Önce Anelka hadisesine kısa bir yorumu yapalım. Anelka, tüm dünyadaki futbolseverlerin dili, ağzı, aklı, beyni olmuş, basmış Raymond Domonech'e küfrü. Ağzına sağlık Anelka'nın. Aklın yolu bir. Yerinde olsam aynı şeyi söylerdim. Zaten buraya gelmeleri bile futbola büyük bir ihanetti.
Günün ilk karşılaşmasında Hollanda-Japonya maçını izledik. Her turnuvaya görkemli bir başlangıç yapıp, en fazla çeyrek final kapısından dönen Hollanda, sağlam adımlarla ilerliyor. Dünya Kupaları ve Avrupa şampiyonalarında, fantastik futbol oynayan takımlara karşı çok daha sert tedbirler alınır, o yüzden de İtalya gibi şampiyonlar çıkar, sessiz sedasız.
Hollanda bu defa, bu hataya düşmüyor. Bilinçli olup olmadığını bilmiyorum ama ben ikinci turdan sonra çok daha iyi futbol bekliyorum, üstelik Robben gibi bir güç de katılacak takıma.
İkinci maçta işi bitirerek, son maçta bazı oyuncularını dinlendirme şansı buldular. İki maç itibariyle takımın en zayıf halkası Van der Vaart olarak göründü. Kamerun maçında o bölgede Elia'yı görmeyi bekliyorum.
Savunma ve orta sahada çok fazla riske girmiyorlar ancak bugünkü Japonya maçında parlak sinyaller vermediler. Karşılaşma 1-0 olduktan sonra Japonya, adeta hapsetti yarı sahalarına. Topla oynama yüzdeleri özellikle ilk yarıda, rakibin gücüyle de orantılı olarak yüzde 79'a kadar dayandı.
Takımın en etkili olması beklenen oyuncularından Van Persie, iki maçtır ciddi anlamda kötü. Tek alternatifi Huntelaar. Van Persie-Huntelaar-Kuyt üçlüsü daha efektif oynayabilir diye düşünüyorum ama tabii bu sadece bir varsayım.
Kamerun'u yenerek, gruptan çıkmak için önemli bir avantaj yakalayan Japonya, her ne kadar maç sonu istatistiğinde % 69-31 gibi topla oynama rakamlarında ezilmiş olsa da futbol olarak bunu hissettirmedi bize. Orta alanı çabuk geçip, Hollanda ceza sahasına yaklaştıkları anda şut denediler.
Açıkçası forvette oynayan Okubo ve defanstaki Tulio çok iyi oyuncular. Okubo, skorda geriye düştükleri andan, 77. dakikada oyundan çıkana kadar kaleyi düşündü ama olmadı.
Hollanda artık rahat, bundan sonra diğerleri düşünecek ne yapacağını. Yine de, turnuva öncesinde söylediğim gibi Hollanda en ciddi favorim durumunda.
NE SÖYLESEM BOŞ, NE YAZSAM ANLAMSIZ
Sezon bittiğinden bu yana, Kewell'ın Dünya Kupası'nda oynamasını bekledim. Kewell, 6 aydır Dünya Kupası'nda oynamayı bekledi, Galatasaraylılar Kewell'ın oynamasını bekledi, Avustralyalılar 10'nun oynamasını bekledi. Ancak sadece 25 dakika izleyebildik.
Kırmızı kartı gördüğü an aklıma gelen şey; takımın en ucunda oynayan bir adamın, o çizgide ne aradığıydı. Garip bir sezgi yeteneği olsa gerek, aslında olması gereken yerdeydi. Sadece o pozisyon bile Kewell'ın zekâsını, gözler önüne seriyor.
Kişisel olarak kırmızı kartın doğru karar olduğunu düşünüyorum, kolunu uzatıyor pozisyonda. Ama keşke bıraksaydı o topu da içeri girseydi, biz de onu önce 65 dakika sonra 90 dakika daha izleme şansına sahip olsaydık.
Yukarıda dedim ya; "Bir şeyi çok istemeyeceksin, onu anladım...." diye. Evet gerçekten de öyle.
Maça dönersek, Avustralya kimsenin beklemediği bir başlangıç yaptı. Kingston'ın hatasıyla maçın başında avantajı lehine çevirdi, kısa sürdü. Avustralya'da Bresciano bütün bir maç boyunca top ezdi, takımı hücuma çıkarken yavaşlattı.
1 kişi eksik olmasına karşın, kaybedecek hiçbir şeyi olmadığı için savunmayı düşünmeden gol aradılar. Bu, onların çok sayıda pozisyon vermesine de neden oldu fakat Neill denen adam acayip bir performans sergiledi. Neredeyse takımdaki bütün gedikleri kapatan adamdı. Takımının hücuma çıkmasına da, fazlasıyla yardımcı oldu. Sözün özü, bugünkü performansı parmak ısırtır nitelikteydi.
Gana, bu turnuvada izlediğim fizik gücü en yüksek takım. Pantsil'den Gyan'a kadar tüm oyuncularının rakipleri karşısında ezici üstünlükleri var. Gel gör ki, orta sahasında 'yönetmen' bir adamın olmaması, oyunlarının daha zenginleşmesine engel oluyor.
Fizik gücü futbolda en önemli olgulardan biri ama ne yazık ki tek başına yeterli olmuyor. Bu noktada ciddi bir eksiklikleri var. Bu eksiklik, onların daha ileriye gitmesine engel nitelikte.
Forvette oynayan Gyan tek başına kalıyor, bazen de tek başına oynuyor. Turnuva öncesi pek çoklarının yıldız adayı Ayew kanattan yeterli desteği veremiyor. Bu da hücum açısından zenginlik yaratmalarına engel oluyor.
Yine de, kupadaki tüm Afrika takımları içindeki en iyi takım Gana. Almanya ile çok önemli bir maça çıkacaklar, Almanya, Gana'nın söz ettiğimiz fizik üstünlüğüne cevap verebilecek ender takımlardan biri. O yüzden ikinci tur şansları, Sırbistan-Avustralya maçına bağlı olacak.
KAMERUN, KAMERUN, KAMERUN
Turnuvaya en erken veda eden takımlardan biri Kamerun oldu. İlk Japonya maçındaki kadro yanlışlığı ve biraz da rakibi küçümseninin bedelini, kendi kıtalarındaki Dünya Kupası'ndan koparak ödediler.
Danimarka, Hollanda maçından farklı olarak Jesper Grønkjær, Rommedahl ve Jon Dahl Tomasson üçlüsü ile sahaya çıkarak, kaybedecek hiçbir şeyi olmadığını rakibine çok açık bir biçimde gösterdi.
Her ne kadar, bizim faşist, ırkçı, siyah düşmanı yorumcumuz "Bu üçlü ile olursa işi zor" türünden saçma sapan bir yorumda bulunmuş olsa da, böylesi turnuvalarda 'tecrübe' önemli etkenlerden biridir.
Kamerun, 10. dakikada Eto'o'nun golüyle öne geçip, birkaç pozisyon daha bulunca, herkes maçın rahat geçeceğini düşündü fakat yanıldı. Yanılgının temel sebebi, rakibin bir İskandinav olduğunun unutulması oldu. 1992'de plajdan toplanan adamların şampiyon olduğu düşünülürse, ne demek istediğim daha iyi anlaşılacaktır.
Kamerun'un, şu iki maçta en büyük zaafı kanatları olumlu ve yeterli kullanamaması oldu üstelik hem defansif hem de ofansif açıdan. Haliyle, bu durum onların sadece göbekten gitmelerine neden oldu.
Danimarka bu galibiyetle, büyük ihtimalle gruptan çıkma yolunu açtı. Son maçta Japonya karşısında eğer bu anlayıştan uzaklaşmazsa rakibine karşı büyük üstünlük sağlar.
Rommedahl, gençlik dönemlerini hatırlatan bir performans sergiledi. Vuruş tekniği açısından bence turnuvanın en güzel golüydü. Agger ve Poulsen ise alınan galibiyetin kilit adamlarıydı.
Doğrusu zoraki bir biçimde maçı yazdım, bunu söylemem lazım. Çünkü Kamerun'un veda etmesi, beni fazlasıyla üzdü. Bu kadronun, daha iyi futbol ve daha iyi sonuçlar alması lazımdı. Artık elde Fildişi Sahili ile Gana kaldı. Her ikisinin de işi zor. Umarım en az biri ikinci tur görür. Yoksa kıtanın sahipleri olmadan ikinci tur, hüzünlü olur. En azından benim için.
Son olarak yine TRT spikerlerine değinmek lazım. Telaffuzları berbat, verdikleri bilgilerde yığınla hata var, üstelik de yanlarında hâlâ "Düşünemiyorlar" diyen, rengi beyaz, ruhu siyah bir adam var. Berbat spikerlerle daha 21 günü nasıl geçireceğiz, hiç bilemiyorum...
19 Haziran 2010
Sen tazminatını bırakır mısın acaba?
Bugünkü Vatan Gazetesi'nde Feridun Niğdelioğlu imzalı bir haber var. Haberin ayrıntısına girmeyeceğim, okuyan okumuştur. Fakat haberdeki bir cümle fazlaca dikkatimi çekti.
"Çalışmadığı 2 yılın parasını alabilmek için küçüldükçe küçülen Daum, bugün ’sırat köprüsü’nden geçecek. 2000-01’de Leverkusen’i çalıştırırken kokain kullandığı ortaya çıkan ve Almanya’nın başına geçme şansını kaybeden Daum, aynı testi yine verecek!"
Şimdi Feridun Niğdelioğlu denen adama sorarlar, Daum bu mukaveleyi Fenerbahçe yönetimine silah soruyla mı yaptırdı? Daha Aragones konusunda tongaya basıp eşek yüküyle tazminat ödemişken, benzer bir tazminat maddesini mukaveleye koydurmak nasıl bir aptallıktır?
Bu arkadaşa aslında sorulacak bir tek şey var. Yarın öbür gün Vatan Gazetesi'nden tonla adam çıkartılacak. Acaba kendisi de işten çıkartılacak insanlar arasında olursa, tazminatını almadan "Yok abi, ben tazminatımı istemiyorum" der mi?
Küçüldükçe küçülmek ne demektir yahu? Nasıl bir ifadedir? Daum'u zerre kadar sevmediğimi sürekli takip edenler bilir. Ancak şu konuda sonuna kadar haklıdır.
Fenerbahçe yönetimi, tazminat maddesi koydurmasaydı o zaman. Hem bile bile lades olacaksın, hem 'Nasıl olur da para vermeden gönderebilirim' diye takla atacaksın.
Kusura bakmasınlar da, yok öyle yağma. Kulüpler akıllı olacak ve o tazminatların altına girmeyecek. Ya da aldığı adamı bir senede sepetlemeye çalışmayacak.
Feridun Niğdelioğlu'nun şu ifadesi, kendisinin kalın bağırsak işlevi gördüğü izlenimi uyandırdı bende.
Tekrar ediyorum, acaba kendisi işten çıkartılırsa tazminatını bırakır mı? Yoksa küçüldükçe küçülür mü?
8. günden aklımda kalanlar
Günün ilk maçı, kupaya en göz dolduran başlangıcı yapan takım Almanya ile Sırbistan arasındaydı.
Bir önceki posttan göreceğiniz üzere İspanyol hakem Alberto Undiano, maçın tüm dengesini değiştirdi. Karşılaşmanın özellikle ilk yarısında neredeyse tüm ikili mücadelelerde elini cebine attı. Klose'ye gösterdiği ilk sarı kart, facia niteliğinde sayılabilirdi. İkinci yarıdaki yönetimiyle, ilk yarıda verdiği kararlar için günah çıkartır gibiydi. Çünkü benzer pozisyonlardda verdiği sarı kartları ikinci yarı çıkartmadı.
Almanya'nın en büyük avantajı gençliği. 10 kişi kaldıktan ve 1-0 geriye düştükten sonra özellikle 45 ila 65. dakikalar arasında Sırbistan karşısında tek kale oynadı denilebilir. Elbette alınan risklerle orantılı olarak, kalesinde pozisyonlar verdi fakat maçı çevirmek için elinden geleni yaptı, üstelik 10 kişi olmalarına rağmen.
Avustralya maçının yıldızı Mesut Özil, ne yazık ki takımın 10 kişi kalmasının kurbanı oldu. Klose'nin kırmızı kartı sonrası sahanın en önüne atılan Özil, silik ve pasif bir görüntü çizdi.
Löw, ikinci yarıda Cacau ve Gomez'le ne yapılması gerekiyorsa onu yaptı. Bu noktada, teknik direktörlerin sistem takıntısına değinmek gerekir. İşte bazen, işler bu noktaya geldiğinde olmadık bir şey yapmanız gerekebilir. Bu sisteme ihanet midir, tartışılabilir. Ama kişisel olarak, böylesi durumlarda, risk alınması gerektiğini düşünmüşümdür hep.
Çok çabalayıp, sonuç alamayan oyuncular için hep üzülmüşümdür, hep.Podolski o kadar çok kaçırdı ki, en sonunda penaltıyı da kaçırdı. Ciddi anlamda şanssız bir günündeydi.
Lahm, her büyük turnuvada gözümde büyüyor. Milli Takım forması altındaki performanslarının sürekliliği hayranlık uyandırıyor. 90 dakika boyunca sahanın her noktasında, her köşesinde savaştı.
Sonuç itibariyle, Almanya iyi bir takım. Bu genç adamlardan oluşan takım, bu turnuvada olmasa bile ileride büyük işler yapacak kaliteye sahipler. Löw kalır mı bilinmez fakat iyi bir miras bırakacağı kesin.
Sırbistan cephesine gelince, kırmızı kart işlerini kolaylaştırdı. Zaten kırmızının hemen ardından skor avantajını yakaladılar. Almanya'nın pili bitene kadar sahalarına mahkûm olmaları bilinçli bir taktik mi yoksa zorunluluk muydu bilmiyorum. Sadece zorunluluk olduğunu ümit etmek istiyorum.
Direkten dönen iki topları ve galibiyetlerine karşın Gana maçından sonra bu maçta da beğenmedim. Bir futbolsever olarak beni heyecanlandırmıyorlar.
Krasic'e değinmezsek olmaz. İlk maçtaki performansından sonra tüm gazeteler "Fenerbahçe direkten dönmüş" yorumunda bulunmuştu. Merak ediyorum, bugün neler yazılacak. Çünkü takımın en iyilerinden biriydi.
ABD'NİN BAL GİBİ GOLÜ
Günün ikinci maçı özellikle ikinci yarı itibariyle turnuvada izlediğim zevkli maçtı benim açımdan. 2-0 geriye düşen ABD'nin inatçı futbolu, Matjaz Kek'in skoru koruma fikriyle birleşince mağlubiyetlerini Malili hakem Koman Coulibaly engelledi.
ABD'ye takım olarak bakıldığında, fiziki üstünlükleri dışında hiçbir pozitif yönlerini göremiyorsunuz. Fakat bir şey var ki, geride de olsalar yenilgiye tahammülleri yok. Futbolda benim için en önemli olgu da budur. Yani 'hırs'. İkinci yarı, Slovenya defansının büyük hatasından golü bulduktan sonra, galibiyet alacaklarını düşündüm.
ABD'nin her takıma gösterdiği en önemli şey; çok klas futbolcularınız olmayabilir, harika bir çocuğunuz da olmayabilir, çok teknik bir futbolcunuz da olmayabilir fakat takım olabilirsiniz. Takım olmayı başarmış bir ekip. Bunu İngiltere maçında da gösterdiler. Turnuvada oynadığı her iki maçta da geriye düştüler ama bir biçimde beraberliği yakaladılar. Şans deyin, başarı deyin, ne isterseniz deyin. Ben tamamen hırsa bağlıyorum.
Slovenya, harika bir başlangıç yapıp, berbat bir sonla biten film gibiydi. 2-0 öne geçip, üstelik öyle çok da yetenekli bir takım karşınızda yokken, skoru 2-2'ye getiriyorsanız, ciddi bir sorun var demektir. Son maçta İngiltere karşısında, hem kendileri hem de rakipleri açısından ne yapacaklarını ve alacakları skoru büyük bir zevkle bekliyorum.
Her zamanki gibi Ömer Üründül, bizleri kendine hayran bıraktı. O kadar işimin arasında hiç yüksünmeden incilerini yazdım. Buyrun, okuyunuz...
ÖMER ÜRÜNDÜL'DEN İNCİLER
- Futbolda önemli olan şey ikisini iyi yapmak (Savunma ve hücumdan söz ediyor)
- Slovenya'nın akıllı bir oyun oynaması gerekiyor
- Hiddink'in Rusyası'nı elemiş bir takımdan insan daha fazla şey bekliyor. Di mi?
- ABD'ye ters gelen bir başlangıç yaptılar. Toplar, orta saha çeşitlemeleri, bozdular
- Amerika kolay kolay bırakmaz.
- Danavan da çok güzel kesti
- Bir defa her duran top tehlikeli olur ABD lehine
- Spiker: ABD tempoyu artırdı ÖÜ: Tabii artırdı
- Vrecko için yorumu: İyi bir kanat oyuncusudur, iyi bir oyuncudur. Köln'de oynuyor
- Slovenya'nın alan savunması da iyi yani
- Ama Cezayir maçında çok kötü günlerindeydiler. Demek ki şey günleriydi
- Fakat maçlara çok ilgi var. Ben bu kadar tahmin etmiyordum
- Bradley'in geçen seneki formu yok ama. Geçen sene 2-3 kişilik pres yapıyordu
- Bütün duran toplar da güzel oluyor. Bak ne kadar güzel enstantaneler var
- Baksana oh oh!
- Bakalım artık son 10 dakikaya giriyoruz. Amerika'nın artık son 10 dakikası.
- Zaten bir şey yapılacaksa o Altidore yapacaktı
- Bu moralle ister misin 3'ü bulsunlar. Valla futbol böyle
İNGİLTERE'DEN DAHA FAZLASINI HİÇ BEKLEMEDİM
İngiltere değil Capello isterse Mourinho-Ferguson ve Lippi'nin üçlü karışımını yapsın fark etmiyor. Adamların futbol gelenekleri bu, bildikleri tek şey kanattan orta yapmak. Kimse bunu değiştirmeye engel olamıyor. O yüzdendir ki, halen Crouch ve Heskey gibi iki basiretsizle oynuyorlar.
Aslında Premier League efsanesinin sadece yabancı futbolculara dayalı olduğunu görüyoruz. Kötülüük anlamında söylemiyorum bunu. Benim de en zevkle izlediğim liglerden biri ama İngiliz futbolcu yok işte. En iyileri Gerrard, Lampard. İki maçtır izliyoruz. Hangimizi şaşırtan bir şey yapabildiler? Haa, ben zaten şaşırmazdım çünkü beklentilerimde beni şaşırtmak yok bu oyuncuların.
İngiltere Milli Takımı'nda Terry'den tutun da, Rooney'e kadar bir uyumsuzluk var. Hiçbiri, kulüp takımlarındaki adamlar değil sanki. Bir tek Ashley Cole, Chelsea'deki performansına yakın çizgide, bir de David James.
Ben milli takımları izliyorum. Ne demek milli takım? O ülkedeki en yetenekli adamlardan oluşturulmuş bir takım. Heskey midir en yetenekli forvet ya da Crouch mudur? İlk maçtan sonra "Defoe'nun oynamasını bekliyorum" demiştim. Yok işte, ezbere alınmış bir futbol anlayışı. Franz Beckenbauer'in, Capello eleştirisine katılmıyor olsam da oynanan futbol açısından sonuna kadar hak veriyorum.
Bir takım 90 dakika boyunca, izleyeni şaşırtacak, heyecanlandıracak hiçbir şey neden yapamaz, anlamış değilim.
Slovenya maçı çok farklı bir karşılaşma olacak. Yenilmelerini bekliyorum diyemem ama ne sonuç çıkarsa şaşırmayacağım.
Cezayir'den buraya kadarmış gibi bir his var içimde. ABD'ye yenileceklerini düşünüyorum. İyi bir golcüleri yok ne yazık ki. Ceza sahası önüne kadar gelip, orada kısır paslaşmalar ve zorlamalardan öteye geçemiyorlar.
Etiketler:
alberto undiano,
fabio capello,
franz beckenbauer,
mesut özil,
ömer üründül
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)