23 Temmuz 2011

Hiç olmazsa...

"Hiç olmazsa ayrılırken, beni sevdiğini söyle."

Sokakları arşınlarken rastladı Mehtap'a, sıcak mı sıcak Ağustos yazında. Elinde dört tahtadan çakılmış, bir boyacı sandığıyla, Kumkapı'dan Taksim'e doğru yürürken. Otobüse binecek para olsa, çeker miydi bu sıcağı? Yine de, kavruk bedenini içten içe ısıtan sabah güneşinden biraz olsun kaçmak için, durağın yanında soteye durmuştu. Belki, birkaç müşteri de çıkardı, belli olmaz ya.

- Abi boyayalım.

Suratına bir pislikmiş gibi baktı "İstemez, çekil ayak altından" dedi ve Ali'yi itiverdi, 'koskoca adam'. Koskoca adam dediysem, bedeni koskocaman ama beyni ve yüreği küçücük olan adam.

Ali, öfkeden kudurdu, adamın yüzüne baktı "Peki ağabey" diyebildi sadece. Güneş ışıkları, otobüs durağının tentesini yalayarak Ali'nin kafasına kafasına geçiyordu. Sarı-kırmızı plastik bir şapka vardı ama kâr etmiyordu.

Trafik ışıklarının karşısından bir kız gördü. Çiçekli bir eteği, beyaz bir bluz, eskimeye yüz tutmuş ayakkabıları ilkin dikkatini çekti. Gözlerini alamıyordu, genç kızdan.

"Yavuklusu var mıdır acaba?" diye geçirdi içinden. Tam Ali'nin yanında duruverdi. Ali daha dikkatlice baktı. Elindeki çantasını ancak fark etti, sapı dikilmiş. Kimbilir kimin eskisiydi ya da belki annesinden, teyzesinden ona kalmıştı.

Otobüs yolu gözlüyordu, Ali işi gücü bıraktı, kızı izlemeye koyuldu. Saçları siyah, dalgalı, yeni taranmış. Tırnakları ojesiz ama uzun, sol kolunun ortasında kocaman bir ben vardı, kahverengi.

Ali fark etmemişti, genç kız "Ne bakıyorsun be?" diye çıkışıverdi. Tam "Yok yanlış anladınız" diyecekti ki, biraz önceki o adam patlatıverdi tokadı Ali'nin suratına. "Lan! Piç milletin karısına kızına mı bakıyorsun?"

Sandığını koluna takıp, koşmaya başladı, hiç durmadan koştu, koştu, koştu. Bir ara arkasına döndü, otobüs durağı artık görünmüyordu. Çöktü olduğu yere, "Amına koyduğumun puştu, ben öyle bakmadım ki!" Ağlamaya başladı, gözyaşları çenesine kadar ulaşmıştı. Cebinden, annesinin ilkokulda verdiği mendili çıkarttı, sildi bir defada.

Ali bütün gün, o kızı düşündü. "Yarın yine gideceğim o otobüs durağına. Ben öyle bakmadım yeminle bakmadım. Allah şahit ki bakmadım." Ali'den başka bu düşünceleri bilen kimse yoktu.

Işıklardan, otobüs durağına kadar olan o anı, kafasında tekrar tekrar oynattı. Her aklına düştüğünde, yüzünde gülümseme belirdi. "Ulan çiçek gibi kız yeminle. Yüzüğü de yoktu hem."

Akşam karanlığı bastırıyordu, simit bile almamıştı para harcamasın diye. Mahalleye doğru yürürken, bir an önce yarın olması için dua ediyordu. Bakkal Mesut'un oradan dönüyordu ki, babasıyla karşılaştı.

- Ali bugün ne kazandın, boşalt bakalım ceplerini.
- Pek iş yoktu bugün.
- Nasıl yoktu lan! O elindeki boktan sandığa 50 lira verdim.

Ali cebindeki bozuklarla birlikte 32 lirayı, babasına verdi. Siyah saçları dökülmeye yüz tutmuş, kaşları ortadan birleşmiş, kara kuru bir adamdı babası. "Yine kumara verecek parayı" diye geçirdi içinden.

Mahalledeki kahveye gider, elinde ne var ne yok hepsini harcardı. Arkada bira da içerlerdi. "Anamın, kardeşlerimin boğazından geçecek ekmekleri çalıyor" derdi hep ama parayı vermezse dayak yiyeceğini de bilirdi.

Kapıyı çaldı, küçük kardeşi Nihal açtı.

- Anneeee abim geldi.
- Oğlum, Alim, gel yavrum çorba sıcak.
- Aç değilim ana.
- Olur mu Alim, ne yedin sen bütün gün.
- Döner ekmek aldım.

Utandı, annesine yalan söylediği için. Ayakkabısının altına zulaladığı iki 20'liği annesine verirken "Ana n'olursun babama verme parayı."

Annesi sarıldı Ali'ye, öptü yanaklarından "Vermem Alim vermem. Bu paraları senin için saklıyorum."

Elini yıkadı, zorla da olsa oturtular yer sofrasına. Çorbasına ekmekleri doğradı, bol karabiber de ekledi. 3 kız kardeşi vardı kendinden başka. En büyükleri Ali'ydi, o yüzden anası için yeri başkaydı. Okutamadı Ali'yi, olmadı işte. Evin adamı kocası değil Ali'ydi.

- Alim, hani toktun sen, bu nasıl yemek kara kuzum.
- Yok anam uyuyacağım, çok yoruldum bugün.

Yine yalan söylemişti, otobüs durağındaki kızdan başka bir şey düşünmüyordu. Hemen uyursa, çabucak geçerdi zaman. Döşeklerin olduğu yere sakladığı cigaradan da bir tane içerdi bahçede. Kalktı yerden, "Ana ben biraz hava alayım, gelirim yarım saate."

Evin tahta kapısını çekti ve çıktı. Yaz geldi mi buralarda bütün çocuklar eve girmek bilmez. Akşam karanlığında top oynar, misket atar, duvar üstlerinde muhabbet ederlerdi. Öyle can arkadaşı yoktu, hep tek başına takılırdı. Zaten bazıları okul çocuğuydu, Ali'yse çoktan okulu bırakmıştı.

Yürürken cebine koyduğu sigarasını ağzına aldı, diğer cebinden kibritini çıkartıp yaktı. Derin bir nefes aldı, "Ne kızdı be!"

Sabah'ın 6'sında uyandı. Babası eve gelmiş değildi. Gelse sesini duyardı. Kimbilir nerede sabahlamıştır. Saçlarını taradı aynanın karşısında, elini, yüzünü iyice yıkadı. Bayramdan kalma, en güzel kıyafetlerini giydi, eline sandığını aldı ve çıktı.

Aksaray'dan, yukarı doğru yürümeye başladı, hava daha çok sıcak değildi. "Yeni gelir miydi, acaba bir günlük mü dışarı çıktı, ya gelmezse, gelirse konuşayım mı?" diye kafasında sorular uçuşuyordu. Yokuşu çıktıktan sonra, bisikletçiler çarşısının oradan geçti. Hiç bisikleti olmamıştı, yokluğa karışmış bir kıskançlık duyardı bisikletli çocuklara. Şöyle vitesli, frenleri afilli, jantları pırıl pırıl bir bisiklet özlemini hep duydu.

Kemerlerden geçti, şimdi güneş biraz daha yakıyordu, nihayet otobüs durağını görmüştü. Çok az insan vardı ama daha dünkü saat olmamıştı. En fazla 7 olmalı saat, oysa dün saat 8 ya da biraz daha fazlaydı.

Durakta otobüs bekler gibi banka oturdu, zaten hepitopu 3-4 kişi vardı, onların da ikisi ayakta bekliyordu. Otobüsler gelip geçerken, zaman inadına hiç geçmiyordu. 29 tane otobüs saydı, artık oyun oynamaya başlamıştı. Kaç tane kırmızı, kaç tane yeşil geçiyor, onları sanki gol gibi sayıyordu. "Hay sikeyim Fenerbahçe 16-13 öne geçti" diye geçirdi içinden. Kırmızılar Fenerbahçe, maviler Galatasaray'dı.

Durakta bekleyenlerden birine "Ağabey saatin kaç?" diye sordu. "8'e 10 var. Ayakkabıları parlat bakalım ama 3 lira veririm ancak" diye yanıt gelince, yanındaki sandığını yere koyuverdi, "Boyayalım ağbiciğim, canın sağolsun senin."

Adam oturdu, Ali yere ufak taburesini koydu, sandığını önüne çekti, alttaki çekmeceden siyah boyasını çıkartıp başladı boyamaya. Kafasından tamamen çıkmıştı, neden burada olduğu. Kadife bezine parlatıcısını sürdü, sor rötuşlarını yaptı. Adam cebinden 3 lirayı çıkarttı "Allah bereket versin abi" diye ayağa kalktığında, kızla karşılaştı.

Utandı, kıpkırmızı oldu. Tabii ayırdında değildi bile suratının halini. Genç kız, gülümseyince, gamzeleri çıkıverdi.

- Pardon bayan.
- Beni mi takip ediyorsun sen?
- Yok yeminle etmiyorum, boya yapıyordum. Gördün mü?
- Gördüm.
- Hah işte, vallahi de billahi de takip etmiyorum.
- Sen hep burada mı boyacılık yapıyorsun.
- Yok, evden çıkarım, yürürüm Taksim'e kadar çıkarım, sonra gerisin geriye dönerim.
- İsmin ne?
- Ali. Ya senin?
- Mehtap.
- Ne güzel isimmiş.
- Sana ne! Güzelse güzel.
- Yok kötü niyetle sormadım, sen sorunca...

Ağzına tıkayıverdi lafı.

- Ben sordum diye, sen de sormak zorunda mısın?
- Özür dilerim.
- Bir daha karşıma çıkma. Bağırır çağırırım 'sapık' diye. Dünkü gibi yersin tokadı.
- Çok mu hoşuna gitti ya?
- Sana ne!

"Sana ne, sana ne!" yüzü asıldı.

- Hem sen soruyorsun ismimi, ben sorunca 'sana ne' diyorsun. Kötü niyetim olsa böyle konuşur muyum sanıyorsun. Yok işte, sapık filan değilim. Konuşmak istemiyorsan söyle, bir daha görmezsin bile beni. Sanki seni bekliyorum burada!

Anasına yaptığı gibi yalan söyledi. Pişman olmadı bu kez. "Güzelse güzel. Güzel diye her istediğini yapamaz ya. Benim anam dünyalar güzeli ama babam basıyor tokadı, tekme bile atıyor."

Ali, "İyi günler" dedi, arkasını döndü yürümeye başladı ki, "Heyy, bir dursana sen" sözüyle olduğu yerde kalıverdi.

Yavaşça arkasını döndü, terslene terslene "Ne var?" dedi.

- Üfff amma da gururluymuşsun. Taksim'e doğru çıkıyorsun istersen yürüyelim, benim işbaşı yapmama daha var.
- Ne iş yapıyorsun ki sen?
- Bakıcılık yapıyorum, yaşlı bir kadına.
- Yaşlı karıya mı bakıyorsun?
- Ay evet, dedim zaten.
- Tamam yürüyelim ama iş çıkarsa sen tek yürürsün. Ekmek param her şeyden önde gelir.
- İyi o zaman ben otobüse biniyorum.
- Binersen bin, ben mi dedim, 'birlikte yürüyelim' diye.
- Bak çocuk bir daha burada seni görürsem polise bildiririm.
- Polisle mi korkutuyorsun beni? Geç o işi, korkmam ben. Hırsız değilim, kapkaççı değilim, tinerci, balici değilim. Paramın derdindeyim.

Sinir oldu Mehtap'a. Otobüse binerken baktı ama çoktan gitmişti bile.

(devam eder mi bilmiyorum)

İlerleyin lan


Birtakım embesiller, kendi utançlarını unutup "Nasıl olur da Galatasaray bu işin içinde olmaz"ın derdine düştü. Çıldırıyorlar, ağızlarından köpükler çıkıyor, kuduz hayvanlar gibi.

Ağızlarda 8-0'dan başka bir şey yok. Bildikleri, öğrendikleri tek şey Zalad ve 8-0. Hadi yaşı belli bir dönemi geçmiş olanları anladım da, 20'li yaşlardaki veletler, ne bu maçı bilir, ne de Zalad'ı. Ama ezbere konuşmak bedava nasılsa.

Akp iktidarı süresince başlatılan, Ergenekon, Balyoz gibi operasyonlara sonsuz destek veren Cengiz Çandar, ortalarda dolanan avukat demeye bin şahit Faik Işık denen bir tipten alıntı yapıyor, "Nasıl olur da Türk futboluna şikeyi öğreten kulüp, şu an soruşturma altında değil" diye. Aslında kendisi dile getirmek istiyor ama alıntıyla iş kotarmaya çalışıyor.

İlginçtir şu süreçte Galatasaray aleyhine bir şike yaratmaya çalışanların hepsinde aynı argümanlar var; Zalad, Ankaragücü ve Denizlispor-Fenerbahçe maçı.

Denizlispor-Fenerbahçe maçı tabii ilginç bir hadise. Bu ülkede hiç yaşamasanız, olayları hiç bilmeseniz, Fenerbahçe'nin maçta 8 kişiyle oynandığını, maçın 20-30 dakika erken bitirildiğini zannedersiniz.

90 dakika çıkıp oynadın mı? Evet.
Eksik mi oynadın? Hayır.
Hakem maçı katletti mi? Hayır.
Maçta gol attın mı? Evet.

Birader ayağına prangalar mı doladılar senin? Atsaydın bir tane daha gol. Appiah'ın kafa vuruşu, 10 santim daha aşağıya gitse, bugün ne konuşulacaktı ciddi bir merak içindeyim. Olmadı tabii o sezon birkaç kez yaşandığı gibi ellerle kollarla atılan goller değil mi? Kızgınlık o yüzen haliyle.

8-0 Ankaragücü maçı için zaten herkes kimin kime kaç gol attığını, iki hafta önce Beşiktaş'ın 6 tane attığı Ankaragücü'ne, Galatasaray'ın neden 8 gol atamayacağı filan uzun uzadıya yazıldı.

Hayır aptallık o boyutlarda ki, Galatasaray 14 sene şampiyonluk beklemiş bir takım. Türkiye'ye şikeyi öğreten kulüp olsaydık, 14 yıl mal mıydık bekleyelim? Araya 3-5 şampiyonluk serpiştirirdik. Kaldı ki, Türkiye'deki spora kimin, hangi pislikleri yaptığının çetelesini tutmaya kalkarsak, neler yazılır neler. Sahadan çekilenleri, rakibine bilerek yatanları, devre arası satın alınan maçları filan hiç yazmanın anlamı yok bile.

Haa bu kadar şeyden sonra Türkiye'de teşvik yok mudur, şike yok mudur? Vardır, takım gözetmeksizin bunu söylüyorum.

Tabii söylerken, "Galatasaray da bu yıl şampiyonluğa ya da düşmemeye oynasa şike yapardı" türünden bir gerizekâlının bile söyleyemeyeceği türden zırvaları yazanlara ağzımla gülmüyorum.

Samimiyetimi ortaya koyuyorum, şike yapılmıştır diyorum, piçin biri çıkıp "Sana ne lan!" diyor. Olmayan fikirlerini yazamayacağı için malın tekinden alıntılar yapıyor. Fikrin yoksa yazmayacaksın, kendini gülünç duruma düşürmenin anlamı yok.

Bir de şu 'kadıncağız' meselesi var. Aslında 'kadıncağız' özelinde, genel savunma refleksi hadisesi.

Bazı arkadaşlar hariç görüyorum ki, kendinizi savunmak için başkalarına bok atma yolunu seçiyorsunuz. Yanlış, olmaz öyle, aptallığın anlamı yok. Gülünç duruma düşmenin hiç anlamı yok. Şimdi bunları yazdım diye yine birtakım 'garipler' isyanlarda olacak çünkü herkes yazılanların içinden, kendi anlamak istediklerini cımbızlıyor. Misal aynı yazıda "Takım gözetmeden Türkiye'de şike yapılmaktadır" diyorum, onu görmüyor, başka bir şeye takıyor.

Okuduğunu anlamayan bir toplum olduğumuz için şaşırmıyorum ama insan tabii üzülüyor bu duruma.

O kadar kendi dünyasındaaçmazlar ve çıkmazlarla dolu bir durum ki, sen sahaya inip, o olayların bahanesi olarak bahanelerle savunacaksın ama motorun biri tribüne orta parmağını gösterdiğinde insanların hiç tepki vermemesi gerektiğini düşüneceksin. Beyinsizliğin dik alası bu olsa gerek.

Önce samimi olmak lazım. Çocuk aklı örneğindeki olduğu gibi "Ama sen bunu yaptın"la başlayacak cümleler kimsenin temiz olduğunu göstermez.

Tamam ben onu yaptım, peki benim yaptığım şey. senin pisliğini örtebilecek mi?

Lan amın oğlu mallığın anlamı yok işte, bu bokun içinde debelenip duruyorsunuz. Debelenirken, "Acaba yanımda birini daha götürür müyüm?" diye çabaladıkça o bok hücrelerinize kadar yayılıyor. Yayıldıkça da, ortalarda kafası kesilmiş tavuk misali "siz de siz de" diye boku birilerine bulaştıralım derdine giriliyor.

Trabzonspor da bu soruşturmada ama Şenol Güneş çıkıyor "Suçlu bizsek de ceza verilsin" diyor, Beşiktaş da bu soruşturmada ama adamlar savunma durumunda değil. Ne İlhan Cavcav beyinliymişsiniz a.k.

Uzun uzadıya yazmanın anlamı yok, demem o ki, Denizlispor ve Ankaragücü maçının ötesine geçmek gerekir. "Bu yıl Galatasaray da şampiyonluğa oynasa" diye götten uydurma fikirlerle çıkmamak lazım.

Unutmadan, sene boyu Galatasaray'a laf söylediğimde, eleştirel yazılar kaleme alındığında "Abii çok objektifsin yeaaaa" diyen piçlerin, şimdi böyle ağızlarda salya akıta akıta beni sorgulaması umrumda bile değil biliyorsunuz değil mi?

Bir de lüfen bana, sikik sikik bloglardan alıntılarla gelmeyin.

Filistin kamplarında eğitim görüp, sonra arkadaşlarını satanlar, cemaat kapılarını aşındırıp geçmişlerini unutanlar ve para için babasını bile satacak adamlar, ne söylerse söylesin bir anlamı yoktur.

O yüzden Cengiz Çandar, İhsan Kalkavan, Faik Işık ve türevleri, siz de bir siktirip gidin lan!