafa Balbay, 1000 gündür cezaevinde.

3.5 yıldır toplanamayan delilleri karartabilir diye bir insanın hayatını çalmak ne vicdana ne de hukuka sığar.

Açık açık sistemle hesaplaşma peşindeler. Yerine getirmek istedikleri sistem, varolan sistemden daha kokuşmuş, daha boktan bir düzeni getirmeye çalışıyorlar.

Biz mi ne yapıyoruz? Şike diye yeri göğü inletenler, sokaklara çıkanlar, Mustafa Balbay için iki mesajla elinden geleni yaptığını sanıyor. Televizyonlarda, gazetelerde her gün çarşaf çarşaf şu konu konuşuluyor, tartışılıyor.
Ama kendisine gazeteciyim diye etiket basan, journalist sıfatıyla ortalarda caka satanlar, Mustafa Balbay için kılını bile kıpırdatmıyor. Kendi 'meslektaş'larına sahip çıkamayan insanlar, 'yanındayız' diye, haybeden delikanlılık yapıyor.

Hüseyin Üzmez olmak varmış bu hayatta. İnsan öldür, çocuk yaşta bir kıza tecavüz et, rahat rahat televizyonlara çık, sokakları arşınla.

Bir gazeteci 1000 gündür içerideyse sikerim öyle demokrasiyi, sikerim öyle insan hakkını.

Gary Speed






















26 Kasım 2011

Sevimsizleşmeyelim mümkünse


Galatasaray'ın saatli bombası Engin, gayet güzel oynadığı maçta, Elmander'in kırmızı karttan sonraki "Aptal mısın?" tepkisini haklı çıkartırcasına, gerçekten de aptalca bir kırmızı kart gördü. Oysa sezon başındaki soru işaretlerini silmişken, sahada pozitif futbol sergilerken, böylesi saçmasapan bir hareketle takımı 10 kişi bırakmak, "Acaba ne zaman, ne yapacak da, takımı eksik bırakacak?" diye, yok olan soru işaretlerini yeniden yerine getiriyor.

Sezonun 12. maçına geldik, kimse kusura bakmasın ama bir maç dışında bu takımın nasıl oynadığını halen çözebilmiş değilim. Haa, bu benim kısıtlı futbol bilgimden de kaynaklanıyor olabilir ancak kanatları çalışmayan, orta sahada çok ama çok basit pas hataları yapan, sadece defansıyla ayakta kalmaya çabalayan bir takım görüntüsü çiziyoruz.

Tamam eksik gedik mevcut ama yedek kulübesine baktığımda, maçı çevirebilecek, girdiğinde durumu başka bir hale getirecek Sercan'dan başka tek bir oyuncu bile yok. Orta sahayı Ayhan'dan başka tutabilecek adam yok, yedek kulübesinde. Servet, Aydın, gibi adamlar hakikaten 'kulübe'ye çeviriyor yedek bankını.

Bilmiyorum, ben mi çok karamsarım ama şu takımın doyurucu bir futbol izlettirdiğine bir yıldan fazla bir zamandır rastlamadım. Bir-iki maçlık anlık patlamalar dışında, hafızamda hep kekremsi bir tat var. Hep bir umut, hep bir beklenti içinde bekliyoruz.

Kırmızı kartlar konusunda Engin'in hareketinde tartışılır bir yan bulunacağını sanmıyorum. Elmander'in pozisyonu da, iyi niyet ya da kötü niyet ama o da kırmızı kart. Hayrettin'in arkadan aşil tendonuna basıyor, o noktadan sonra niyetin ne olduğundan bağımsız kural devreye giriyor ve kural da kırmızı kartı gerektiriyor.

Fakat sezon başında Fatih Terim'in gelmesiyle birlikte içimdeki endişeler de hafif hafif yerini korkuya bırakıyor. Şimdi tam bu noktada "Sen zaten Terim'i sevmiyordun" demesin kimse. Tamam eyvallah, her takımda bu tip şeyler oluyor da, arkadaş ben içime sindiremiyorum Galatasaray forması giyen adamın, kendisini hiçbir sebep yokken, yere bırakmasını. Baros'un penaltıdan önceki pozisyonu, Ayhan'ın son dakikalarda kendini yere bırakması, sevimsiz bir takım izlenimi yaratıyor ben de. Hele hele Engin'in pozisyonu da aynı maçta olunca, hadisenin bokunun çıkmasına ramak kalıyor.

Takım oyunlarında, teknik direktör, hoca, bok-püsür neyse işte, bu adamların karakterlerinin takıma yansıması doğal bir durum ancak o adam Fatih Terim olunca hadise garip bir hal alıyor.

İsteyen kızsım isteyen darılsın da, milli takıma kadar yükselmiş Fatih Akyel, Emre Belözoğlu gibi adamlara bakınca, iş daha çetrefilli bir hal alıyor. Elbet güzel çocuklar da yetişti ama tepe noktaya gelen futbolculardan söz ediyorum.

Tamam futbolcu dediğin kendini atar da, sahtekârlık da yapar anlıyorum ama bunlar minimum noktada olursa çekilir yoksa sahada sevimsiz bir takım seyrederiz.

Taraftar gözlüğünü çıkartmakta fayda var bazı durumlarda, benim bugün izlediğim takım, futbolunun dışında cidden sevimsizdi.

İçine sıçılmış, dışına sıvanmış bu ligde futbol filan oynanmıyor. Ülke sınırlarında sadece Trabzonspor'un Şampiyonlar Ligi maçlarından zevk alıyorum. Hoş, onda da ülke sınırlarından takımlar bulaşıyor.

Küfür etmeyin lan okuyunca. Çok küfür yedim şu son 3 haftadır, edenin de ağzını yüzünü sikeyim...

Fotoğraf: ntvspor.net

24 Kasım 2011

Solculuk oyunu çok tutar


Baştan belirteyim, günah filan çıkartmıyorum, şu noktadan sonra hakikaten umrumda değil. Haaa, umrumda değilse neden yazıyorum, ehh onu da okudukça göreceksiniz.

Şimdi, hadiseye girişi yapalım önce. Burada pek çok kez yazdık mı "İnsanlar hata yapar" diye, yazdık tabii.
Bir yazı yazmışım, yazıyı maça giden bir kişinin söyledikleri üstüne kurmuşum. O kişi dışında bir de gazeteciyle konuşmuşum, o da benzer şeyler söyleyince, girişmişim. İlk kez girişmiyorum, bilmeyen tanımayan olsa, 'hadi neyse' diyeceğim. Haaa, boku iki kişi üstüne atıp da sıyrılmaya çabalamıyorum da.

Neyse sonraki süreçte, hadise bir linç halini aldı. "Vaaaaay yanlış tanımışız", "Şerefsizzzz", "Seni sikeyim" diye, önüne gelen saydırıyor, laf ediyor. 'Ercan Saatçi' diyen mi ararsın, 'Selçuk Yula' mı?

Bunları söyleyen adamların alayı kendisini 'sosyalist', 'anarşist' olarak nitelendiren tipler.

Bu adamların yazdıklarına bak; ifade özgürlüğünü savunur, ülkedeki yargısız infazlara ağzına geleni söyler, toplumdaki linçlere karşı durur.

Teoriyle, pratik arasındaki sorun tam olarak bu oluyor. Klavye başında solculuk oynamak, güzel hoş, kıyak! İki tane fiyakalı laf edince, iki olaya karşı duruş sergileyince çooooooook büyük adam oluyorsun. Peki bunun hayatta karşılığı var mı? İşte hayattaki karşılığı çok zaman olmuyor. Bu ülkede, kendine solcu sıfatı alan insanların pek çoğunda bu vardır. Solculuk, anarşistlik aykırı olma durumu, bu ülkede, kendini boktan toplumdan sıyırmanın aracı.

Hadisenin bir de "yanlış tanımışız" boyutu var ki, o ayrı komedi. Ulan, sen beni nereden tanıyorsun? En nihayetinde, benim sana, kendimi tanıttığım kadarını biliyorsun. Ben de, seni o kadar biliyorum çünkü. O da, bendeki yüzde 5'e denk gelmiyor. Hakkımda bir bok bilmeden önce acayip bir yere konumlandırıyorsun. Üstelik her seferinde 'böyle şeyler söylemeyin' demişim. Sonra tek yazı üstünden "Şerefsiz, soytarı" gibi şeyler söylüyorsun.
Sen 'adam' tahlilini 2 günde yapıp tepeye bir yere asıp, sonra bir günde yerin dibine sokuyorsan, otur bir soluklan, nefes al kendine gel.

Ben, senin verdiğin "adamın dibi" payesini sırtımda taşımadığım için gayet rahatım. Anlık gaza gelme seanslarından birine denk gelip, böyle bir şey söylediğin adama, sonra yine anlık benzer bir seans sırasında "şerefsiz" demek ne kolay!

Lan oğlum, hayat boyunca ne büyük hatalar yapacaksınız, ne saçma sapan şeyler gelecek karşınıza farkında bile değilsiniz. Takım nedir, taraftar grubu nedir? Hayatını bunun üstüne kurgulayan insan olur mu hiç?
Tribün ne arkadaş! Şurada Ultraslan'a yönelik şeylerden destan olur destan. Heriflere ağzıma geleni söyledim, derdim Beşiktaş'ın, Fenerbahçe'nin taraftar grubu değil ki. Hiçbirinin birbirinden farkı yok derken, söz ettiğim şey bu zaten.
Bak benim abim, alayınız daha portakal bahçelerine düşmeden, o Beşiktaş tribünlerindeydi. Malatya'dan Denizli'ye, Trabzon'dan Antalya'ya kadar gitmediği deplasman yoktu. İnönü'de geceler, polisle, deplasman taraftarıyla çatışır v.s. v.s.
Neyse, git şimdi konuş bakalım, tribün neymiş, taraftar neymiş. Bir anlamı var mı acaba bunların.

Farklılığı bulacakmışım. Ulan neyin farkını bulmaya çalışayım. Yaptığı iyi şeyi alkışlarken, boktanlığı söylemeyecek miyiz? Alkış mı tutacağız ota boka. İyi o zaman, eleştirdiğin iktidarı, alkışa tut, iyi bir icraatten sonra. Ya da sürekli bok attığın polis, bir yangından çocuk kurtardığında, bütün polis teşkilatına şükranlarını sun.
Bak, böyle söyleyince de, "İkisi aynı şey mi?" oluyor. İkisi de ayrı birader. Sen kendini ne zaman eleştirdin yanıtlasana?

Diyelim ki, yazdığım şey için özür dilemedim, fikrimde ısrar ettim, lan hani ifade özgürlüğü? Götünüzü yırtıyorsunuz ya, sağda solda ifade özgürlüğü diye. Davranış tipik erk davranışı, "Özgürlüklerin deeeeee, sınırı vardır" değil mi? Kendin isterken, sınırsız özgürlük, dibine kadar ifade özgürlüğü ama başkasına geldi mi "Hoooooop dur orada bakalım" diye seti çekiver.

Bir de, direkt bana hiçbir şey söylemeden, çaktırmadan laf sokmaya çalışanlar var ki, onların durumu daha feci. Her boku bildiğini zanneden, herkese üstten bakan, tepeden perdeyle konuşan, "Benim yorumum üstüne yorum olmaz" tadında, konuşan arkadaşlar var ya. Oğlum, bu sendeki ego var ya, onu yaşamın içinde sikecekler, haberin yok. İş hayatına başlayacaksın yarın öbür gün. Patrondu, müdürdü, amirdi; o sendeki egonun tillahını sikecek. Sende ne ego kalacak, ne bir şey. Şimdi attığın naraları düşündükçe, kendi içinde ezileceksin, büzüleceksin, küçülüp küçülüp, pantolonun demir para cebine kadar inecek o ego.
Bana ego üstünden laf söylüyor eleman, tanımadığın adam hakkında ancak o kadar yorum yaparsın; her durumda söylenen ezbere kelimelerle. Hayır, adama söylediği için kızmıyorum, tanımadığı bir adam hakkında atıp tuttuğu için kızıyorum. Beni tanı, aynı şeyleri söyle, başımın üstünde yerin var. Ama hakkımda bir bok bildiğin yok be arkadaş.

Uzattıkça uzattım, üstüne daha çok şey yazılır ya neyse. Galatasaray'ından, Fenerbahçesi'ne, Beşiktaş'ından Trabzonspor'una kadar futbolun da, taraftarlığın da, taraftar gruplarını da topunun alayını sikeyim.

Benim masada içtiğim bir kadeh rakının, sohbetin değerini hiçbir şey tutamaz. Adamla bir dilim ekmeği, masaya gelen tabaktaki balığı paylaşmışım. O istediğini söylesin yine, diğeri "şerefsizin ağa babası", "sarayın soytarısı" desin, hakikaten umrumda değil. Şimdi okuyan içinden "Hassiktir lan!" diyecek de, bir zaman gelince, bunların ne sikko, ne hikâye şeyler olduğunu göreceksiniz.

Bu kadar okuduktan sonra "Herif hâlâ kendini savunmaya çalışıyor" diye düşünen varsa da, beynine sokayım.

Alayınız, içinde bulunmaktan şikâyet ettiğiniz toplumun aynası gibi. İlk taşı kimin attığının ve neden attığının önemi yok. Eline taş geçen fırlatıyor. Devam lan devam! Belki o zaman biraz daha farklı olduğunuzu sanarsınız.

Not: Bir kişiye hitaben de yazılmadı ama elbet hedef aldığı kişiler de vardır.

22 Kasım 2011

Seni seviyorum be Nüket

Ne zamandır erteliyordum, çok vakittir yazmak istiyordum, dün birileri kendisine küfür edince 'yazayım' dedim.

Herkesin annesi, herkese güzeldir ama bu "Benim annem en güzel annedir" dememe engel değil. Dayımı anlattığımda yazmıştım ya, "Benim ben olmamdaki en önemli kişilerden biridir" diye, hah işte annem de o insanlardan biridir, hatta en önemlisi.

Anneme dair çocukluğumda hatırladığın çok şey var. Acıyla hatırladığım, içimi hüzün kaplayan, yüzümde gülücükler açtıran pek çok şey.

Anneler fedakâr oluyor, öyle böyle değil hem de. İlkokula gidiyorum, o zaman evimiz sobalıydı. Böyle evin tam ortasındaydı sobamız. Oturduğumuz daire, ikinci kattaydı. Aradan geçmiş 30 yıl, doğalgaz filan yok işte. Cumartesi günlerini daha net anımsıyorum, evde olduğumdan. Biz abimle çizgi film izlerdik, annem inerdi kömürleri parçalardı, sonra onları iki kat yukarı taşırdı. O zaman bilmiyorsun bu amına koyduğumun şeylerinin ne anlama geldiğini. İki tane velet evde sıcakta otursun diye, o soğukta kadıncağız elinde tenekenin içinde kömür taşıyor.

Fena serttir. Nazi Almanya'sında yaşasa rahatlıkla Gestapo şefi olabilecek kadar hem de. Yok lan, bunu takılmak için söylüyorum ama serttir. Bizde onaylar hep annemden geçerdi. Bir yere gidilecekse, bir yerde kalınacaksa. Gerçi izin vermezdi ayrı mesele. Misal misafirlikteyiz, evsahibi "Kahve içer misin?" diye sorardı. Sadece annemle gözgöze gelirdim ve ne demek istediğini anlardım. Ya da atıyorum amcamlara giderdim, "Hadi bizde kal" derlerdi, anneme şöyle bir bakar, "Yok ben kalmayayım" derdim.

Süper yemek yapar. Bir kere onun gibi tatlı yapabilen bir aşçı filan yoktur. Muhallebiler, sütlaçlar, tavuk göğsü, güllaç. Çok fazla yemek seçtiğimden, benim temel besin maddelerim sütlü tatlı olmuştur. Normal insanların evinde 7-8 kap yapılır bu tatlılar, bizde 25 tane filan yapılırdı. Buzdolabı sıradan dizili olurdu. O da bilirdi benim otu boku yemediğimi, o yüzden çok çok yapardı.

Hem abim, hem de ben çok üzdük. Fedakârlık dedim ya, oradan devam edeyim. Bir gün kapıda kaldığımı hatırlamam, okuldan eve geldiğimde. Görürdüm, insanların anneleri komşuya, sağa sola gider. Yok, benimkisi çıkmazdı. Eve geldiğimde gürül gürül yanan bir soba, mis gibi yemek kokularıyla kapıyı açan annem olurdu.

Gereksiz hiperaktif bir çocuktum. Bildiğin kundakçılık huyum vardı. Beni, kibritle yan yana bıraktığın an yangın çıkartma kapasitesine sahipti. Bahçelievler'de oturuyoruz, bir evden diğerine taşınacağız ama evler çapraz 15 metre ya var ya yok. Annem, dayımlarla evi taşıyor. İlk önce abimle benim odayı yaptılar ki, rahat rahat oturalım diye. Annem, abime dedi ki, "Oğuzhan, kardeşine dikkat et, ateşle oynamasın."
Eşeğin aklına karpuz kabuğunu sokmayacaksın işte. Yaşım ya 5 ya da 6. Abim oyuncaklarla oynuyor. Direkt kibrit aradım. Tipik bir mal gibi, kibriti yaktım, abimin karyolasının arkasına attım. Baktım perdeler tutuşuyor, içeri odaya gittim. İnan abimin ne yaptığını anımsamıyorum ama annem bitiverdi. Balkonda çay içerken dumanların yükseldiğini görmüşler. Olay, yangın hadisesine girmeden, evi kurtardılar.
Arkadaş, bir dayak yedim anlatamam. Öyle böyle bir dayak değil ama. İşin garibi bana bir vuruyor, abime iki vuruyor "Neden kardeşine sahip çıkmadın?" diye. Bu annemden yediğim en sağlam dayaktır. Gerçi yıllar sonra dönüp baktığında, "Şimdiki aklım olsa bir tane bile vurmam" diyor ama bak buradan itiraf ediyorum "Anne eline sağlık."

İnsanlar elbet hata yapıyor. Ben de yapıyorum milyon tane, haliyle annem de yaptı. Ben anneme, anlık tepkiler dışında hiçbir şey için kızmadım. O tek şey; tepkilerini göstermemesiydi. Onun hep için için sızlardı yüreği. Ağladığını çok fazla görmedim ama işte sevgisi de öyleydi. Kucağına alıp öpüp okşamazdı, akşamları gizli gizli severdi. Arkadaşlarımın anneleri öyle saçını okşadığında, yanağını öptüğünde garip olurdum. "Benim niye annem bizi öyle sevmiyor?" diye düşünürdüm.
Sonra değerlendiriyor insan tabii, belli bir yetişkinliğe erişince. O sertliğini perdelemek istedi. Sanki yanımıza gelse, saçımızdan okşasa, eski sert Nüket olmayacaktı. Yok lan, olurdu işte olurdu. Sen yine evde izinleri koparmak için kıçımızın yırtıldığı, arkadaşlarımızda kalmak için ısrar girişimlerini yekten kesen Nüket olurdun. Ya ben annemden Allah gibi korkardım. Ne okulda öğretmenden, ne sokaktaki adamdan, ne de bir başkasından korktum. Sadece ve sadece annemden korktum.

Seneler geçiyor işte. Diyorlar ya, "Annelerin hakkı ödenmez" diye. Dünyayı 225 bin kez sırtıma annemi alarak dolaşsam yine de hakkını ödeyemem. Hakkını ödeyebilmek için yapabileceğim hiçbir şey yok.

Ara sıra serzenişte bulunuyor, aramıyorum, yanına gitmiyorum diye. Bilmiyor muyum haklı olduğunu, dibinde amına koyduğumun telefonu var, ara işte. Evlerimiz yürüyüş mesafesinde taş çatlasa yarım saat, git işte.
O sanıyor ki, gitmek istemiyorum, görmek istemiyorum. Ah be güzel annem; mutfakta karşılıklı sigara içmenin tadını başka neyde alabilirim ki. Ama işte, senin o miras bana da kaldı biraz. Gösteremiyorum sevgimi doğru düzgün, adam akıllı beceremiyorum onu. Yoksa bir saniyelik ömrün için ömrümün tamamını veririm be annem.

Anneme küfür eden tiplere, "İstediğin yere çağır geleceğim" dedim. Yok aslında, tutup kolundan annemin yanına götürmek isterdim, "Al ulan küfür ettiğin kadın bu" diye.

Biliyorum, herkesin annesi çok güzel ama benim annem çok güzel lan. Okuduğunun farkındayım, şu sigarayı bırak lütfen bir an önce. Sana bir şey olursa ne yaparım bilmiyorum. Anneannem öldüğünde nasıl olduğumu biliyorsun, kaldıramam be annem, kaldıramam. Vallahi de billahi de kaldıramam, sensiz kalmayı.

Bugüne dek, seni üzdüğüm için, benim yüzümden gözyaşı akıttığın için, sadece özür dileyebiliyorum. Geçen gün çorba yaptın ya, yağından ötürü beğenmediğin. Üst üste asla aynı şeyi yemeyen ben pazar gününden beri o çorbayı içiyorum. Öyle az-az içiyorum, hiç bitmesin istiyorum çünkü. Bozulmazsa, yarın da içeceğim.

Zaman geçtikçe insanları başka korkular sarıyor. Hayattaki en büyük korkum, sevdiğim insanları kaybetmek. Anne yalvarırım, sigarayı bırak. Söz sana, sen bırakırsan ben de bırakacağım. Hem evde Arap'la Beyaz Kız için de zararlı. Kendini düşünmüyorsun, kızlarını düşün, beni düşün.

Sen bazen düşünüyorsundur, "Değerimi bilmediler" diye. İnan bana gösteremesem de, benim için bu dünyadaki en değerli varlıksın. Affet olur mu? Keşke her cumartesi-pazar seninle kömür parçalayıp, taşısaydım...

Bu boktan oğlun gösteremese de, seni çok seviyor be Nüket.

Linç


Bu, dine küfredenlerin arasında olmasaydı, yakılmazdı.


Bu da, Türklüğe hakaret etmeseydi, öldürülmezdi.


Bunlar da devlet düşmanı Aleviler olmasaydı, çoluk çocuk bıçaklanarak öldürülmezdiler.


Bak bu da Kürtçe türkü söylemese çatal-bıçak fırlatılmazdı.


Bunlar da Trabzon gibi bir şehirde komünistlik yapmasa, saldırılmazdı.


Lan bu da, kendini yere atıyor, yoksa kimse çakmak, viski şişesi filan atmaz, ana avrat küfür etmezdi.


Bu yavşak da, hakkımızda ileri geri konuştu, o yüzden linç ettik...

Üstelik hepsi kendini haklı görüyor. Hepsinin yaptıkları için bir nedenleri var.

21 Kasım 2011

Irkçılık Çarşı'da değil BJK TV'deymiş


Hayat bazen insanı hiç istemediği yerlere götürüyor. Dünkü yazıdan sonra, yüze yakın elektronik posta aldım. Sevdiğim bazı kişiler benimle irtibatlarını kesti, bir daha görüşmeyeceklerine ilişkin fikirlerini söyledi.
Elbet, insan her yazdığından sorumludur, söylediklerinden, yaptıklarından ancak pek çoğumuz olan şeyleri hiç yaşanmamışcasına itiyoruz belleğimizde gerilere.

Baştan belirteyim, Çarşı Grubu'na karşı yazdıklarımda haddini aşan ifadeler olmuştur ama yaşanmış olaylar da hiçe sayılamaz. Özür kıvamındaki bir yazıda ama'ların olması başlı başına tatsız bir durum ama ne yazık ki bu yazıda pek çok ama okuyacaksınız.

BELLEĞİMİN GERİSİNE İTTİKLERİM

Çarşı Grubu'nun tamamını yaftalayarak büyük bir hata yaptım. Bunu baştan kabul etmek gerekiyor. Dedim ya, pek çoğumuz yaşanmış bazı olayları, unutmak için belleğinin gerisini itiyor diye. Evet ben de daha önce Ali Sami Yen 'de İsrailli oyuncu Balili'ye yapılan ırkçı tezahüratları belleğimin gerisine itmişim.

Bu bir özür yazısı ama bir yandan da, özre konu olan yazıdaki, doğruların da üstüne basma yazısı olacak. Gelen elektronik postalarda, küfür edenler dahil kimse Ali Sami Yen Beyefendi'ye küfredildiğini yalanlamıyor. Bir takımın kutsalına dakikalarca ana-avrat sövüldüğüne 'hayır' diyemiyor değil mi? O küfürlerin "Yaptık bir hata" şeklinde geçiştirildiğini de unutmuyoruz. Peki, o halde devam ediyorum.

BJK TV'DE OLANLAR KİMİ BAĞLIYOR?

Çarşı grubu, için söylediğim, atfettiğim 'ırkçı' ifadesi için şimdiden özür diliyorum. Çünkü ırkçılık Beşiktaş Spor Kulübü'nün resmi televizyonlarında yapılıyor. "Beşiktaş'ın asla ırkçılıkla işi olmaz" diyenler, aslında BJK TV'yi izlemeliymiş.
Eskinin magazincisi şimdinin spor yorumcusu Burhan Akdağ, Fildilişili oyuncu Eboue için "Eboue'yi hafta içi NatGeo'ya bakın, çok sık görürsünüz" diyerek, resmi televizyondan alenen, suç işliyormuş.

"Türkiye'de ırkçılık yoktur" diyenlere, Beşiktaş Spor Kulübü'nün resmi televizyonunda yorumcu olan Burhan Akdağ yanıt vermiş oldu.
Irkçılık Türkiye'de var, hem de en alasından. Bundan 8 yıl önce Afrikalı futbolcularla röportaj yaptığımda, "Burada en çok ne sıkıntısı çekiyorsunuz?" sorusuna, düşünmeden "Irkçılık" yanıtını verdiler. Çünkü medyanın pek çok tanınmış şahsiyeti, haklarında "Eroin satıcısı" diye haber yapmış. Biz sanıyoruz ki, ırkçılık dediğimiz şey, salt "maymun" diye bağırmak ya da sahaya muz atmaktan ibaret.

Burhan Akdağ bize bunu kanıtlamış oldu. Yani Türkiye'de ırkçılığın olduğunun ve takım taraftarlığının buna perde olduğunu.

TAHRİK DENEN MUCİZEVİ BAHANE!

Çarşı'ya gelecek olursak. Evet tıpkı dün yazdığım gibi, Çarşı'nın da farklı olduğunu düşünmüyorum. Farklı olduğunu söyleyenler, 'tahrik' denen bahanenin altına sığınmaz. Tahrik ne menem bir şeyse, Ali Sami Yen'de (ya da TT Arena'da), Şükrü Saraçoğlu'nda, Avni Aker'de ya da Bursa Atatürk Stadı'nda hep aynı refleksi gösteriyor taraftara. Bu kimi zaman sahaya bıçak atmakla, kimi zaman çakmak atmakla, kimi zaman da rakı şişesi atmakla vuku buluyor.

Ya da sokakta tecavüzcü "Öyle giyinmeseydi", Sivas'ta aydınları yakanlar "Dinimize küfretmeseydi", otobüsde dayak yiyen kız "Şort giymeseydi" tahriğiyle dayak yiyor, katlediliyor. O yüzden ülkenin en mucizevi bahanesidir bu tahrik.

"YÜZÜNE GELMEDİ, SIRTINA GELDİ"

İşte bu yüzden farklı değil Çarşı. Çünkü başkaları yaptığı zaman eleştirdikleri her şeyi tahrik savunmasıyla kendileri de yapıyor. Üstelik bunu "Canım Eboue'nin yüzüne gelmedi ki o çakmak, sırtına geldi" diyerek, meşrulaştırma çabasına giriyor.
Hoş, bu çaba Eboue'yi sahtekârlıkla suçlayan, futbol kariyeri boyunca olmayan penaltıları aldıran Rıdvan Dilmen tarafından dile getirildi ama birileri de buna sahip çıktı. Sanki durum atılan o çakmak, ancak gözünü çıkarttığında suç olacak. Sırtına geldiğinde ortada aslında sorun filan olmayacak.

HATA YAPTIM, ÖZÜR DİLİYORUM

Neyse konu uzadı. Anlamamış olanlar için şöyle anlatayım; ben ilk kez Beşiktaş tribünlerinde maç izledim. O yüzden benim için Beşiktaş'ın bambaşka bir yeri vardır. Yazdıklarımı tekrar okuduğumda hata yaptığımı görüyorum. Eğer Çarşı'yı haksız ve hatalı yaftalamışsam, eşekliğimden ötürü özür dilerim.

Dediğim gibi Çarşı değilmiş ırkçılığı yapan. Beşiktaş Spor Kulübü'nün resmi televizyon kanalı yorumcusu Burhan Akdağ yapıyormuş.

Ama bu da Beşiktaşlıları bağlamıyor değil mi!

Yazının posta.com.tr'deki linki

Not: Bu kısımdan sonrası, posta'da yok, tamamen kişisel çünkü. Şu 1815 postta ilk kez yaş muhabbeti yapacağım.
İnsan biriktirmek önemlidir, hatta tahmin bile edemeyeceğiniz kadar önemlidir. Pek çoğunuzun, benim için başka başka yerleri var. Aranızda sizin bile tahmin edemeyeceğiniz kadar sevdiğim insanlar var. "Abi gel" dese, dünyanın öbür ucuna gideceğim insanlar var.
Bir takım için, bir grup için yazılan bir yazı, insanların fikirlerini değiştiriyorsa, o insanların bugüne kadar kafasına koyduğu Ozan'ı yerle bir ediyorsa, yaptığınız büyük hatadır. Haa, siz yine konuşmayın, görüşmeyin. Ne benden bir şey eksiltir, ne size bir şey katar ya da tam tersi.
Sadece şunu söyleyeyim, değmez. Bunu 37 yaşındaki Ozan olarak söylüyorum, blog yazan Koala olarak değil.
Gidene eyvallah, kalana da 'başımın üstünde yerin var' derim. Sikmişim, takımı, taraftarlığı.

Tahrik olmak üzereyim


Sivas'ta aydınlar tahrik etti, halk yaktı.
Maraş'ta, Aleviler tahrik etti, insanların evine çarpı atıp, baltalarla, sopalarla öldürüldü.
Hrant Dink, 'Türklüğü aşağıladı' 2-3 tane piç tahrik oldu ve öldürdü.
13 yaşındaki kız çocuğu tahrik ettiği için, orospu çocuğunun biri tecavüz etti.
Sokaktaki kadının kıyafeti tahrik edici olduğu için, tecavüz edilip, öldürüldü.
Bir genç kız otobüste şortla oturuyor, karşısındaki tahrik olduğu için dövüyor.
Ramazan'da sigara içen kadın, oruç tutanları tahrik ediyor ve sigara içen kadın saldırıya uğruyor.
Kürtçe türkü söyleyen şarkıcı, özel harekâtçıyı tahrik etti, bir kurşunla öldürdü.

Bu toplum her dakika her saniya tahrik oluyor. Tahrik olmak için tetikteyiz.

Aşağılık sapık tecavüz eder, tahriğe sığınır.
Faşist pezevenk tahrik olur aydını yakar.
Taraftarı da tahrik olur, çakmak yağdırır, suçlu futbolcu olur.

Çünkü memlekette tahrik indirimi diye bir şey var. Herkes bunun arkasına sığınır. Töre cinayeti işleyenden tecavüzcüye, katilden katliamcıya kadar herkesin ağzındadır.

Beşiktaşlı arkadaşlar, Eboue'nin ne yaptığına bakmadan önce Hasan Şaş'ın yüzüne atılan çakmağı hangi tahrik unsuru için attı acaba?

Kaldı ki, Beşiktaşlı taraftarlar neden Avrupa kupaları maçında tahrik olmaz? Çünkü cezayı sike sike alacağını biliyor da ondan.

Hep başkası suçlu. Ali Sami Yen'de su şişesi yağmuruna tutulan Fenerbahçeli futbolcu suçlu.
Kadıköy'de kulağında maytap patlayan Mondragon, kafasına yumurta atılan Hasan Şaş suçlu.
İnönü'de de Eboue suçlu.

Kimse tahrik olmadan, bir şey yapmaz çünkü bu toplumda (!) Aslında dünyanın en sakin ve huzurlu ülkesiyiz ama işte arada sırada da tahrik olabiliyoruz değil mi?

Tahrik olmak üzereyim, bu saçma sapan savunmalar üzerine.
Renk ayırtetmeksizin vandal tribünleri görünce, kendisine taraftar denen yavşaklara baktıkça, tahrik oluyorum.

Hakikaten siktirin gidin lan!

Daha kaç çocuğun ölmesi gerekiyor?



Van'da deprem oldu. Başbakan, bakanlar hep bir ağızdan "Çadır gönderdik" diye açıklama yarışına girdiler.
Kızılay Başkanı "Dünyada bizden fazla çadırı olan yardım kuruluşu yok" diye övünüyordu.

Devlet önce dış yardımları istemedi. Sonra kendi ağızlarından "Özellikle istemedik, gücümüzü görmek için" açıklaması çıktı.

İnsanların tuvalet ihtiyaçlarını karşılayabilecekleri yerler yok. Yüzlerce kişi tek bir tuvalete gitmek zorunda kalıyor. Aklı selim insanlar yırtındı, "Burada salgın hastalıklar olabilir" diye.

Kimsenin umrunda bile olmadı. Devlet zaten yardım işini vatandaşa ihale etti. 208 milyon TL toplanıyor ama bunun kaç parası bölgeye gidiyor, büyük bir muamma.

Cuma günü deprem çadırında ısınmaya çalışan 3 çocuk yanarak hayatını kaybetti. Devletin resmi ajansı, Anadolu Ajansı haberi "Bilinmeyen bir nedenden ötürü çıkan yangında" diyor. Sanki sahilde giar çalıp, şarkı söyleyecekler de kamp ateşi yakacaklar.

Devlet, ısınmak için ölen ufacık 3 çocuğun, neden öldüğünü bile itiraf edemiyor.

Başbakan Erdoğan "Ağustos'u bekleyin" diyor, Van halkına. Bakanlar, bürokratlar, Van'daki başarılarından (!) dem vuruyor.

6 çocuk öldü, bu mu başarınız?

Bugün de, 6.5 yaşındaki Öznur Örgün yetersiz beslenme, aşırı sıvı kaybı ve soğuk algınlığından hayatını kaybetti.
Onların çadırları bile yoktu. Kendi yaptıkları derme çatma naylon barakada yaşıyorlardı.

Öznur'un annesi Pakize Örgün, "Depremde ölmedik, canımızı son anda kurtardık. Ancak şimdi soğuktan kızım öldü. Çaresiziz" diyor. Bir annenin ağzından "çaresiziz" kelimesinin dökülmesi, "Eğer sahip çıkan olmazsa ikiz kızlarım da soğuktan ölecek" diye yalvarması ne acı, ne kahrolası lan.

Başbakan'dan 'zılgıt' yiyen medya Van için pempe tablolar çiziyor.
"İşte yeni Van buraya kurulacak"
"Devlet kendini Van'da hissettiriyor"
"Van eskisinden de güzel olacak"


Çocuklar bir bir ölmeye başladı.
Çadırlar buz gibi,
çadırlar su geçiriyor,
çadırlarda ısınamıyor çocuklar.

Van'da çocuklar ölüyor, beyzadeler Ankara'da, İstanbul'da; aslında zaten yapmaları gereken şeylerle övünüyor. Üstelik hiçbirini doğru düzgün beceremediler de.

Şeref yoksunları, insanlar ölürken hâlâ övünüyorsunuz.

Daha kaç çocuk ölecek, kaç çocuk çadırda cayır cayır yanacak. kaç çocuk beslenemediği için minicik kalp atışlarını kaybedecek.

Yeter ulan yeter!!!

18 Kasım 2011

Özgürlük ve adaletin olmadığı yerde barış da olmaz

Ülke derin bir 'faşizm' gitgeli yaşıyor. Hem de özgürlük çığlıklarının atıldığı bir dönemde.

Üniversiteli iki genç, parasız eğitim talebinde bulunduğu için Berna ve Ferhat 19 ay boyunca cezaevine mahkûm ediliyor.

Sadece poşu taktığı için Cihan Kırmızıgül isimli bir üniversite öğrencisi 21 aydır cezaevinde.

Grup Yorum'un 1989 yılında çıkarttığı 'Gün Gelir/Cemo' albümüne ismini veren Cemo şarkısı, "Terör örgütünün faaliyetleri çerçevesinde suç işlemeye alenen teşvik eden, işlenmiş olan suçları ve suçluları öven nitelikte" bulunduğu gerekcesiyle suç unsuru sayılıyor.

Artvin'de protesto hakkını kullanan insanlar Hopa soruşturması adı altında toplanıyor ve 28 kişi hakkında 'THKP-C Devrimci Yol Devrimci Gençlik' dava açılıyor.
Üstelik bu davada, Lenin'in, Engels'in, Halit Çelenk'in, Stalin'in, Marx'ın kitapları 'yasaklı' sayılıyor.
Yine aynı davanın iddianamesinde sapı kırılmış, "Ankara Tabipler Odası Hekime Yönelik Şiddete Hayır" yazısı bulunan bir şemsiye, sarı-kırmızı-siyah renkli sopasız flama ve ÖDP yazılı flama da, suç eşyası sayılıyor.

KCK, Ergenekon, Devrimci Karargah ve sonu gelmeyen davalar. İnsanlar savunmalarını vermek için 3.5 yıl bekliyor bu davalarda.

Kitapların, şarkıların, bayrakların, flamaların suç olduğu bir ülkede yaşıyoruz. Elinizi vicdanınıza koyarak, söyleyin bu ülkede özgürlük var mı?

Ama o özgürlüğün konusunda da, Başbakan ne diyor; "İstediğiniz kadar medyanın mensubu olun, özgürlüklerin de bir sınırı vardır. 25 kuruşa simit yok."

Bu cümleden ne anlıyoruz? 'Özgürlüğün sınırını da biz belirleriz.'

Bu kendi belirleme işinin yansımasını Abbas Güçlü'nün Genç Bakış programında izledik. Hemen öncesinde şunu hatırlatmakta fayda var. Abbas Güçlü ÖSYM skandallarını sürekli sayfasına taşıdığı günlerde Tayyip Bey ne söylemişti: "Diyorum ya görevlendirme var. Görevlendirenler de belli. Ben o kişinin sürekli bu işin üzerindeki kampanyasını ben söylüyorum. Delil belge falan değil. Sürekli mensubu olduğu yayın organının televizyonunda, köşesinde bu işi tahrik etti. Bunlar mahşeri vicdanda mahkum olacaklar. Gelecekte bedelini çok ağır ödeyecekler tabii."

Bu hatırlatmadan sonra Tayyip Bey'in bugün yaptığı açıklamayı da hatırlatalım; "Medya artık, emirle direktifle manşet atamıyor."

Abbas Güçlü'nün Genç Bakış programında ne olduğu ortaya çıktı? Bedelli askerlik konusunu 'iki karşıt grup' tartıştı. Ama baktık ki, karşıt grup dediğimiz 6 kişinin tamamı da Akp'li çıktı.

Şimdi toparlamak gerekirse, süreç bizi nereye getirdi? Süreç özgürlüklerin sınırlarını kendilerinin belirlediği, iki karşıt fikri bile kendilerinin tartıştığı, muhalefet yapılacaksa o muhalefeti de 'biz yaparız' mantığıyla, işi yalan dolana götüren koskoca bir terbiyesizlik tablosuyla karşı karşıyayız.

Daha önce de yazmıştım, her şeyi ele geçirme isteklerinden asla vazgeçmiyorlar. Şimdi bok atan çıkar mutlaka ama Milli Takım teknik direktörü bile direktifle belirlenmiştir. Spor Bakanı denen robotik cihaz "Gönlüm yerli adamdan yana" dedi ve apar topar Abdullah Avcı göreve getirildi. Şimdi 'hasiktir lan' diyeceksiniz de, Abdullah Avcı'nın milli takımın başına getirileceğini 3 yıldan bu yana söylüyorum. İki seçenek vardı önlerinde biri Ertuğrul Sağlam, diğeri de Abdullah Avcı'ydı. Sağlam biraz daha yıpranmış bir isimdi, o yüzden cepteki diğer isme yöneldiler.

Başa geçelim. Artık dinlediğimiz şarkılar, türküler; okuduğumuz kitaplar; taşıdığımız flamalar, bayraklar yasaklı durumda. Cezaevlerinde siyasi tutukluların sayısı her geçen gün artıyor ve üstelik hiçbiri hüküm giymeden tecrit koşullarında yargılanıyorlar.
Üniversiteli muhalif gençler, talepleri yüzünden, boyunlarında taşıdıkları poşular yüzünden cezaevlerinde çürütülüyor. Gazeteciler, yayınlamadıkları kitaplara, telefon görüşmelerine istinaden yine hücrelere atılıyor.

Biz şimdi bu tabloya bakarak, bu ülkede 'özgürlükler var' nasıl deriz?

Evet adalet var. Adalet artık kadın katillerinin daha az yargılanması için var.
Halktan para toplayarak, kurdukları boktan derneklerde o paraları iç edenler için var.
Haklarında adi suçtan yargılama kararı olmasına karşın, dokunulmazlık zırhına bürünenler için var.

Dünyanın afilli, fiyakalı yaldızlı kâğıtlar içine sararak, bize sunduğu Türkiye'nin adalet terazisi artık işlemiyor.

Şarkılar tehlikeli, kitaplar yasaklı, talepler suç unsuru. Meclis'te timsah gözyaşları dökerek, eleştirdikleri 12 Eylül'den tek farkımız askeri bir yönetim olmaması.

Faşizm sadece öldürmez. Faşizm aynı zamanda zalimin hakimiyetidir. Türkiye faşistlerin hakimiyetindedir, kimse kendini kandırmasın.

Bu yazıyı yazarken, Cemo dinledim, poşumu boynuma bağladım ve gözüm kitaplıkta Lenin'in 'Sosyalizm ve savaş' kitabına ilişti.

Ahmet Hamdi Tanpınar'ın dediği gibi "Zulmü her kabul ediş daha büyüğünü doğurur."

Kedisini kaybeden bir kişiden...


Az sonra öleceğim.
Son bir kez daha bak gözlerime.
Boşluğa diktiğime bakma, görür seni gözlerim.
Az sonra öleceğim.
Son bir kez daha gözgöze gel benle,
Son bir kez bakışlarımızla konuşalım.
Az sonra...
Çok uzaklara bakarmışçasına bir noktada takılıp kalacak yeşil gözlerim.
Sen en çok gözlerimi, bakışımı severdin, biliyorum.
Bir de asilliğimi...
Bir de sakinliğimi...
Şimdi daha da sakinleştim, değil mi?
Zaten üzdüm, bir de yormak istemem seni.
Az kaldı, birazdan öleceğim.
Ne telaşım kalacak ne ortada dolanan ilaçlarım.
Sahi, bu ilaç lekeleri çıkar mı bu bebekli battaniyeden?
Son bir kez gözgöze gel benimle.
Az sonra öleceğim.
Son bir kez kucakla beni,
Sıcaklığını özleyeceğim.
Ama en çok sen özleyeceksin beni okşamayı, biliyorum.
Kadife başımı öpmeyi özleyeceksin, koklamayı...
Patilerimi göğsüne dayayıp oturduğum anları hiç unutma.
Unutma o anki mırıltılarımı, mutluluğumu,
Mutluluğumuzu...

İstersen son bir defa okşa tüylerimi,
Son bir defa tüylerimin rengini kazı aklına.
Bak, başımın üstüyle kulaklarım renkli benim,
Kuyruğum bir de.
Bir de sırtımda tarçın rengi bir leke var.
Diğer yerlerim bembeyaz, unutma.
Unutma tüylerimin rengini.
Karnım ilaçlardan, kandan böyle kırmızı.
Çok kirlendim.
N’olur beni böyle hatırlama, e mi?
Ben hep temizdim biliyorsun.
Titiz kızım derdin bana ya zaten.
Beni hep temiz hatırla.

Az sonra öleceğim.
Son bir defa öp beni.
Ben senin çeneni yalayamam, hiç takatım yok.
Ama ben seni çok sevdim minicik kalbimle, bunu unutma.

Az sonra öleceğim.
Son kez tüylerimin arasına burnunu göm, kokla beni.
Hâlâ mis gibi kokuyorum bak.
Ben senin kokunu hiç unutmam, sakın korkma.
Son kez kavra yumuşacık patilerimi,
Bir de en çok patilerimin altındaki tüyleri severdin sen sahi.

Tut, öp patilerimi istersen, bak üşümüşler.
Sıcacık avuçlarının arasında son kez okşa.
Battaniyelerin içinde bebekler gibiyim.
Biraz küçüldüm mü ne?
Ben eski ben değilim...
Karnımda boydan boya dikiş izleri,
İlaçlar yapış yapış yapmış.
Kanlar bulaşmış o ipek tüylerime.
Gücüm olsa yalar temizlerdim biliyorsun,
Yine de sen beni temiz hatırla.

Az sonra öleceğim.
Beni yıllarca besledin, minnettarım.
Ama ben kısacık hayatımı sana adadım, bunu unutma.
Az sonra öleceğim.
N’olur üzülme, aklım sende kalmasın.
Hayat dediğin kısacık işte.
Ben, benimkini yaşadım, bitti.
Biliyorum, daha erkendi.
Ben de beklemiyordum henüz ölmeyi.
Ama ölümler hep erken gelirdi, değil mi?

Az sonra öleceğim.
İçim rahat gidiyorum, yalnız değilsin.
Tarçın, Mahzun, Beyaz, İpek...
Yalar temizlerdim, koynumda uyuturdum hepsini,
Üzerlerinde kokum kaldı benden hatıra.
Sana bensizliği unutturabilirler mi bilmiyorum,
Ama onları okşarken de beni hatırla...

Az sonra öleceğim.
Ben senle çok mutlu yaşadım.
Ne yatağını ne yastığını yasaklamadın bana, daha ne olsun.
Ne de sevgini...
Ne döktüğüm tüyler battı gözüne, ne saçtığım kumlar.
Beni sevdiğin için seni suçlayanlara hiç aldırmadın.
Beni kimse senin kadar sevemezdi, bunu biliyorum.
Hatırlıyor musun kucağına geldiğimde okuduğun gazeteni bırakırdın,
Ördüğün örgüyü.
Sigaradan nefret ederdim ben,
Sigaranı bile söndürürdün bazen, yeni yaktığın halde.
Ben yatmak için seni beklerdim sabırla,
Sen beni göğsüne alırdın sevgiyle.
Ne zaman sevgini istesem verdin bana, sakınmadın.
O sıcak geceleri hiç unutmam ben,
Sen de unutma.

Az sonra öleceğim.

Sana resimlerden gülümseyeceğim artık.
Belki bakamayacaksın, için kanayacak gözlerime bakarken.
Pişmanlıklar yaşayacaksın benden yana,
Acabalar, keşkeler...
Bunu yapma.
Beni hepten kaybedeceğini bilseydin kıyamazdın, biliyorum.
Doktor amcalara beni teslim ederken korkudan ben titrerken,
Sen ağlıyordun.
Gördüm, en son gözyaşların kaldı aklımda,
Bir de telaşın...

Dışarıda yağmur yağıyordu,
Sen üşüyordun.
Ben korkuyordum.
Yapayalnızdık ikimiz,
Bir sen vardın kocaman hastanede, bir de ben.
Bir de aramızdaki kocaman sevgi...
Bir de hissettiğim o kocaman acılar vardı.

Ameliyatım bitince yağmur dindi,
Ama acım dinmedi.
Bunları üzül diye söylemiyorum,
Kader işte,
Ne olur kendini suçlama...
Sen beni sevdiğinden canımı yaktırttın, biliyorum.
Hiç aklımıza gelmemişti böyle olacağı, artık ağlama.
Yoksa hiç kıyar mıydın bana?
Bir gün kaybolmuştum, hatırlıyorum da,
Delirecek gibi oluşun, perişanlığın...
Beni bulduğunda sarılmandan anladım kalbindeki yerimi.
Ne çok sevildiğimi bir daha anladım.
Yine gidiyorum.
Ama bu sefer döner diye boşuna umutlanma.

Az sonra öleceğim.
Son kez beni balkona çıkar, günbatımını göster bana.
Pötibör bisküviyi çok severdim, biliyorsun.
Çayın yanında her bisküvi yediğinde,
O vanilya kokusunda,
Beni hatırla.

Az sonra öleceğim.
Acı miyavlamalar bırakacağım kulağına son kez, hazır ol.
Belki hatırlamak istemeyeceksin ama;
Sana veda inlemelerim onlar, bil ve korkma.
Kedilerin vedası öyle olur işte.
O zaman minik bedenime son kez sarıl, beni sensiz bırakma.
En son sıcaklığın kalsın üşüyen bedenimde.
Bir de burnumda kokun...
Gittiğim yerde çok ihtiyacım olacak.
Sımsıcak sarıl bedenime, artık canım yanmaz, korkma.

Az sonra öleceğim.
Artık hayâlinde sev beni,
Ben seni orada bekleyeceğim.
Unutma.

Az sonra öleceğim,
Elveda...

Not: Bir arkadaş gönderdi bunu. Kedisini kaybeden biri yazmış. Fena oldum lan, öyle böyle değil. Canım kızlarım, bugün yaş mama alacağım size

17 Kasım 2011

MAA klasiği



Az zamanda çok işler beceren (!) ve futbolu siken bu şahsiyetten eylemlerini sürdürmesini bekliyoruz.

Taraftarsız futboldan sonra, ağırlık topuyla futbol, stadyumsuz futbol, kale direksiz göz ayarı ile futbol, ofsaytsız-penaltısız futbol gibi çığır açabilecek konularda atılımlar bekliyoruz.

Şike-teşvik de yasallaşsın.

Lan siktiniz futbolu, siktiniz...

16 Kasım 2011

Bülent Ersoy bu kadar dönmedi be!


Tarih: 18 Mart 2011
Yer: Esenboğa Havalimanı

BAŞBAKAN ERDOĞAN, CHP'NİN BEDELLİ ASKERLİK PROJESİ HAKKINDA NE DEMİŞTİ?

"Bunun neresi proje? Böyle proje mi olur? Böyle ayak üstü yolda giderken proje açıklanır mı? Kiminle oturulmuş ne konuşulmuş? Bir defa sokakta bakıyorsunuz birileri bir şeyler söylüyor.

‘Bedelli askerlik gelecek mi gelmeyecek mi? Olur mu olmaz mı? Ne getirir ne götürür? Şu anda halkımızın bu noktadaki tavrı nedir? Bu ülkede parası olan var olmayan var. Şimdi siz kalkıp da parası olana bedelli askerlik, ‘buyur kullan’ diyeceksin. Parası olmayana ‘O da gitsin askerlik yapsın’ diyeceksin.

Bunu adalet terazisine oturtmak durumundasınız. Bu eğer o kadar rahat bir şey olsaydı, benim vatandaşımın halkımın belli bir kesimini mağdur etmeyeceğini biz bilseydik inansaydık biz bunu kabul ederdik. Hiç bunu bugüne kadar bekletmezdik.

Nasıl ki biz polisimizin askerlikle ilgili haklı talebini masaya getirdik ve yıllarca çözülmeyen bu sorunu silahlı kuvvetlerle oturup konuşarak çözdük. Bunun yanında sözleşmeli er ile ilgili konu, hudut birlikleri ile ilgili attığımız adımlar, bütün bunların hepsi ayakta yolda giderken yapılan işler değil.

Ülkenin mevcut durumu değerlendirilerek konuşularak, bunun bütçesi nedir ne değildir? Ne getirir ne götürür? Hep bunlar değerlendirilerek yapılmıştır.

Fakat görüyorum ki ana muhalefet partisi ‘bir şey yapabildim’ diyebilmek için, bu tür adımları attığını göstermek için her an bu tür açıklamaları yapıyor. Bizim şu anda gündemimizde böyle bir durum yok.

Gerçekten böyle bir konunun üzerinde durulması gerekiyorsa biz bunu seçimden sonra kalkarız böyle birşeyi ancak referanduma taşırız ki halkımız bunun kararını versin. Çünkü ben şahsen böyle bir sorumluluğun altına Tayyip Erdoğan olarak giremem.
Çünkü parası olan var olmayan var. Parası olan bastıracak parayı askerlikten kurtulacak, parası olmayan gidecek askerlik yapacak. Kimlerle görüştüysem ben kenarda köşede, izbe yerlerde vatandaşım sıcak bakmıyor. Biz bu yola çıkarken kimsesizlerin kimi olarak çıktık. O zaman sormamız lazım. Ona göre de adımımızı atarız.”

Neyse tarih filan yazmıyorum. Haftaya bedelli askerlik yasa haline gelecek. Bizim halk bayılıyor böyle "Ben halkıma sorarım" dendiği zaman, adam yerine konulduğunu sanıyor. Lan, kimse sizi adam yerine koymuyor, anlayamadınız mı? Hele hele Akp iktidarının umrunda değilsiniz.

Marttan Kasım'a 8 ay geçti, her şey birdenbire değişiverdi. Sorun bedelli filan değil, karşı çıktığım yok. Askerliği tamamen reddediyorum çünkü. Sorun, Başbakan sıfatı taşıyan bir adamın, her söylediğinin yalan çıkması. Ne söylerse söylesin, kendi kendini yalanlıyor.

Sesini duyduğumda, ekranda gördüğümde artık midem kendisini kaldırmamaya başladı.

Anadolu Ajansı haberinden ne anlıyoruz?

Sultan Abdülaziz’in Hariciye Nazırı Keçicizade Fuat Efendi’nin, İstanbul Boğazı’ndaki yalıların üzerindeki mühürlerin ne anlama geldiğini soran yabancı sefirlere, "Bizim devletimizin en büyük sigorta şirketinin amblemidir" yanıtını verdiği bildirildi.

Araştırmacı-Yazar Talha Uğurluel, İstanbul Boğazı’nda Osmanlı’dan kalma yalıların giriş kapılarının üzerinde bazı mühürler bulunduğunu belirterek, ecdadın inancını mimariye muhteşem bir yazıyla yansıttığını anlattı.

O evlerin alınlıklarında "Maşallah, Barekallah, Ya Hafız" yazdığını ifade eden Uğurluel, "Allah muhafaza etsin, korusun, hıfz etsin manasında bu yazılar konulmuş" dedi.

Günümüzden 100 yıl Önce Sultan Abdülaziz’in Hariciye Nazırı Keçicizade Fuat Efendi’nin, İstanbul’a davet ettiği İngiliz, Alman, Fransız ve Rus hariciye nazırlarının "Maşallah" yazan bir alınlığı göstererek, "Paşa, sokakları gezerken, yalılarda gördüğümüz bu yuvarlaklar neyin nesi?" diye sorduğunu anlatan Uğurluel, şu bilgileri verdi: "Maşallah kelimesini bir yabancıya anlatmak zordur. Paşa, zehir gibi bir zekaya sahip. Diyor ki ’Bu gördüğünüz kapı ve pencere alınlıklardaki yazılar, bizim devletimizin en büyük sigorta şirketinin amblemidir.’ Paşa’nın verdiği cevap muhteşem.
Çünkü bizim bir tevekkül anlayışımız vardır. Allah’a havale ederiz. Anadolu ifadesiyle sağlam kazığa bağlarız. Allah’a havale ettiğinizde hiçbir şey olmaz. Kainatın yaratıcısı, kainatı elinde tutan elbette sizi muhafaza edecektir. Yalılara bu yazılar, Allah yalıları korusun diye yazılmıştır."


Uğurluel, bir tarihi konakta ise Eshab-ı Kehf’in isimlerini gördüklerini belirterek, "Bu da, nasıl Rabb’imiz 300 yıl boyunca onları bir mağara içinde muhafaza etti, o mübareklerin ismini evimize yazalım da onların yüzü suyu hürmetine bizim de evimiz koruma altında olsun’ anlamına geliyor" dedi.

Adam haklı. Ülkeyi yöneten adamlar da; depremi, seli, felaketi Allah'a havale ediyor, gerisine karışmıyor. TOKİ'den sorumlu Bakana soruyorlar, "TOKİ'nin yaptığı evler depremde yıkılır mı?" Bu da yanıt veriyor: "Allah bilir."

Bu anlayış zaten halkta hakim bir anlayıştır, böyle sikimtrak araştırmacılarla, haberlerle daha fazla aşılanmaya çalışılıyor.

15 Kasım 2011

Poşu taktı, terörist ilan edildi


BASINA VE KAMUOYUNA

Galatasaray Üniversitesi Endüstri Mühendisliği Bölümü öğrencisi Cihan Kırmızıgül, yirmi bir aya yakın bir süredir Tekirdağ F Tipi Kapalı Cezaevinde tutuklu.

Kağıthane’de bir markete molotof kokteyli atılmasından iki saat kadar sonra, olay yerine yakın bir durakta otobüs beklemekte olan Cihan, boynunda taşıdığı poşu dışında, kendisini olayla ilişkilendirecek en ufak bir şüphe nedeni bulunmaksızın gözaltına alındı ve ardından "gizli tanık" sıfatı taşıyan bir kişinin ifadesine dayanılarak tutuklandı.

Kovuşturma süreci zarfında söz konusu gizli tanığın olay yerinde Cihan Kırmızıgül’ü görmediğini açıkça beyan etmesine, dava dosyasına başkaca delil eklenmemesine ve bizzat iddia makamının tahliye ve beraat yönünde mütalaa vermesine karşın mahkeme heyeti, tutukluluğun devamında ısrar etti.

Tutukluluk nedeniyle infaz kurumunda geçirdiği bu iki yıllık süre boyunca Cihan yalnızca özgürlüğünden değil, yüksek öğrenim hakkından da yoksun bırakıldı.

Aşağıda imzası olan Galatasaray Üniversitesi çalışanları olarak biz; öğrencimiz Cihan’a uygulanan tutuklama tedbirinin başından beri hukuka aykırı ve orantısız olduğunu savunuyor, süreler uzadıkça da giderek telafisi imkansız bir mağduriyete dönüştüğüne inanıyoruz.

Bu davanın takipçisiyiz. 16 Kasım 2011 tarihli duruşmada tutuklamanın devamının hangi somut gerekçe ya da olgulara dayandırıldığının artık açıklanmasını ya da Kırmızıgül’ün salıverilmesini istiyoruz.

Yard. Doç. Dr. Özgür ADADAĞ
Öğr. Gör. Tuba AKINCILAR
Ar. Gör. Dr. Özge AKSOYLU
Ar. Gör. Dr. Güçlü AKYÜREK
Prof. Dr. Mehmet ARDA
Ar. Gör. Zeynep ARIKANLI
Öğr. Gör. Esra ATUK
Yard. Doç. Dr. Ömer AYGÜN
Ar. Gör. Gözde AYTEMUR
Yard. Doç. Dr. Nazlı ÜLBAY AYTUNA
Doç. Dr. Şebnem GÖKÇEOĞLU BALCI
Ar. Gör. İlke BEREKETLİ
Ar. Gör Dr. Savaş BİÇER
Ar. Gör. Tolga BİLENER
Prof. Dr. Özden CANKAYA
Doç. Dr. Birol CAYMAZ
Ar. Gör. Ayşe YILMAZ CEYLAN
Ar. Gör. Dr. Burak ÇELİK
Ar. Gör. Dr. Tolga ÇEVİKEL
Yard. Doç. Dr. Didem DANIŞ
Ar. Gör. Başak DEMİR
Yard. Doç. Dr. Hüseyin Murat DEVELİOĞLU
Prof. Dr. Zeynep DİREK
Ar. Gör. Seçil DOĞUÇ
Ar. Gör. Gaye ÇANKAYA EKSEN
Doç. Dr. Yeşeren ELİÇİN
Doç. Dr. Murat ENGİN
Ar. Gör. Osman ERGÜL
Yard. Doç. Dr. Vesile Sonay EVİK
Ar. Gör. Dr. H. Deniz Ege GÖKTUNA
Yard. Doç. Dr. Bilge ÖZTÜRK GÖKTUNA
Öğr. Gör. Nazlı ÖKTEN GÜLSOY
Doç. Dr. Serhat GÜNEY
Ar. Gör. Dr. Zeynep GÜNEY
Ar. Gör. Dr. Birden GÜNGÖREN
Ar. Gör. Dr. Ayça AKARÇAY GÜRBÜZ
Doç. Dr. Burak GÜRBÜZ
Prof. Dr. Yasemin GİRİTLİ İNCEOĞLU
Prof. Dr. Ahmet İNSEL
Yard. Doç. Dr. Verda İRTİŞ
Doç. Dr. Saadet İYİDOĞAN
Ar. Gör. Barış KARA
Ar. Gör. Dr. Mehmet KARLI
Ar. Gör. Ayşecan KARTAL
Ar. Gör. Belgin KAYGAN
Ar. Gör. Dr. Sedef KOÇ
Doç. Dr. Ahmet KUYAŞ
Doç. Dr. Haluk LEVENT
Ar. Gör. Dr. Pınar MEMİŞ
Ar. Gör. Dr. Özgür MUMCU
Ar. Gör. Alber Erol NAHUM
Ar. Gör. Dr. Cem ÖZATALAY
Öğr. Gör. Füsun ÖZBİLGEN
Ar. Gör. Özgürol ÖZTÜRK
Ar. Gör. Selin PELEK
Ar. Gör. Dr. Sezgin POLAT
Doç. Dr. Kerem RIZVANOĞLU
Ar. Gör. Menent SAVAŞ
Ar. Gör. Zeynep SAVAŞÇIN
Yard. Doç. Dr. Selcan SERDAROĞLU
Ar. Gör. Dr. Seçkin SERTDEMİR
Ar. Gör. Dr. Ceren SÖZERİ
Ar. Gör. İdil ENGİNDENİZ ŞAHAN
Ar. Gör. Mutlucan ŞAHAN
Doç. Dr. Hülya UĞUR TANRIÖVER
Öğr. Gör. Beyza TEKİN
Öğr. Gör. Dr. Ayşe TOY
Yard. Doç. Dr. Ruhi TUNCER
Doç. Dr. Nilgün TUTAL
Ar. Gör. Merve TİRYAKİOĞLU TÜMERK
Ar. Gör. Dr. Özgür TÜRESAY
Doç. Dr. Buket TÜRKMEN
Yard. Doç. Dr. Ayşegül ULUS
Yard. Doç. Dr. Mustafa ULUS
Ar. Gör. Dr. Özen ÜLGEN
Prof. Dr. Dilruba ÇATALBAŞ ÜRPER
Prof. Dr. Füsun ÜSTEL
Ar. Gör. Ece VİTRİNEL
Prof. Dr. Duygun YARSUVAT
Ar. Gör. Yusuf YILDIRIM
Ar. Gör. Cemil YILDIZCAN
Ar. Gör. Dr. Gülşah KURT YÜCEKUL
Yard. Doç. Dr.Hakan YÜCEL
Ar. Gör. Dr. İrem ZEYNELOĞLU

13 Kasım 2011

Milli Takımın başına Jeffrey Lee geçerse Dünya Kupası'nı alırız


30 Mart 2010 tarihinde Vatan Gazetesi'nde Gökmen Özdemir imzalı bir haber yayımlandı. 5 Galatasaraylı futbolcu, Rijkaard'ın oynattığı futbola eleştiri yöneltiyor ve şunları söylüyor: "İleride baskı yapmamızı istemedi. Biz kendi kendimize arada baskı başlattık. Zaten ileri ucumuz baskı yapacak bir yapıda değil. Baskı yapmadan Ali Sami Yen’de maç kazanılır mı? O zaman nasıl iç saha avantajını kullanacağız? Hoca hâlâ Türkiye’yi anlayamadı. Bu ligin ne kadar zor ve mücadeleye dayalı olduğunu çözemedi... Bizim tanıdığımız, bize anlatılan Rijkaard bu olamaz. Takım içi adaleti de sağlayamıyor. Elano ve Giovani’ye yer açmak için denemediği taktik kalmadı. Galiba Dünya Kupası için Elano ve Giovani’nin forma garantisi var.

Rijkaard bu takımın 4-3-3 oynayamayacağını anlamadıysa artık çok geç. Biz kendimizi biliyoruz, takımı görüyoruz. Böyle oynayamayız. Ali Sami Yen’de de çift forvetle oynamalıyız. Deplasmanda da! G.Saray tek forvetle maça çıkmaz. Orta sahanın göbeğinde bir türlü istikrar sağlayamadık. F.Bahçe maçında Elano dökülürken, Balta’yı sola, Caner’i onun önüne koymayı bile düşünmedi Rijkaard. Bize gerçekten yazık oluyor. Çok rahat şampiyon olacağımız ligde sırf hocanın inadı ve yanlış yabancı tercihleri sebebiyle avantaj kaybettik."


Şimdi Hırvatistan'dan 3 yiyen günümüz Türkiye'sine dönüyoruz. Milliyet gazetesinden Nevzat Dindar'ın imzalı haberde Arda Turan şunları söylüyor: "Hiddink’in tercihleri bu sonucu hazırladı. Özellikle forvet bölgesinde büyük sıkıntı yaşadık. Hocamız, Burak’ı ilerde tek başına oynattı, böylece gol bölgesinde etkisiz kaldık. Allah aşkına, kendi sahamızda oynuyoruz. Ama ilerde bir tek Burak. Hücum bölgesinde en az 3 oyuncunun olması gerekirdi. Ne yazık ki, Hırvatlar’ı gözümüzde çok büyüttük. Rakimizin Dünya sıralamasındaki yerine göre hocamız çekingenlik gösterdi.

Hiddink’in, oynatmak istediği kontrollü futbol Türk oyuncusunun yapısına ters. Kenarda sizi yöneten hocanız eğer futbolcusuna güvenmiyorsa, zaten maça 1-0 geride başlarsınız. Öyle de olmadı mı? Oysa 2008’de Avrupa şampiyonu olduğumuzda Türk oyuncusunun karakteristik yapısına uygun şekilde her maçı son dakikaya kadar kovaladık. Bugün (önceki gece) ikinci dakikada maç bizim için bitti"


Testi kırıldıktan sonra yol gösteren çok olurmuş. Hoş, testiyi zaten Eminönü'nde 3 tanesi 1 TL'ye satılan boktan yapıştırıcıyla, biraraya getirdiğimizi görmemek aptallıktı ya, yine de iki kelime edelim.

Türkiye'de işler şu yukarıda görülen örnekteki gibi yürüyor. İşler iyi gittiğinde vezirsin ama rüzgâr tersine döndü mü rezilin önde gidenisin. Haa bunu söylerken, Hiddink'i savunmuyorum. Zaten gelişi baştan hataydı. 9 aya yakın bir ülkenin ulusal takımı teknik direktör bekledi, ha bugün ha yarın gelecek diye. Hiddink İngiliz basınına, emekliliğini açıklamışken, bizim süper zeki yöneticilerimiz, "Hadi ulan, bizden de sana emekli ikramiyesi" diyerek, kendisine görev verdi.

Hiddink'ten ya da başka isimlerden bağımsız, "Biz neden bu haldeyiz?" sorusunu sorduğumuzda, karşımızda basınından taraftarına, federasyonundan futbolcusuna kadar pek çok parametre çıkıyor.

'Bu ülke topraklarında futbol oynayan adamların hiçbiri profesyonel değil'in altını bir çizmek lazım. Transfer dönemlerinde atacakları imza günü dışında, profesyonel kelimesinin içini dolduracak tek bir davranışları bile olmaz. Teknik direktörünün arkasından iş çeviren, onu göndermek için basını kullanan, taraftara oynayan, senede milyonlarca dolar kazanıp sürekli 'vefa, vefa' diye ortalarda dolanıyorsanız, Türkiye'de futbolcusunuz demektir.

Şu yukarıdaki iki olay örtüştüğü için Arda'nın adını anıyorum, yoksa kendisi benim için Galatasaray'ın eski bir futbolcusundan ibaret, tıpkı Caner Erkin, Lukunku ya da Adrian Knupp gibi. Herif Rijkaard gibi, Hiddink gibi iki futbol adamına nasıl futbol oynanması gerektiği dersini (!) veriyor. Bu dersi verirken de, çalıntı replikler kullanıyor, "Avrupa şampiyonu olduğumuzda Türk oyuncusunun karakteristik yapısına uygun şekilde her maçı son dakikaya kadar kovaladık" diye. Rijkaard AC Milan efsanesinin bir parçasıyken, ona, Hiddink'e akıl veren, taktik söyleyen herif Bayrampaşa semt pazarına portakal olarak düşmemiş bile ama ikisinden de iyi biliyor.

Kılavuzu karga olanın burnu boktan çıkmazmış, bu salakta da aynı şey. Bunların kılavuzu "Türk futbolcusu duygusal futbol oynar" diyen herif. Bu 'duygusal futbol' da dünya futboluna bizim kıyağımız olsun. Söz ettiği şey, her şartta futbolcunun sırtının sıvazlanması, "hadi aslanlarım" diye gaza getirilmeleri, elinde sopa bulunan, despot ama aslında Kadir Savun yüreğine sahip, babacan teknik direktör modeli.

"Peki birader, sen hani profesyoneldin?" diye sorası geliyor insanın ama o olguyu imzayı attıkları yerde bırakıveriyorlar.

Diyor ki, "Avrupa şampiyonu olduğumuzda Türk oyuncusunun karakteristik yapısına uygun şekilde her maçı son dakikaya kadar kovaladık." Ah benim salaktan bozma, aptaldan rol çalan, embesile öykünen Türk futbolcu modelim, Cech elinden o topu kaçırmasaydı, sen neyi kovalayacaktın acaba?

Dönelim spor basınına. Her gelen teknik direktöre efsane yaftası yapıştıran, gönderileceği anladığında kıçına teneke bağlamaktan geri durmayan, masa başında ahkâm kesen ama bir boktan haberi olmayan insan topluluğuna yani.

Bu ülkede kendisine köşe yazarlığı verilen adam, "Ben Modric'in adını 2008'den beri duymadım" diyor. Şimdi bu moronumsu canlı, futbol yazarlığı yapıyor ama Modric'in adını duymuyor. Kıvamı tam tutmamış bu arkadaş milli takım düzeyinde maç izlemediğini belli ediyor. Onu geçtim Şampiyonlar Ligi izlemiyor. Bunu da geçtim, dünya basınını takip etmiyor. "Adını duymadığım" dediği Modric'in, İngiltere'deki kulüplerin yarısının peşinde olduğunu, bilmeyen bu şahıs ve benzerlerinin futbolla ilintili tek bildiği şey Fenerbahçe, Galatasaray, Beşiktaş ve Trabzonspor. İzlediği maçlarda, bu takımlar kimlerle oynuyorsa, birkaç kelam da onlar hakkında edebilir belki.

Arkadaş, bu senin işin mi? İşinle ilgili hiçbir bok bilmeyeceksin, dersine çalışmayacaksın, sonra ahkâm keseceksin. Lan bir ilerleyin artık, teknoloji çağındayız. Singapur Ligi'ndeki Gombak United-Tanjong Pagar maçını bile izleyebilecek dönemdeyiz ama sen Modric'in adını duymuyorsun. Adama götüyle bile gülmezler lan!

Senede 1.5 milyon dolar kazanan, 'Türkiye'nin en iyi ve en objektif yorumcusu' herif, yorumlayacağı maçta Hırvatistan hakkında bilgi sahibi değil. Sağ bekine 'forvet' der, gol atan oyuncu için "Bu hangi takımda oynuyor?" der, "Normal oynasak yeneriz" diye, tam da Arda ve onun gibileri için sözümona gaz verir.

Oğlum, siz niye bu işi yapıyorsunuz lan! O kadar para kazanıp, bir bok bilmeyeceksin, sonra sağa-sola laf atacaksın. İnsan aynaya bakamaz, hak etmediği parayı kazanınca, nasıl rahat uyuyorsunuz, anlaşılır gibi değil.

Gelelim futbolun yönetenlerine. Ben 'yöneten' diyorum da, pozisyon itibariyle öyleler. Yoksa bildiğin yönetiliyorlar. Yayıncı kuruluşu, siyasal erki, UEFA'sı, kulüp başkanları filan bunları parmağında çeviriyor, götlerine gazyağı sokup, alev çıkartırıyorlar bunlara.

Futbolu nasıl yönettiklerini yazdan beri görüyoruz. Her aldıkları karar skandal. Kimseye sormadan kupa statüsünü değiştiriyorlar, herkesin rızasını almadan ligin şekli değiştiriliyor, birilerinin götünü kurtarmak için, UEFA kapılarında pazarlık yapıyorlar.

Türkiye'de futbol, kitlelerin uyuşturulması için müthiş bir araç. Eskiden haftada bir bilemedin iki gün konuşulan futbol, her gün oynanan maçlar nedeniyle süreklilik kazandı. İşin ilginci, insanları uyuttukları spor, yerlerde sürünüyor. Futbolcusu teknik direktörüne akıl veriyor, gazetecisi konu hakkında bilgi sahibi değil, taraftarı skora göre destek veriyor v.s. v.s.

Ülke futbolunun büyük bir çöküş içinde olduğunu, pastanın dilimleri için yürütülen kayıkçı kavgasını görmemek aptallıkla eşdeğer.

Şimdi yerliydi, yabancıydı, Avcı'ydı, Sağlam'dı diye bir süre oyalanırız. İsim bulunur, bugün teknik direktörünü eleştirenler, gelecek isim gidene kadar susar, işler kötüye gittiğinde onu da "Zaten tecrübesi yoktu" eleştirir, ülkede 2014 hayalleri kurulur, ona da gidilmezse bir kurban bulunur, yolumuza devam ederiz.

Galatasaray için söylemiştim, aynısını Milli Takım için de dile getireyim; önce yeniçerileri temizlesinler, sonra futboldan para kazanan ama konudan bihaber asalakları yok etsinler, taraftar diye vandal, futbolcu diye andaval tipleri spatulayla kazısınlar. Sonra göreve Gombak United teknik direktörü Jeffrey Lee bile gelse, bugünkü durumdan daha kötü olunmaz.

Bu işleyiş devam ettiği sürece göreve Alex Ferguson, Jose Mourinho ya da Pep gelse, onların da ağzına sıçarız, emin olun.

11 Kasım 2011

Saygı beklenmez, saygı hak edilir!

Milli maçın faturası da Galatasaray taraftarına kesildi. Milli formaya saygı gösterilecekmiş, öyle diyor futbol uleması Rıdvan.

Rıdvan Dilmen bu ülkede 1.5 yıl futbol oynamış, teknik direktörlük kariyeri büyük fiyasko olan, kahvedeki adamın diliyle yorum yapan, bir şahıstan başka bir şey değil.

Taraftar için milli formaya saygı göstereceksin dediği adam Emre Belözoğlu. Hani şu, saha içinde İsviçreli futbolcu tekmeleyen, basın tribününe milli forma üstündeyken, kol hareketi çeken tip. Ulan, bırakın bu hamaseti. Önce üstüne milli forma giyen herif, o formaya saygıyı gösterecek. Sonra saygı görmeyi bekleyecek. Üç kuruşa beş köfte yok.

Kaleye geçen angut "Amına koduğumun çocukları" diyecek, kolunda kaptanlık bantı olan lavuk "Orospu evlatları. Şimdi o ağzınıza sikmek lazım sizin de neyse" diyecek, ben bu adamlara saygı göstereceğim.

Milli formanın kutsallığı tek taraflı mı? Taşıyana saygı gösterilecek kutsallığından ötürü ama taşıyan üstündeki formaya hiç saygı göstermeyecek. Mis lan, mis. O zaman geçirelim üstümüze milli forma, gelelim NTV binasının önüne sana, sülale boyu küfredelim. Hoş, ben pijamayla da geniş geniş yapıyorum o işi ayrı mesele ama madem hadise formadan kaynaklanıyor, öyle yapalım.

Samimi olsun herkes. Galatasaray-Fenerbahçe rekabeti ülkede her şeyin önüne geçmiştir. Misal, Volkan Dünya Kupası finalinde 90. dakikada penaltı kurtarsa, kaç Galatasaraylı deliler gibi sevinir? Olur muhakkak da, azınlık halinde kalır. Ya da Sabri Avrupa Şampiyonası finalinde 90'da 30 metreden koysa, kaç Fenerbahçeli, o golü Gökhan Gönül attığında verdiği tepkiyi verir.

Volkan zaten antipatik bir tip. Fenerbahçeliler dışında seveni olduğunu sanmıyorum ama Ali Sami Yen'de götüyle top durduğu an, ağzıyla kuş, götüyle ejderha yakalasa bile Galatasaraylı taraftarlarla arasında asla bir daha düzelmeyecek bir ilişki vardır. Keza Kadıköy'de üçlü çektiren Sabri'yle Fenerbahçe taraftarı arasında da benzer bir ilişki var.

O yüzden samimiyetle söylüyorum ki, milli takımdan hazzetmiyorum. Antrenörü Oğuz Çetin olan, kalesi Volkan'a emanet, kaptanlık bandı Emre'nin taşıdığı bir milli takım için de asla ve asla sevinmem. Haa bunu söylerken, Gökhan Gönül'e ya da Mehmet Topuz'a neden küfretmediğimi de bir zahmet sorgulasın Fenerbahçeliler. Derdim Fenerbahçeli olması değil, sizin de misal Mehmet Topal Galatasaray forması giyerken, bir şey söylediğinizi tahmin etmiyorum.

Konu uzadı, demem o ki, şu milli forma kutsaldır martavalı bir kenara bırakılsın. Benim için kutsal forma Galatasaray'dır. Fenerbahçeli için Fenerbahçe veya Beşiktaşlı için de Beşiktaş forması kutsaldır.

Kimse 3-0 yenildik diye kendini yerden yere vurmasın. Rakibine saygı duymayan kimse, futbol oynamasın.

Milli formaya saygıysa, sen daha maç başlamadan rakibinin milli formasına saygı duymadığını gösteriyorsun. Yorumcu olan gavat, milli formaya saygı derken, bunu dile getirse ya. "Ayıp oldu" dese ya. Senden sonrası tufan tabii. Söylesen o lafı, milliyetçi duyguları kaşıyacaksın, rahatsız edeceksin.
Senin forman, marşın saygıyı hak ediyor, Hırvatistan'ın forması çaput, milli marşı da Serdar Ortaç bestesi! Değil mi a.k. Bu yüzden önce herkes samimi olmalı.

Son olarak, "Bu şahane stadı yapanlar da yuhalandı" diyerek, tüm ihaleyi Galatasaray taraftarına yükleyen; modern futbol bilgisi bir ilkokul çocuğu düzeyinde olan, yorumculuğu sokak ağzı ile karıştıran dallamaya ya, siktir git demek lazım.

Futbol bilgini, "Biz duygusal futbol oynuyoruz. Mantık futbolu bize göre değil", "Normal oynasak bu Hırvatlar'ı yeneriz" gibi adını sizin koyacağınız yorumlarda bulundu. Futboldan bir bok anlamıyorsun, işin siyasi boyutuna hiç girme, çünkü beynin bunları almaz. Sen günlük 5 bin 10 bin TL'lik bahislerini oyna, at yarışını yap, Fenerbahçe maçlarını izlerken, rakip çizgiden top çıkarttığında onlara "Orospu çocuğu sanki şampiyonluğa oynuyor" diye yorumlarda bulun.

Gerisi senin aklının alacağı işler değil.

Tanıdık geldi mi?


Deneyde kafes, maymunlar, 1 merdiven (ladder), merdivenin tepesinde muzlar, 1 de soğuk duş kullanılıyor. Merdivene çıkıp muzları almaya yeltenen maymun dışındaki 4 maymuna bilim adamı soğuk duşla ıslatıyor.

Her maymun bir seferde olsa muzları almaya yelteniyor ve onun dışındaki maymunlar devamlı soğuk suya maruz kalıyor, daha sonra da muzları almaya çalışanı darp ediyorlar.

Bir süre sonra maymunlardan hiçbiri muzlar orda durmasına ve aç olmalarına rağmen almaya yeltenmiyorlar.

Bir süre sonra maymunlardan bir tanesi yeni başka bir maymunla yer değişiyor. İlk işi muzları almaya yeltenmek oluyor. Diğerleri yeni maymunu soğuk duş olmamasına rağmen darp ediyor.

Birkaç yeltenme ve darp girişiminden sonra maymun nedenini bilmediği halde muzları almaya yeltenmiyor.

Sonra 2. bir maymun eski maymunlardan biriyle yer değişitiriyor. Onun da ilk işi muzları almaya yeltenmek oluyor, diğerlerinden dayak yedikçe vazgeçiyor. 3. maymun, 4. maymun ve en sonunda 5. maymun da aynı şeyleri yaşıyor.

En sonunda soğuk duş etkisini yaşayan ilk 5 maymun bu şekilde yeni 5 farklı maymunla yer değiştirmiş oluyor.

Yeni gelen maymunlardan hiçbiri soğuk duş olayını yaşamamasına rağmen muzları almaya kesinlikle yeltenmiyorlar. Yeltenen olursa da o maymunu yine dövüyorlar.

Dayanın lan


İki gazeteci Cem Emir ve Sebahattin Yılmaz enkaz altında.

Dayanın lan, dayanın...

Erdoğan Bayraktar sansürü


5 gündür bok gibi hastayım, o yüzden olan biten hiçbir şeyden haberim yok. Sabah sabah işe geldim bütün sinirim ayağa kalktı.

Herkes biliyordur, bu 'Arena fatihi'nin Van depremi sonrası "Artık burası en güvenli yer. Evlerinize girin" sözlerini. 'En güvenli' yerde şu ana kadar 17 kişi yaşamını yitirdi. Halen enkaz altında olanlar var.

Bu suratında meymenetten eser olmayan adam, söylediklerinden çok utanmış olacak ki (!) önce sözlerinin 'yanlış' anlaşıldığına dair bir açıklama yapıyor.

Tabii, "Artık burası en güvenli yer. Evlerinize girin" derken aslında başka bir şey söylemek istedi ama hepimiz gerizekâlının önde gideni olduğumuz için bunu kavrayamadık.

Deniz Baykal'dan çok hoşlanmam ama bugünkü iktidar için dile getirdiği 'korku imparatorluğu' tanımlaması, tarihi bir söylemdir. Gerçekten de, ülkede 'korku imparatorluğu' kurdular.

Bunun son örneğini de, Erdoğan Bayraktar haberinde yaşamışız. Öğleden sonra gelen bir telefonla, Erdoğan Bayraktar'ın "Artık burası en güvenli yer. Evlerinize girin" açıklaması medyadan kaldırılıyor.

Yok yanlış duymadınız, haber çıkartılıyor. Artık seve seve mi yaparsınız yoksa sike sike mi yaparsınız o sizin tercihiniz!

Başbakan Erdoğan'ın medya patronları ve yöneticileriyle yaptığı görüşme, meyvelerini veriyor. Daha önce reklamcılar aracılığıyla yaptıkları sansürü (burada okuyabilirsiniz) taşeron kullanamadıklarından ötürü, kendileri yapıyor.

Gerçekten bir korku imparatorluğu yarattılar. Gazetecilerin, yazarların, profesörlerin, siyasetçilerin cezaevlerine atıldığı ülkede, biz kendimizi demokrasi, insan hakları diye kandıralım.

Medya hepimizi; kan, vahşet, taciz, tecavüz, seks haberleri ile oyalıyor. Kendi arkadaşları cezaevinde ama onlar doğru düzgün bir satır yazamıyor. Şu televizyonlara çıkan, gazetelerde köşe yazan adamlar var ya, hiçbiri adam değil onların. Hepsi büyük aldatmacanın payendeleri. Ay sonunda cebine girecek onbinlerce doları düşünüyor, altındaki arabasının alınmasından, şoförsüz kalmaktan korkuyor. "Rahatım, konforum ya bozulursa" diye endişe ediyor.

Ne zaman elleri ayarlarına dolaşsa, basına sansür uyguluyorlar. Erdoğan Bayraktar da bu olaylardan biri olmuştur.

Aşağılık düzende, aşağılık yönetenleri olan bir ülkede, aşağılık bir basına sahibiz. Hepsi bizi sikmek, olan biteni unutturmak için.

Sabah sabah iç açıcı olmadı biliyorum ama hepimizi ayakta sikiyorlar. Umarım farkına varabiliriz...

10 Kasım 2011

Atam bu orospu çocukları insana hiç değer vermiyor


Bu memlekette Atatürk fetişmi var. Şu manşetin başka bir açıklaması olamaz. 10 Kasım'da Atatürk'ü anacağız derken, eşeğin götüne nasıl su kaçırılır fantastik bir örneğini vermişler.

Van dün gece bir yıkım daha yaşadı. Depremin olduğu ilk günden bu yana, devletin yetersizliğini, çaresizliğini hep birlikte gördük.

Geçtiğimiz günlerde Başbakanlık'tan açıklama geldi, Van için toplanan yardımların 118 milyon TL'ye ulaştığına dair. Yollanan para 12 milyon TL. Matematik hesabı olan, 118'den, 12'yi çıkartsın, kalan rakamı birilerinin anasının götüne soksun, tek tek.
Memlekette deprem vergisi diye bir şey var ama bizimkiler duble yol yaptıklarını itiraf ediyorlar. Üstüne utanmadan yardım kampanyası düzenleniyor.

Sonra "Sen neden bu kadar çok küfür ediyorsun?" diyorlar. Lan, küfür etmeyeyim de, ne yapayım bu annesi-babası belirsiz, döle maya çalınmış, ortaya orospu çocuğu çıkmış bu puştlara! Benden, deprem için aldıkları vergileri, yol yapmak için kullanıyorlar. O yol nereye çıkıyor, hiç söylemeyeyim, konuştukça daha beter sinirleniyorum çünkü.

Neyse dün akşam Van'da ikinci deprem meydana geldi. 10 kişi yaşamını yitirdi. Halen enkaz altında olanlar var ama Sözcü gazetesi, Atatürk fotoromanı yayınlıyor. Ayıp lan, ayıp. İnsanlar ölmüş, senin meslektaşların enkaz altında sen şikedesin, BDP'desin hâlâ. Bırak gazeteciliği, insanlığa sığmaz şu birinci sayfa.

O birinci sayfada soytarılık yapacağınıza, "Deprem söylentilerine itibar etmeyin" diyen, götvereni koyup, ifşa etmeniz gerekirken, "Sizin takımınız olan Fenerbahçe'yi, dolayısıyla Türk futbolunun itibarını zedeliyorlar" diye aklısıra göndermede bulunuyorlar.

Ulan, siktiğimin Türk futbolunun itibarı, bir insanın hayatından önemli midir? Bu kadar aymazlık, bu kadar şaklabanlık, bu kadar vicdansızlık olur mu?

Rahatlayın amına koyayım, rahatlayın. Deyin ki, "Deprem Van'da olduğu için, sikimizde bile değil" ona göre davransın herkes.

Nasıl bir ülkedir burası, anlamış değilim. Götverenin biri, sağa sola bina dikmekten, her şeyi şekillendirdiğini düşünmüş olmalı ki, "Bir daha deprem olmaz" diyor. Kimsenin sesini çıkarttığı yok, üstelik herif görevinin başında.

Bunların tamamının götüne duble yol döşeyeceksin. Ondan sonra çift gidiş, çift geliş TIR'ları salacaksın. Ama bu genişliğe şilep soksan, tınmaz bu pezevenkler.