19 Kasım 2012

Sezercik


Bu ülkede haklı olduğunu anlatmak için yapacağın tek şey var, kıçını yırtana kadar bağıracaksın ve bol bol ağlayacaksın. Haklı olup olmaman önemli değil, haksızsan bile götünü yırtabildiğin kadar yırt. Bir süre sonra insanlar haklı olduğunu düşünmeye başlar.

Ülkenin nasıl yönetildiğine bak, bu yazdığım şeyi daha iyi anlarsın. Başbakan 11 senedir memleketi ağlama duvarına çevirdi. Önce cumhurbaşkanından ötürü ağlayıp sızladı. Dedi ki, "Biz iş yapmak istiyoruz ama izin verilmiyor". O bitti, cumhurbaşkanı değişti, bu kez Yargıtay, Danıştay, YÖK gibi kurumların, yapmak istediklerine karşı çıktıklarını söyledi.

Kurumlar da ellerine geçti ama sanki iktidar değil de, muhalefetmişlercesine her konuşmasında CHP'yi suçladı. Herifin konuşmalarına bak, dinle; aslında ülkede kişi başına milli geliri 70 bin dolar yapacaklar, kimse geçim sıkıntısı yaşamayacak ama CHP engel oluyor.

Cumartesi günü Eskişehirspor-Fenerbahçe maçında Caner'in atılması ortalığı birbirine kattı. Birkaç aydır unuttuğumuz "3 Temmuz sürecinden bu yana" temcit pilavı yeniden ısıtılmaya başlandı. Eskişehirsporlu Veysel, bu akşam 'lan' kelimesini kendisinin söylediğini açıkladı. Peki buradan çıkacak sonuç nedir? Canir'in atılması hatalı bir karardır. Buraya kadar her şey doğru mudur?

Fenerbahçe Teknik Direktörü Aykut Kocaman, maç içinde ve maç sonrasında "Bu kadar işkence olamaz, hep eziliyoruz. Bütün Fenerbahçeliler de bunu dinlesin. Ceza bitmedi, bu ceza bitmedi. İnanın bana maçı terk edip gidecektim, sadece maçı değil futbolu terk edip gitmek istiyor. Bir takımın hele büyük bir takımın kaderiyle böyle oynanamaz" diyerek, karara isyan etti.

Önce hemen söyleyeyim, "Bir takımın hele büyük bir takımın kaderiyle böyle oynanamaz" açıklamasına takıldım. Ne yani, küçük takımın kaderiyle oynanır da, büyük takımın kaderiyle mi oynanmaz? Büyük takımlar koruyup, kollanmalı da, küçük takımların ağzına mı sıçılmalı? Böyle mantık olur mu lan!

Aykut Kocaman'ın açıklamalarını otur dinle, Recep Tayyip Erdoğan'ın açıklamalarıyla karşı karşıya getir. Hem suçlusun, hem güçlü. Sen 2 puan kaybettin Aykut Kocaman, peki Trabzonspor ne yapsın? Şenol Güneş ve futbolcuları koskoca bir sezon eşek gibi çalışıp emek verirken, senin eline rakip 11'leri tutuşturuldu mu tutuşturulmadı mı?

Şaka mısınız oğlum siz? Türkiye'de kural değiştirildi götünüzü kurtarmak için. 58. madde niçin değiştirildi? Değiştirilmese Fenerbahçe bugün Eskişehirspor'la mı, yoksa Spor Toto 2. Lig Kırmızı Grup'ta Polatlı Bugsaşspor'la mı oynayacaktı? Ligin sistemi değiştirildi, insanlara bitmiş ligi bir daha oynattınız. Hayır, anlamıyorum ne yapılması gerekiyordu, şike yaptıktan sonra olmamanız gereken ligde +15 puanla filan mı başlamayı düşünüyordunuz!

1.5 yıldır ağlama duvarına çevrildi futbol. Yöneticilerin şehir şehir gezip maç bağlayacak, Samet şikeye 'tercüman' olacak, sen eline 11 alacaksın, başkanın aracılarla çanta yollayacak, sonra "Bu kadar işkence olmaz, hep eziliyoruz" diyeceksin. 'İnsanda utanma olur, insanda vicdan olur' diyeceğim ama göl kenarına kaçak inşaat yaptıran adamda, bunların hiçbirini aramayacaksın.

Hayatınız yalan dolandan ibaret. 2 puan için yırtın yırtınabildiğin kadar. Bugüne dek, hiç hakem hatasıyla puan almadınız zaten. Ama işte, başta söylediğim şeyi çok iyi başarıyor Fenerbahçe camiası. Kendi lehine yapılan hatada sikilmiş sıpa misali, kimseden ses çıkmıyor, hiç yaşanmamış sayıyorlar. Hatta pek çok kez üste çıkıyorlar. Aleyhine oldu mu yırtılmadık yerleri kalmıyor.

Aykut Kocaman zavallı bir adamdır. Yeri gelir, Konyaspor teknik direktörüyken, rakibi o zaman rakibi olan Fenerbahçe'nin smaçörü Anelka'nın eliyle attığı golden sonra "Madem sistem böyle işliyor ve bir kurban istiyor, şu andan itibaren teknik direktörlüğü bırakıyorum" diye açıklama yapar, yeri gelir Fenerbahçe teknik direktörlüğü yaparken, "İnanın bana maçı terk edip gidecektim, sadece maçı değil futbolu terk edip gitmek istiyor. Bir takımın hele büyük bir takımın kaderiyle böyle oynanamaz" diye açıklama yapar.

Keşke 'bıraksan' diyeceğim de, bırakıp gitmeni de istemiyorum. Fakat rica ediyorum şu ağlamaklı, 'Sezercik' halinden vazgeçsin, ne yazık ki zerre inandırıcı değil.

Siz siz olun, eğer haksızsanız, götünüzü yırtın.

16 Kasım 2012

Kamil'e bağlanan maç yazısı



Şu suskunluk süreci, Galatasaray'ı konu alan 3 yazı yazdım ve hepsini de tamamlamadan bıraktım. Buraya koymaya değer bulmadığım yazılar, biraz sonra okuyacaklarınız dışında bir şey değildi.

Galatasaray'ın 3-1'lik Karabük mağlubiyetine duacı olması gerekir. Çünkü skor 3-1 değil, 7-2 olmalıydı.

Adalet her yerde insanoğlunun birincillerinden olmalı. Ancak adaleti sadece mahkeme salonlarında da aramamak lazım. Bizim yazımıza konu olan adaletse Fatih Terim'in ilk 11'de sahaya çıkarttığı futbol takımı.

Nereden başlayayım diye düşünüyorum, ilk aklıma gelen isim Emre Çolak oluyor. Bu arkadaş Galatasaray altyapısından çıkmıştır. Taraftar, altyapıdan çıkan futbolcuya bir başka gözle bakar, o yüzdendir ki, Emre Çolak'ın iyi oynadığı maçlarda biz hep onu başka bir yere koyduk. Gerçi ben iyi oynadığı maçlar diyorum, toplasak 5'i geçmez. Kanat oyuncusu ama orta yapmayı bilmiyor. Savunmaya yardıma geldiği her pozisyonda neredeyse gol yiyoruz, çevresinde dönmekten hızlı hücum yapamıyoruz. Peki madem öyle, bu arkadaş neden sürekli sahada? O soruya yanıt bulamıyorum.

Birader, bak şimdi; Amrabat diye bir adam almışsın, verdiğin para 7 ya da 8 milyon Euro. Bu kadar para veriyorsan, senin takımının önemli parçalarından biridir. Ama yok, Amrabat sadece Emre Çolak'ı yedeklemek için alınmış gibi. Amrabat oynasa bile Emre Çolak'tan yine vazgeçilmiyor, Melo'nun yerine orta sahaya kaydırılıyor. Bu demek oluyor ki, sezon başı planlamanı yapamamışsın. Yabancı kontenjanına takılmayayım diye Galatasaray taraftarına Emre Çolak eziyeti çektiriliyor. Sezon başından bu yana asisti sanırım sadece 2 tane, golü var mı? Ben anımsamıyorum. Tamam, elbette her futbolcu mutlaka gol atmak zorunda değil ya da asist zorunluluğu yok ama arkadaş, sol uçta oynayan adamda 15 maçta 5 tane asist yapıversin bir zahmet. Onu yapma, bunu yapma. Be amına koyduğumun evladı neyi yapacaksın peki? Götveren gibi dönüyor bir sağa bir sola.

Bugün yediğimiz ikinci gole bir bakın lütfen. Hamit sağ kanattan topu aldı, sola doğru hareketlendi. Ne yapacak? Haliyle sol kanattaki adama pas verecek, çünkü rakip sağa kapanmıştı. Bizim sol uç oyuncumuz nerede? Hamit'in arkasından geliyor? Pezevenk, sol açık değil sağ kanat refakatçisi sanki. Neyse, o top kaptırıldı ve kontradan golü yedik.

Emre'yi geçelim, gelelim Cris denen beli 10 Panzer tankı ağırlığındaki yavşağa. Bu transfer hatalıdır, sezon başında da açıkça söyledim. Tecrübe dediler, Şampiyonlar Ligi'nde bilem kaç kez oynadı dediler. "Göt olursam, söyleyin" diye yazdım. Alın size Cris, mümkünse de götünüze sokun. Herifin her maçta, minimum bir adet rakibi kaleciyle karşı karşıya bırakan hatalı bir geri pası var. Orta sahadan topu derinlemesine yolladın mı, bu herif dönene kadar Dünya önce kendi eksine etrafında dönüyor,  (o sırada muhakkak ki Emre Çolak da kendi ekseni etrafında dönüyordur), sonra Dünya, Güneş etrafında bir tur atıyor, Cris'in bu sürede beli dönerse dönüyor. Dönmezse zaten rakip Muslera ile karşı karşıya kalıyor.

Semih'in suçu ne lan? 36 yaşında Brezilyalı olmayışı mı? Gençtir, yeterlidir, yetersizdir, bunların hepsi tartışılır. Ama kusura bakmayın da, Cris denen herifin arkasında da yedek kalacak futbolcu değil. Olmuyor lan, olmuyor. Daha neyini deniyorsun? Verilen para boşa gitmesin diye mi oynatılıyor. Lan onu bırak, Gökhan Zan'ın suçu ne lan? İsteyen götüyle gülsün, isteyen taşağını geçsin, Gökhan Zan, Cris'ten daha iyidir. Geçmişinde bilmem kaç kez Şampiyonlar Ligi'nde oynamış? Bana faydası olmayan kilisenin papazını sikeyim, tam o hesap. Geçmişle yaşayacaksak, Bülent Korkmaz, fit görünüyor, fena değil, al getir, formayı ver. Bu Cris'ten daha iyi oynayacağına eminim.

Gelelim Melo meselesine. Yekta Kurtuluş dediğin adam, 3 haftadır gayet düzgün oynuyor. Takımdaki orta saha zaafını Melo'ya nazaran daha aza indirdi. Adam formayı aldı, sırtına geçirdi, hooooop Melo sahada. Neymiş, "Yekta iyi oynuyormuş ama Melo'yu da kazanmalıymışız."

Eeeeeee, Melo iyi oynarken, Yekta'yı kazanmak için ne yaptın? Ceyhun Gülselam'ı kazanmak için çabaladın mı? Öyle işkembeden sallamak kolay, günü kurtar, kendini savun. Haaa, yedik amına koyayım, malız çünkü.

Melo konusunda uzun bir yazı yazmıştım ama tamamlamadan bıraktım. Yazının özü şudur: Melo yaz döneminde hayatının son büyük imzasını atmaya hazırlanıyordu ama bizimkiler yanaşmadı. Melo o gün, bu gün kayıptır, kimse bundan sonra bir bok beklemesin Melo'dan.

Açıkça fikrimi söyleyeyim; Melo'nun Yekta'dan çok üstün olduğunu düşünmüyorum. "Melo, Yekta'dan zeki" diyen adam var.  Zeki adam, takım arkadaşını soyunma odasında yumruklamaz, zeki adam bağıra çağıra sahada kırmızı kart görmez, geçin o işleri. Konu Yekta değil, Yekta'nın da kalitesi tartışılabilir. Ama formayı üstüne geçirdiği andan itibaren, bir fark koydu ortaya, takımın orta saha çaresizliği daha az göze çarptı. Yoksa elbette Galatasaray orta sahasına çok daha kaliteli bir oyuncu alınmalı, gerizekalı değilim, bunu herkes görüyor.

Son olarak Hakan Balta. Ulan hayatı sol açık geçmiş Riera, sol bek olmayı öğrendi, sen sol bek nasıl olunmaz her oynadığında ders veriyorsun. Sol bek olmak isteyen gençlere tavsiyem, Hakan Balta'yı her maç kaçırmadan izlesinler. O ne yapıyorsa, tam tersini yapın, emin olun Sikim Sokum Süper Lig'de bir takımda forma giyersiniz.

Eboue, konusuna bir ara geleceğim, şu isimler arasında yer alıyor. Bu sezon felaket durumda ve her maç daha da dibe vuruyor.

Fatih Terim, şapkasını alıp iyice düşünsün. Bu yıl performansını gözden geçirsin, verdiği kararları da tabii. Bugün tapan adam, yarın tribünde siktiri çekiverir. Örnek mi istiyorsun; al sana Melo.

Böyle söyleyince Terim düşmanı oluyorsun. Sevmiyorum amına koyayım, sanki sevmek zorundayım. Takımı şampiyon yaptı diye, açıp bir de götümüzü siktirelim, iyi. Yanlış yaptığı zaman yanlışı savunmak aptallıktan başka bir şey değil. Tipik Akp iktidarı sempatizanı davranışı gibi. Ülkenin amına koysunlar, malak emzirmeleri sonsuz savunsun.

Yazıyı şöyle bitireyim:

Ahmet İlhan-Lualua-Mehmet Yıldız / Rooney-Van Persie-Valencia

Adamın götünden kan alırlar Kamil, kannnnnnnn...

Özledik

Bu ülke tarihinde linçlerin haddi hesabı yoktur. Gerçekleştirilen linçlerin pek çoğuna da medya çanak tutmuştur; uydurma haberlerle, en faşist, en gerici saldırılarla hem de. Aradan yıllar geçtikten sonra günah çıkartmalar başlar. "Aslında öyle demek istemedim", "Yanlış anlaşıldım", "Keşke olmasaydı" diye zevahiri kurtarmaya çabalarlar.

Şöyle bir dönüp baktığımda, medyanın 'Hayata Dönüş Operasyonu'nu nasıl sunduğu, yüzlerce insanı diri diri yakılmasında bazı basın kuruluşlarında yakılanların nasııl suçlandıkları, Maraş'ta, Çorum'da yaşananlar, İstanbul'daki azınlıklara karşı gerçekleştirilen 6-7 Eylül olayları ve daha pek çokları.
Kitlesel olaylar dışında, bireysel linç de, hatrı sayılır derecede yaşandı Türkiye'de.

Ahmet Kaya da, linç kültüründen nasibini alanlardandı, söylediği bir cümle için: Yeni albümüme Kürtçe şarkı koymak istiyorum ve bir de klip çekeceğim.

Sadece ve sadece bu cümleyi kurduğu için hedef tahtasına oturtuldu. Koskoca (!) ülke işi gücü bıraktı ve Ahmet Kaya ile yatıp kalkmaya başladı. Kasetleri yakıldı, parçalandı ve en sonunda ülkesinden gönderilmek zorunda bırakıldı. Bir insanı doğduğu topraklardan ayırmak, onu başka bir ülkede yaşamaya zorlamak kadar aşağılık bir şey olamaz. 12 Eylül'de de, Ahmet Kaya gibi binlerce insan topraklarından kopartıldı, keza 6-7 Eylül olaylarında da aynı şeyi yaşadı.

O gün, Ahmet Kaya'ya çatal-bıçak fırlatanlar, o salonda linç edilmesine uğraşanlar, yıllar sonra "Bugün aynı şey olsa böyle bir tepki asla göstermem", "Bugün o manşeti atmazdım", "Bugün olsa o yazıyı yazmazdım", "Ama o dönem farklıydı" diyerek, suçlarını hafifletmeye çalışıyor.

Oysa bugün de aynı faşist tepkileri verirlerdi, hatta çok daha ağırlarını yazarlardı. 12 yıl önce atılan "Vay Şerefsiz" başlığı ile "Dışarıda kuzu kebap, içeride açlık grevi" arasında ne fark ki? Ya da 12 yıl önce atılan "Bölücü yavşak" başlığı ile Salih Memecan'ın açlık grevlerine ilişkin "Kutlayalım arkadaşlar" çok mu farklılık gösteriyor?

Demokrasi, özgürlük, insan hakları v.s. v.s. adına ne derseniz deyin, ismini ne koyarsanız koyun, herkesin yüreğinden vicdansızlık akıyor. Birilerinin ölecek olmasına "Gebersin şerefsizler" diyebilecek kadar yürekleri buz tutmuş halde ortalarda dolanıyorlar. Ülkenin başbakanı, haberin yalan olduğu ortaya çıkmasına rağmen halen "Onlar açlık grevi yapıyor vekilleri ciğer yiyor" diyecek kadar pervasız açıklamalar yapıyor, üstelik bunu söylemesinden 3-5 gün önce "Türkiye'de ölüm orucunda sadece bir kişi var" demişken.

Ahmet Kaya'nın 'Başkaldırıyorum' şarkısında söylediği gibi, "Başını kuma saklayanlardan tiksindim", tiksinmeye de devam edeceğim.

Kiminle konuşsanız 'demokrat' ama sadece kendisi gibi düşününler için. Demokrasi denen olguya inanmadığımı defalarca söyledim, yineleyeyim. Çünkü eğer Gazze'de bombalanan halk için tepki verip, bedenini ölüme yatıran insanlara kayıtsız kalıyorsanız, demokratlığınızı sikeyim. Ya da tam tersi, fark etmez.

Ahmet Kaya; direncin, sevdanın, özlemin, hasretin, umudun sesiydi. Bu ülkeden kopartıp attınız atmasına da, yüzlerce şarkısının gönül teli titretmesine engel olamadınız, gerisi laf ü güzaf.

Sesin imdada yetişmese ne yapardık bilmem.

Özledik be Gözüm, özledik.

Dinlersiniz

6 Kasım 2012

Hazır değilim


Şununla ilgili bir şeyler yazmak istiyorum ama henüz hazır değilim. Gökçe Fırat denilen insana çok benzeyen canlının yazısını bir okuyun o sırada.

http://www.turksolu.org/382/basyazi382.htm

3 Kasım 2012

Pezevenk(ler)



Şu reklam ne zaman yayınlansa ağzıma ne gelirse saydırıyorum, hatta bazen aklıma gelmeyen şeyler bile çıkıyor ağzımdan. Sanırım en yaratıcısı "Evinizin hemen yanında böyle bir orman olsun istemez misiniz? İşte orman" "Tayga ormanlarındaki mikro organizmalar geçmişini siksin" oldu.

Televizyonda ilk izlediğimde dikkatimi çeken şey, reklamın sonundaki, "Tarih hayal edenleri değil, gerçekleştirenleri yazar" cümlesi oldu. İlk yorumum da, "Herifteki özgüvene bak lan! Özdeyiş oluşturmakta bile beis görmüyor, valla bravo (!)" şeklindeydi. Muhakkak, bununla ilgili milyon yorum yapılmıştır ve bolca taşak geçilmiştir.

Burada Ali Ağaoğlu denen herife daha önce saydırmıştım, gerçi kendim dahil saydırmadığım kimse yok gibi sanırım. O yüzden de, uzun zamandır yazamıyordum.

Böylesine pişkin bir herife küfür etmek, bir noktadan sonra saçmalık oluyor. Öyle ya, eleman, İstanbul'un depreme dayanıksız olduğunu, özellikle Anadolu yakasındaki inşaat malzemelerinin büyük kısmını kendisinin sattığını ve kumları Marmara Denizi'nden, demirleri de, hurdadan çektiğini anlatmış ama ülkede bir tane 'adam' gibi bir savcı çıkıp, bununla ilgili soruşturma başlatmamıştı. Gerçi ülkemizde savcıların görevi son 10 yıldır sokaklarda gaz yiyip, tartaklanan, yumruklanan insanlar hakkında soruşturma başlatmak olduğu için buna da şaşırmak, biraz gerizekâlılık olacağından şaşırmamış taklidiyle yetineceğim.

Reklamdan alıntılarla devam edelim.

"Artık ferah, upuzun bir caddede alışveriş yapacaksınız. Moda ve sanatın 365 gün içinde olacaksınız"dan başlayalım. Alışveriş merkezleri, tüketim kültürünün lokomotifi halini aldı. Ülkede minimum üretim ve maksimum tüketim alışkanlığının başlaması, kredi kartlarının neredeyse mahalle aralarında açılan standlarda, ülke insanına dağıtılmasıyla oluştu. İnsanlar bir anda ceplerinde olmayan paraları çatır çatır yemeye başladı. Sanki sınırsız bir harcama özgürlüğü edindik. Çocukluğumu hatırlıyorum, eğer bir şeye ihtiyacımız varsa ve o ihtiyacı karşılayabilecek paramız varsa, babam alırdı. Eğer paramız yoksa annem, "Şimdi paramız yok oğlum, sonra alırız" derdi.

İşte o kredi kartları "Şimdi paramız yok oğlum" olgusunu yok etti ve "Hep paramız var, o para da hiç bitmiyor" gibi bir düşünceyi hakim kılmaya başladı. Hep söylüyorum, Akp'nin halen iktidarda olmasının en büyük sebebi, ülkenin neredeyse tamamının borçlu olmasından kaynaklanıyor. Pek çok insan, Akp'nin iktidardan gitmesi halinde, ekonominin çökeceğini, haliyle bankaların da kendi üstlerine çökeceğini düşünüyor. İlginç olan, insanlar garip bir biçimde ekonominin iyi olduğunu düşünüyor.

Reklama devam edelim. "Evinizin hemen yanında böyle bir orman olsun istemez misiniz? İşte orman."

Aslında Ali Ağaoğlu haklı, oradaki ormanları onun büyük büyük babaları ve dedeleri dikti, o yüzden de yarattığı ormanın içine kocaman bir proje yapmayı da fazlasıyla hak ediyor (!)

İstanbul'a hiç havadan baktığınız oldu mu bilmiyorum ama her uçağa binişimde, ben hep bakarım ve gördüğüm, kırmızı kiremitlerden başka bir şey değil. Lütfen Avrupa ülkelerinin en büyük şehirlerine, başkentlerine bir bakın google map'ten. Oralarda ne kadar yeşil alan göreceksiniz, İstanbul'da ne kadar?

Sistem böyle işliyor ve Ali Ağaoğlu gibi sülükler böyle zengin oluyor. Önce şehirleri talan ediyorlar yıllar öncesinden. Her tarafı estetik duygusundan yoksun, ihtiyaç karşılamakta yetersiz, inşaat malzemeleri deniz kumundan ve hurdadan yapılmış apartmanlarla donatıyorlar. Yemyeşil, dünya güzeli bir şehri kurşun grisi, boğuk, soğuk bir kent haline getiriyorlar. Sonra şehirdeki kaynaklar doyma noktasına geliyor ve kapitalizm kendisine başka rant alanları yaratıyor. En sonunda bize lütfedercesine, orman içinde ev vaadediyorlar. (Şu cümleden sonra da küfür etmediysem, yazıyı küfürsüz bitiririm gibi geliyor.)

Kapitalizm böyle işliyor, aslında hakkımız olan şeyleri bize lütuf gibi sunuyorlar. Tabii o lütfun da, bir bedeli olmalı değil mi? Tam da bu noktada şaşkınlıktan kendimi alamıyorum çünkü en ucuzu 268 bin (bu minimum satış bedeliymiş, 55 m2 ve tek odadan oluşuyor, aynı dairenin maksimum satış ederi ise 347 bin TL'ymiş) en pahalısı 1 milyon 326 bin TL (bu da minimum, maksimumu 1 milyon 354 bin TL) olan Ağaoğlu Maslak 1453'te pek çok daire satılmış. Gerçi bu, bir satış taktiğidir. Yani bir mala "bitti, tükendi" diyerek, alıcı için daha cazip kılmak. Vakko'nun nasıl ortaya çıktığını bilir misiniz? İlk palazlanması Şapka ve Kıyafet Devrimi’yle olur. Vitali Hakko neredeyse tüm kadınlara şapkayı takar ama bu ünü daha yoktur.  Vakko eşarplarının çıkmasıyla bugünkü üne kavuşur. Onu da şu şekilde yapar. Üretim yapılır, eşarplar satışa hazırdır ancak satmazlar. İstanbul'da 100'e yakın genç kızı tuhafiye, manifaturacıya yollayıp "Vakko eşarp var mı, Vakko eşarp geldi mi?" diye sordurturlar. Haliyle kimsenin bundan haberi yok ama dükkan sahibi merak etmeye başlar, sonra da satışa sunarlar ve patlama yapar. O yüzden Ali Ağaoğlu gibi bir herifin, internet sitesindeki bilgilere de, direkt olarak inanmak, mallık olur.

Şimdi gelelim, ülkenin zenginliği olan ve her bireyin bu payı ve hakkı olan ormanların içine, 320 bin metrekarelik böylesi dev bir proje nasıl veriliyor? Ülkeyi babasının malı gibi gören bir başbakan ve onun partisi olduğu sürece, adına proje denilen bu ucubeler yükselmeye devam edecektir. Ülkenin ekonomisi ne yazık ki, inşaat sektörünün üstüne yıkıldı. Fatih Ormanları'nın kullanım hakkını bile Ali Ağaoğlu'na peşkeş çekmekte hiçbir beis görmeyen adamların, satmakta çekinmeyeceği tek bir şey yoktur. Artık neleri satarlar, orasını siz doldurun ama tabii salt orman, araziden söz etmediğimi de hemen belirteyim.

Orman arazisine yapılmadığını söyleyen birtakım göt yalayıcılarının olduğunu okudum (göt yalayıcı küfürden sayılmaz), bu salaklar kulaktan dolma, iktidar borazanı medyayı takip ettikleri için, bilgileri de ancak bu kadar oluyor. Oysa kazın ayağı öyle değil. Bu projeyle, Fatih Ormanları'nın kullanım hakkı da verildi. Şimdi bu projeye "Ne var ya, orman içine değil, yanına yapmışlar. Zaten oralar boştu" embesilliğiyle savunmaya geçenler, 3-5 yıl sonra ağaçlar çatır çatır kesilirken, ne diyecek merak ediyorum. Çünkü 10 yıllık Akp iktidarında şunu gördük ki, her şey alıştıra alıştıra yapılıyor ve bir süre sonra insanlar ölümdense, sıtmaya razı olmaya başlıyor.

İstanbul ve Türkiye 10 yıllık iktidarları süresince orospuya çevrildi. Bunlar mı ne yapıyor? Artık başlıkla birleştiriverirsiniz, o kadar bağlantıyı da siz kuruverin bir zahmet.

Bu vesileyle Akp'nin 10. yılının amına koyayım. (rahatladım yeminle)

Not: Rica ediyorum "orospulara hakaret etmişsin" demeyin, teşbih bu, teşbih.

Bilmeyen yoktur ama ola ki, varsa aklınızın bir yerinde kalsın diye yazayım.

Fatih Sultan Mehmet İstanbul'u alıp, alayla Ayasofya önüne geldiği zaman derinden derine bir inilti işitti. Sesin geldiği tarafa bir adam gönderdi. Sakalları uzamış, hali perişan bir keşiş bulup getirdiler. Huzura çıkardılar. Korktu, teskin ettiler.Niçin hapsedildin diye sordular?

Keşiş fala baktığını ve kuşatma hazırlıkları sırasında Konstantin'in kendisini çağırıp İstanbul'u Türklerin alıp almayacağını bildirmek için remil (Falcıların baktığı kum falı. İslamiyetin gelişiyle yasaklanmıştır ancak Osmanlı İmparatorluğu'nda padişahlar kullanmıştır) atmasını söylediğini, remilde İstanbul'un Türklerin eline geçeceğini söylemesi üzerinde de Konstantin'in kızarak onu zindana attırır. Fatih'i karşısında gören keşiş "Şimdi karşınızda bulunuyorum, demek ki falım doğru imiş" der.

Bunun üzerine Fatih de İstanbul'un kendi elinden çıkıp çıkmayacağına dair remil atmasını ve doğruyu söylerse ödüllendirileceğini bildirdi.

Keşiş remili atar ve şöyle der: "İstanbul Türklerin elinden harp ve darp ile çıkmayacak, lakin öyle bir zaman gelecek ki, emlak ve arazileriniz satılacak, bu suretle İstanbul Türk malı olmaktan çıkacak."Fatih ellerini kaldırarak: "İstanbul'da edindiğim yerleri ecnebilere satanlar, Allah'ın gazabına uğrasınlar!'' diye beddua eder.