29 Haziran 2010

Çeyrek finale çeyrek kala

İkinci tur maçları sona erdi. Bugün alınan her iki sonuç da, genel beklentinin bir yansımasıydı.

Yarın daha geniş biçimde çeyrek final eşleşmelerine dair söyleyeceklerimiz olacaktır.

İspanya'nın Dünya Kupası'ndaki serüveni bana 1988 Avrupa Şampiyonası'ndaki Hollanda'nın durumunu hatırlatıyor. Sözü geçen Avrupa Şampiyonası'nda Hollanda, daha ilk maçında Sovyetler Birliği'ne 1-0 yenilmiş fakat finali Sovyetler Birliği'ni 2-0 yenerek kapatmıştı.

İspanya da, tıpkı Hollanda gibi daha turnuvanın ilk maçında İsviçre karşısında aldığı 1-0'lık yenilgiyle yola başladı. Herkesin kafasında az-çok soru işaretleri doğdu haliyle. Ancak gelinen noktada, çeyrek finaldeki rakibi itibariyle en rahat eşleşmeye sahip.

Final için önlerinde Brezilya, Arjantin, Hollanda ya da Almanya gibi iki rakip yerine sadece tek takım var. Tabii bu kelimeleri, İspanya'nın Paraguay'ı rahat geçeceği savıyla yazıyorum.

İspanya ile futbol oynamak ciddi anlamda sinir bozucu. Eğer İspanya Milli Takımı'nda oynuyorsanız ya da TV'den izlerken, İspanya'yı destekliyorsanız haliyle zevkten dört köşe duruma geçiyorsunuz fakat durum tam tersiyse, işte o zaman çileden çıkmamanız için tek bir neden bile yok.

Yüzde 70'e yüzde 30 gibi abuk subuk bir topla oynama oranı bile her şeyi anlatmaya yetiyor aslında. İspanya bu iki rakamı öyle sıradan bir takım karşısında değil, 19 maçtır yenilmeyen bir Milli Takıma karşı yakalıyor.

Portekiz'de Carlos Queiroz, Ottmar Hitzfeld'den kopya çekmiş gibiydi. Ancak onun kadar başarılı olamadı.

Ronaldo'yu sevmediğimi pek çok kez söylemişimdir, bu fikrimde değişiklik yok ama ciddi anlamda üzüldüm. Dünya futbolunun merkezinde olup, kendi taraftarınca yuhalanmak, gerçekten insanın içini acıtıyor.

Bütün ülkenin tüm sorumluluğunu, tek bir adamın sırtına yükleyip, medet ummak akılcı bir çözüm değil. Bunun altında ezildiği her halinden anlaşılıyor.

Messi ile karşılaştırıldığında, Arjantinli'nin çok daha şanslı olduğunu söylemem mümkün. Ronaldo'nun çevresi Tevez, Milito, Higuain, Di Maria gibi yeteneklerle örülü değil. O yüzden, kuvvetle muhtemeldir ki, gerek kendi ülke medyasında gerekse de, başka ülkelerde başlatılacak "Ronaldo milli takımında, kulüp takımlarındaki gibi oynayamıyor" tezine, şimdiden şiddetle karşı çıkacağımı belirteyim. Zaten bu tartışmaların tamamı deli saçmasından ibarettir.

İkinci turun diğer maçında ise Paraguay-Japonya karşılaşması ise, bu turnuvada izlediğim en kötü oyuna sahne oldu. Hakkı penaltılara gitmesiydi. Penaltıları hep Rus ruletine benzetmişimdir. Penaltıyı kaçıran Komano'nun vuruşu da dahil olmak üzere her iki takımın penaltıcıları da doğru vuruşları yaptı.


Şu kadarını söylemeliyim, Japonya yerine Güney Kore, Paraguay'ın karşısında olsaydı bu turu geçerdi. Korkakça oynayanların, sürekli tartıp biçmelerin futbolda yeri olmamalı. Tabii bunu izleyen biri olarak söylüyorum. İşin içinde olanlar için durum böyle değil. Fakat Paraguay çeyrek finalde ancak bizim gibi izleyici olurve skorun olabildiğince altta kalması için çabalar. Biraz iddialı oldu ama sahadaki futbola baktığımızda, gerçekçi olduğunu söylemek olası.

Başta da belirttiğim gibi, çeyrek finale dair kelamlar yarın. Yarın olmasa da, bir sonraki gün. Bizim de kendimizi nadasa almamız gerekir. Bundan sonra hedefimde Hollanda, Arjantin ve Gana dışında takım kalmadı.

40 yıl önce futbol ayakkabısı


Fotoğraftaki futbol ayakkabısı Sir Stanley Matthews.

Futbolun gelişimini sadece ayakkabılara ve toplara bakarak bile anlamamız mümkün sanırım...

İngiltere'nin Yılmaz Vural'ı; Harry Redknapp


Harry Redknapp: İngiltere Milli Takımı teknik direktörlüğünü İngiltere’de doğup büyüyen ve İngiliz futbolunu bilen birinin üstlenmesi gerek. Göreve talibim...

Bir an Yılmaz Vural konuşuyor sandım. Hayır, ilginç olan şu. Yılmaz Vural mı haklıydı yoksa Redknapp mı Yılmaz Vural tipinde bir adam?

Dünyanın başka yerlerinde, üstelik kalite farkı olduğunu düşündüğümüz İngiltere ile Türkiye'de benzer şeylerin tartışılması, insana garip geliyor.

Abarttın demeyin sakın.