20 Şubat 2011

Adı konulmamış sonu olmayan hikâyeler -3-


Orhan Abi’nin arkamda durmasını bile fark etmemişim. "Anlaşıldı, bugün sen çalışmayacaksın. Oğlum, haber ver bari, idare edelim."
"Yok be abi dalmışım."
"Nereye daldıysan çıkmak bilmedin. Üçüncü kez geliyorum yanına kadar, görmüyorsun bile."
"Kusura bakma Orhan Abi cümlesini tamamlamadan, sol eliyle omzumu okşadı.
"Olur, olur, Yürü kahveye inip, birer cigara tüttürelim."
"Bu kez affet, şu elimdeki haberi bitireyim, öğleden sonraya borcum olsun."
"İyi madem öyle olsun bakalım" dedi. Adanalı’ydı Orhan Abi, hep gurur duyarak anlatırdı. Yaklaşık 7 yıldır birlikte mesai veriyorduk.
Bilirdi, ne kadar derdim, sıkıntım varsa. Kendi anlatmazdı ama rakı masasına oturduk mu, karşısındakini tanısın tanımasın bülbül gibi öttürürdü. Hoş, ben hep bilinçli anlatırdım. Dertleştiğimde, rahatladığım birkaç kişiden biriydi. Hiçbir şey söylemese bile, bakışlarındaki içtenlik, bana iyi geliyordu.

İlhan Abi, bana doğru geliyordu, "Barış hadi çıkalım. Var mı işin?"
Aslında yoktu ama olsa bile ağzından dökülenler, "Hadi çıkalım" anlamına geliyordu.
"Yok İlhan Abi, sen tamamsan çıkalım."
Koridorda yürürken, "Nereye gidelim? Kafanda bir yer varsa söyle. Yoksa Sarıyer’e inelim, iki tek atıp, geri dönelim. Uyar mı sana?"
"Valla patron sensin. İki tek de olur, bir büyük de olur. Sana kalmış" dedim.
Kendimden tiksindim. Sanki yalakalık yapar gibi hissettim ama niyetim o değildi.
"Patron oymuş. Ulan senelerce gerçek patronun, onlar değil biz olduğunu savundun, şimdi söylediğin lafa bak" diye söylendim.
"Pekala o vakit Sarıyer’e inelim. Sen ön kapıya çık istersen, ben arabayı garajdan alayım."

Ağzımdan onun bile fark edebileceği isteksizlikte "Peki" kelimesi dökülüverdi. Bir sigara çıkarttım gömleğin cebinden. Hava alabildiğine soğumuştu. İliklerime kadar hissettim, üşüdüğümü. İlhan Abi siyah jipiyle köşeden kornaya bastı. Arabanın terse giremeyeceğini düşünmemiştim, bir an için. Hızlı hızlı yürümeye başladım. Kapının kolunu çekip, koltuğa oturduğumda yüzüme vuran sıcaklıktan rahatsız oldum.

"Abi ne yaptın sen ya? Cehennem olmuş içerisi, biraz kapatabilir misin?"
"Kapatırım tabii ama sen dışarıdan geldiğin için böyle güçlü hissettin, yolumuz uzun olsa ‘Abi biraz açabilir misin’ derdin." Ters yöne gitmemiz gerekiyordu, o yüzden yolu uzatıp, epeyce uzak bir mesafeden dönerek, şirketin oradan geçerken, ışıklara takıldık.

Polis otosu her zamanki gibi ışıklarda mevzilenmiş, bekliyordu.
"Yavşaklar, pusuya yatmış yine."
"Açtırma benim ağzımı abi. Küfür etmek istemiyorum."
"Ne kadar etsen az kalır. Yorma hiç kendini. İbnelerde ne gurur, ne haysiyet var. Doldurdular cemaatperverleri."

Benden yanıt bekliyordu oysa sustum, böylesi bir muhabbete girebilecek durumda değildim çünkü. Dün atıştıran kar, izlerini sadece kırmızı kiremitlerin üstünde ve kaldırım kenarlarında belli ediyordu. 'Ne konuşacağız acaba' diye düşünürken, geldiğimizi fark etmedim.

"Barış, dalgınsın. Hayrola?"
Ne diyecektim ki şimdi?
"Yok be İlhan Abi. Klasik hafta sonu yorgunluğu."
"Haa, iyi o zaman. Rakıyı içelim bir şeyin kalmaz." Gevrek gevrek sırıttı, yine sinirlendim.
Arabadan indik, anahtarları kapıda bekleyen görevliye verdi. Yürümeye başladık, o kısacık yol bitmek bilmeyen bir çileye dönüşmüştü.

"Nasılsınız İlhan Bey?" İçeriye girdiğimizde bizi karşılayan şefin sesiyle kendime geldim. ^
"Şöyle alayım sizi, deniz manzarası da gözünüze hitap etsin."

Sanki içerisi tıklım tıklım da, en iyi yeri bize ayarlamış havasından hoşlanmadım. Zaten bizden başka kimse yoktu. Oturduk.
Bir an önce bitsin, ne söyleyeceğini merak bile etmiyordum. Üstelik hiçbir fikrim bile yoktu.

Mezelerin içinde sıralandığı tepsiyle birlikte gençten bir çocuk geldi. "Ne yeriz Barış?" dedi fakat benden bir yanıt gelmeden sıralamaya başladı.
"Pilaki alalım, börülce, fava, acılı ezme, patlıcan salatası. Kavunumuz var mı?"
"Tabii İlhan Bey."
"Beyaz peynir de alalım. Barış, sen bir şey söylemedin."
"Enginar var mı?"
"Konserve enginarımız var. Arzu ederseniz getireyim."
Oldu bitti, sevmem konserve yiyecekleri. "Kalsın" dedim sadece.

İlhan Abi’nin gözü doymamış olacak ki, "Paçanga getir. Başka ara sıcak olarak ne getirirsin. Haa, senin şu mezgitten yapılan balık böreği vardı. Ondan da getir. Balıkları söyleriz."
"Hemen efendim" diyerek, uzaklaştı.

"Eeee, Barış, ‘Ne konuşacağız’ diye geçiyordur içinden şimdi."

Umrumda bile değildi. Bambaşka şeyler düşünüyordum. Yağmur’la gelmek isterdim buraya. Öğrencilik yıllarında elimize geçen üç kuruşla, Beyoğlu’nda en ucuz bira nerede, oraya damlardık. Bunun hayalini kurmuştuk hep. Para kazanacaktık ileride.
Öyle çok lüks yerleri istemezdik ama mükellef bir rakı masası da fena olmazdı hani.

Ne çok hayalimiz vardı. O gittikten sonra en kötüsü, hayallerimi rafa kaldırmak oldu. Ne bir hayalim, ne de hayata dair ümidim kalmıştı. Hayatı eskilerin deyimiyle insiyaki yaşamaya başlamıştım.

"Elbet anlatırsın, diye bekliyorum."
"Tahmin etmiştim merak ettiğini. Barış, biliyorsun İbrahim ayrılmayı düşünüyor. Burada ne kadar yol kat ettiğini, işini ne kadar iyi yaptığını gayet iyi biliyorum. Yönetimden Cemil Bey’le de konuştuk. Seni İbrahim’in yerine haber müdürlüğüne getirmek gibi bir fikrimiz var."

"Abi olmaz. Orhan Abi varken, bana düşmez. Eyvallah, teklif için ama olmaz."

Şaşırdı ilkin, "Oğlum dur, hemen celallenme. Bir düşün, taşın önce. Hem biz Orhan’ı değil, seni uygun gördük."

Uygun görmüşler, siktirin! Kimsiniz lan siz, neyin doğru olduğu hakkında fikir yürütüyorsunuz. Orhan Abi’den daha iyisini bulacaklardı sanki. Buradaki en tecrübeli gazeteci oydu. Ne İbrahim, ne ben, ne de bir başkası hak ediyordu.

"Bak abi; Orhan Abi’yle 7 yılım geçti. Üstümdeki emeğini yok saymam, birlikte çalışırken onun üstünde bir pozisyonda çalışmam mümkün değil. İnsan olarak da, benden daha sağlıklı ve mantıklı biri. Bence siz tekrar düşünün derim."

Suratındaki memnuniyetsizlik, sözlerine de yansıyordu, "Barış, Orhan yaş itibariyle internet haberciliği için çok uygun değil. Tamam, kabul ediyorum. İşini iyi yapıyor fakat bize daha enerjik, daha genç bir beyin lazım."

Beni tanımadığı, hakkımda doğru düzgün bir fikri olmadığı nasıl belliydi. Enerjik ve genç beyinmiş! Bir odadan, diğerine geçmeye üşenen ben, enerjik insan izlenimi vermiş insanlara.
"Çabuk karar verme, bir düşün etraflıca. Zaten İbrahim’in gitmesine 20 gün var. O zamana dek, iyice ölçüp biçip tartarsın. Kariyerin için önemli bir adım olacak. Hem maaşın da hatırı sayılır derecede artacak."
"Ben yanıtımı vermiş gibi oldum aslında. Yine de hatırını kırmayayım hafta sonu düşüneyim. Pazartesi günü sana cevap veririm."

Mezeler gelmişti, garson rakıları tam doldurmaya çalışırken, "Mümkünse rakımı kendim koymak istiyorum." Birilerinin benim için hizmet etmesi çok rahatsız ediciydi. Üstelik benim ne kadar rakı, ne kadar su koyacağımı nereden bilecek.

İlhan Abi dalmıştı şimdi. Denize doğru uzandı gözleri. Masanın üstüne bıraktığım sigara paketine uzandı ellerim. Dudaklarımın arasına aldığım sigarayı yakıverdim. Çok derin bir nefes çektim, ciğerlerime kadar yolladım dumanı. Söz vermiştim Yağmur’a, 'Bu mereti bırakacağım' diye. Olmadı, bırakamadım. Verdiğim hiçbir sözü tutamamıştım zaten.

Dalgalar, kaldırıma kadar çarpıp, daha kuvvetlice geri dönüyordu. Hava, gri mi giri, iç bunaltıcıydı. Nasıl da sıkıldım, bir an önce eve gitmek istiyordum, telefon çaldı..
"Alo!"
"Barış, oğlum nerelerdesin sen?"
"Kaan sen misin?"
"Yok ebenin amı! Lan oğlum sesimizi de mi unuttun?"
"Bakmadım numaraya, direkt tuşa bastım."
"Özrün kahabatinden beter. Sesimi unuttun mu diyorum? Herif bakmadım kimin aradığına diyor."
"Kaan, küfredemiyorum şimdi, bilahare görüştüğümüzde, en iyi dileklerimi sunacağım."

Patlattı kahkahayı, "Ben de onu diyecektim. Akşam var mı işin? Eğer yoksa üniversite tayfasıyla buluşacağız Nevizade’de. Senin yerine ‘Barış gelir’ dedim."
"Şu patavatsızlığından hiç kurtulamayacaksın. Rakıdayım şimdi. Akşam da içersem, üstümden kamyon geçmişe dönerim."
"İçersin, içersin. İtiraz yok, geliyorsun. Madam Eleni’nin yerindeyiz. 10 kişilik masa ayarladım."
"Kim var kim yok?"
"Bizim tayfa işte."
"Nihal de geliyor olmalı!"
"Oğlum manyak mısın 5 ay sonra evleniyoruz. Tabii ki gelecek. Hem ‘Barış mutlaka gelsin’ dedi."

Yıllarca Yağmur’un hatrına katlanmıştım, yetmiyormuş gibi şimde de Kaan’ın hatrı için katlanacaktım.
"Gelmesem, olmaz mı?"
Sert bir ifadeyle, "Olmaz! Akşam saat 9’da oradasın. Kapattım" dedi ve kapatıverdi.

İlhan Abi telefon konuşmasından anlamıştı, "Akşama da rakı var demek. Bugün benden sana izin. Bitirelim rakılarımızı, gidersin eve, dinlenirsin. Hem biraz şu teklifi düşünmek için fırsatın olur" dedi.
Geri çevirecek durumda değildim. İçimden çalışmak gelmiyordu, sabahtan itibaren.

"Teşekkür ederim. Dinlenmeye ihtiyacım vardı epeydir. Gitmek istemiyorum ama üniversite bittikten bazılarını görmedim bile. Bir yanım gitmek istiyor."
Kadehten bir yudum daha aldım. Tabağın ucunda duran çatalı elime alıp, bir parça patlıcan alıp, ağzıma attım. Yoğurdun tadı ekşi miydi ne? Daha yutar yutmaz midemde bir acıma hissettim.
"Barış, balık ne yeriz?" sesiyle İlhan Abi’yi döndüm, "Lüfer."

Eliyle, şefi çağırdı.
"Lüferimiz var mı?"
"Olmaz mı efendim. Nasıl alırsınız?"
Kızdım. Her şeye o kadar çok kızıyordum ki, kendime de kızdım.
"Izgara olsun benimkisi."
"Yılmaz, bana da aynısından ver o zaman. Bak salatayı unuttuk, şöyle rokası teresi bol bir salata yaptır bize ortaya. Seversin değil mi Barış?"
"Hı hı!"

Yılmaz uzaklaşırken İlhan Abi daha önce beyninde kurup, tasarladığı cümleyi döküverdi ortaya, "Barış, ‘istemiyorum’ dedin ama enikonu düşün, bu müdürlük meselesini. Senin kaygılarını da anlıyorum.
Orhan’la ne kadar yakın olduğunuzu, senelerdir birlikte çalıştığınızı, ona nasıl saygı duyduğunu filan. Hepsini biliyorum, bilmediğimi, bilmediğimizi sanma sakın. Ama senin yaşın itibariyle de, ileriye dönük bir adım atmanın zamanı geldi. Hem sen ‘Orhan Abi varken ben olamam’ diyorsun ama onun ne çok sevineceğini hiç tahmin etmiyor musun? Senden çok mutlu olacak."


Haklıydı, şimdi gidip Orhan Abi’ye anlatsam "Barışım, deli misin sen? Biz unumuzu eleyip, eleğimizi asmaya başladık. Zaten ben buradan çıkınca kardeşimin kitapçısına takılıyorum. Zamanım da yok. Bak kabul etmezsen hakkımı helal etmem" derdi.

Elimdeki rakı kadehiyle oynarken, yüzüne bile bakmadan cevapladım, "Yok, düşüneceğim ama kafamın içindekini soruyorsan, çok niyetli olduğumu söyleyemem."
"Ama düşünürken, sadece bugünü değil, bu meslekteki geleceğini de düşün. Bak İbrahim’i görüyorsun. Yalan yok, senin yarın kadar değil. Üstündeki haber müdürü etiketiyle gittiği yere bak şimdi."

'Etiketinizi sikeyim!'
Çok önemli sanki ya da çok önemsiyorum. Herkesi kendileri gibi görüp, ona gore değer biçmek, tam da size gore davranış. Kalabalığı buldu mu, "Adana Cezaevi'nde şöyle işkenceden geçtik, böyle baskılara karşı koyduk" diye mangalda kül bırakmaz. Şimdi altında siyah jipi, Ulus’taki milyon dolarlık evi, her ay oturtuğu yerden aldığı onbinlerce dolarlık maaşla bana akıl vermeye çalışıyor.
"Eyvallah abi, düşüneceğim merak etme."

Elinde koskoca bir tepsiyle yanımızda beliriverdi garson çocuk. Kayık tabaktaki balıkları büyük bir özenle önümüze koydu. Balıklar fırından yeni çıkmış olmalı ki, üstünden dumanları tütüyordu. Bir anlık da olsa içimi rahatlatmıştı, duyduğum koku.
"Teşekkür ederim."
"Rica ederim efendim."
"Of! Balıklar müthiş leziz görünüyor Barış. Soğutmadan yiyelim, yazık etmeyelim."

Nasıl yeneceğini bilmiyorum ya, bana öğretiyor aklı sıra. Çatalı bırakıp, elimle yemeye başladım. Annemin, "Balık ve tavuk elle yenir oğlum. İleride çatalla yemen gereken yerler olduğu için pek tabii öğreneceksin, nasıl yenmesi gerektiğini. Yine de samimi yerlerde ellerinle ye. Lezzetini daha iyi alırsın hem." sözünü hatırladım.

Samimi bir ortam değildi, hatta tavırlarım ve davranışlarım gayet soğuktu. Fakat çatalle balığın mundar olmasına izin veremezdim. İki elimin parmakları arasına aldığım balığı büyük bir iştahla yiyordum. Ne vakit böylesi tat almamıştım, yediğim, içtiğim şeylerden. Ağzıma büyük bir balık parçasını attıktan sonra tabaktaki soğanın üstüne biraz limon, biraz tuz ekleyerek ısırdım.

"Bakıyorum neşen yerine geldi Barış."
Hah! Ben balığı limon sıkmayarak, tadını kaçırmamıştım, İlhan Abi sağolsun, masanın tadını kaçırmayı başarmıştı. Cevap bile vermeden, yemeye devam ettim. Ellerim yağ içinde kalmıştı, neredeyse nefes bile almadan, balığın soğumasına fırsat vermeden bitiriverdim.

"Abi, izninle bir ellerimi yıkayıp geliyorum."
"Yiyeceksen bir tane daha söyleyelim."
"Bu kadarı bile fazla bana. Çok yedim, tıka basa doldum."

Yerimden kalkıp, restoranın diğer ucunda, daha girişte dikkat ettiğim tuvalete doğru yöneldim. Niye böyle küçücük yapılır, tuvaletlerdeki bu el yıkama yerleri hiç bilmem. Mimari açıdan bir açıklaması olmalı. Sıvı sabunun akmasını sağlayacak düğmeye 7-8 kez bastım. Ellerimden akmaya başlamıştı. Musluğu yukarı kaldırıp, suyun olanca gücüyle ellerime çarpmasını sağladım. Beğenmedim. Yeniden sabunladım, tekrar suya tuttum. Tamamdı bu kez.
Yüzüme de çarptım suyu, buz gibi su tüylerimi diken diken etti. Kağıt peçete koparttım çokça. Ellerimi iyice kuruladım. Masaya baktım, İlhan Abi telefonla konuşuyordu. Muhtemelen sevgilisi ile konuşuyor. Eşiyle konuşsa bu kadar yayılmaz suratı. Beni fark etmesiyle, telefonu kapatması bir oldu. Masaya oturdum.

"Tatlı yeriz değil mi? Bak buranın helvası enfes olur. Sonra uyarmadı deme."
"Tatlıya yerim kalmadı ama bir kahve içerim."
"Yılmaz, bir bakıversene bize."
"Buyurun İlhan Bey."
"Bize birer kahve. Sen helva da yap. Barış’a paket yap. Evde yesin. Söz ettim, nasıl güzel olduğundan. Yeri kalmamış ama evde yer."
"Sağol abi."

Kahvelerin gelmesini bekliyorduk. Bir an once eve gidip, uzanmak istiyordum. Kaan’ı arayıp, gelmeyeceğimi söylesem, kabul etmezdi. Bin tane küfür işit, sonra naz yapsın. Yok, akıl kârı değildi. İyisi mi, olabildiğince geç gidip, erken kalkmak olurdu.

Kahveler geldi, yanında nane likörü vardı. Ne severim. Küçüklüğümde evsahibimiz Agop Amca ile annesi Madam Teyze, annemden kaçıp, ne zaman onlara sığınsam, o minicik bardaklara koyup verirlerdi. Ne güzel insanlardı. Ne zaman nane likörü içsem ya da görsem aklıma ilk onlar düşerdi. Bayramlarda ilk onlara çıkardım, nane likörü ve çikolata için. Mendil arasında verdikleri yüklü harçlık da cabası.
Çok sonraları, Müslümanların bayramlarını neden kutladıklarını sorguladım hep. Sıcacık bir gülümseme yerleşti içime. Bir dikişte içtim likörü, ardından sanki su içermiş gibi kahveyi bitirdim.

"Hesabı alalım biz Yılmaz."
Abi, birlikte ödesek?
"Yok oğlum olmaz. Ben davet ettim. Ne hesabı?"
"Ne diyeyim, kesene bereket."
"Afiyet olsun. Hadi kalkalım o zaman. Seni şirkete götüreyim. Atla arabaya evine git. Akşam için enerji toplarsın, söylediklerimi de düşünürsün."
"Tamam düşüneceğim."

Yılmaz, deri kaplı bir defter arasında hesabı getirdi. İlhan Abi şöyle bir baktı, cebinden cüzdanını çıkarttı. İki tane 100’lük koyup, "Üstü kalsın Yılmaz" dedi. Yılmaz’ın memnuniyeti gözlerinden okunuyordu. Belli ki, gelen hesap ile İlhan Abi’nin verdiği hesap arasında epey fark vardı.

"Teşekkür ederim efendim. Yine bekleriz. Sizi de beyefendi."
Çıktık restorandan, kapının hemen önünde duran arabaya ilk binen İlhan Abi oldu. Bir süre duraksadıktan sonra atladım arabaya. Sessizdik ikimiz de. Şirketten çıktığımızdan beri konuşma isteklisi olmadığını fark edinde, suskunluğa razı olmak zorunda kaldı.
Her şeye karşın, kötü bir adam değildi, hatta iyi bile sayılabilirdi. Değişen insanları sevmediğimden, istediğim türden bir yakınlık kurmadım. Geldik bile, derin bir ‘oh’ çektim. Eve gidecek olmamın verdiği huzur vardı içimde.

Arabayı garaja bıraktı, birlikte yukarı çıktık. Orhan Abi gitmişti bile Kahve sözümü tutamadığım için üzüldüm. Kimseye bir şey söylemeden, çantamı aldım. İlhan Abi odasından bana bakıyordu, elimi havaya kaldırıp, selam mahiyetinde bir hareket yaptım. Kafasını eğdi, kendince onayladı.

Kaç saat olmuş kimbilir uyuyalı? Vücudumda hissettiğim ağırlık yanlızca yorgunlukla ilintili değil. Evet, kabul ediyorum iki yıldan bu yana hiç tatile çıkmamış olmamın payı yok değildi ancak bu bambaşka bir şeydi.
Omuzlarım ve boynum uyarı yolluyordu bana, hiçbirini umursamıyordum. Yanı başımdaki telefonun saatine baktım, 8’e geliyordu. Aslında çoktan çıkmam gerekirdi, hele ki cuma trafiğini düşününce. 'Tıraş olsam mı olmasam mı?', 'Üstüme ne giysem?', 'Arabayla mı yoksa dolmuşa atlayıp mı gitsem?' diye aklımdan bir dolu soru geçti.
Tıraş olmayı atladım, sanki büyük davete gidiyorum, 'Giyin işte her zamanki gibi.' Arabayı da bırakmak en akıllıcası. Alkolü çok yüklenirsem, arabayı oralarda bırakmak istemedim. Kot pantolonumu geçirdim üstüme, bir de kazak, tamamdı işte.
Evden çıkmam gerekiyordu, bense hâlâ oyalanıyordum. Çabucak giyinmeye başladım, aynaya baktım, gayet iyi görünüyordum. 35 yaşında bir adamdan çok, 25-26 yaşlarındaki bir genç gibiydim. Yağmur hep "Bodur tavuk her daim piliçtir" derdi. Bir biçimde tebessüm etmemi başırırdı. Bazen bir söz, bazen bir bakış, bazen de avuçlarının içindeki elleri…

Duvarda asılı anahtarları aldım, kapıyı çekip, kilitledim. Bu saatte işin gücün yoksa taksi ara. Yürümeye başladım, bir yandan boş taksi bakınıyordum. Hava kararmaya başlamıştı, taksilerin içinde birilerinin olup olmadığını sezemiyordum. Dolmuşların olduğu durağa kadar yürümek en akıllıca şeydi, zaten az bir mesafeydi.
Adımlarımı hızlandırdım, geç kalacaktım, tam istediğim gibi. Labirent gibi bir yol seçmişim, bir sağa, bir sola, tekrar sola döndüm, sonra yeniden sağa. Sarı dolmuşların önündeki kuyruk neredeyse sokağın başına kadar geliyordu. Cuma akşamı ya, herkes dışarı çıkmasa olmaz.
Ertesi gün anlatacak hikâyeleri olacak. Kimi sevgilisinin koluna sarılmış, kimi tek başına bekliyor. Dolmuşçuları idare eden kahyanın yanına gittim.
"Hani şu taksilerden yok mu?"
"Abim iki kişi bekliyorlar, bak hemen şu sokağın içinde bekliyor."
"Eyvallah, sağolasın."

Karşı sokağa girdim, taksi bekliyordu. Hemen ardımdan biri daha yürüyordu. İkimiz de aynı anda karşılıklı kapılardan bindik taksiye. Belli ki, Taksim’e kadar ortada oturmak istemiyordu benim gibi.
"Ne kadar?"
"6 TL, ablacığım."
"Neredeyse iki katıymış."
"Beklerdin ama en az yarım saat" diye sert bir ses tonuyla, hemen yanındaki koltukta outran kadına çıkışınca dayanamadım.

"Birader, ne zaman taksiye binsem, müşteri azarlıyorsunuz. Her önünüze geleni azarlama hakkını kimden alıyorsunuz?"
Suratı kızardı, beklemiyordu.
"Yok be güzel abim. Kötü anlamda söylemedim. Biz de bütün gün direksiyon sallıyoruz. Haliyle sinirlerimiz harap oluyor."
"İyi o zaman, demek bana öyle geldi."

Cüzdanımı çıkarttım cebimden. En büyük paraya baktım, 200 lira vardı. 'Bokunu çıkartmayayım bari' deyip, 100 lirayı uzattım. Tam piç tipli biriydi.
"Yok mu bozuğun be abi?"
Vardı ama bir kez sinir olmuştum, "Yok" dedim sertçe. Sesini çıkartmadı. Bozuk parası vardı, biliyordum. Neredeyse hepsi aynı şeyi yapıyordu.

Berbat bir şarkı çalıyordu radyoda. Kabanımın iç cebindeki müzik çaları çıkarttım, kulaklıkları taktım, çalan The Doors’tan The Crystal Ship’ti. O iğrenç şarkıdan sonra bir nevi rehabilitasyon olmuştu, zihnime. Tahmin ettiğim gibi Cuma trafiği, insanı canından bezdirmeye yetiyordu.
Ağır ağır ilerliyorduk, üstelik şoför, ara sokaklara dalıp, yolu kısaltıyordu. Sahil yoluna çıktık, balık tutanlara takıldı gözlerim. Üstünden ne çok geçmişti, balığa çıkmayalı. 'Mutlaka yapılmalı' listesine eklenen bir şey daha olmuştu. Yenikapı’ya kadar sorunsuz gelmiştik ama ard arda dizilmiş trafik lambaları yüzünden sürekli duruyorduk. Ağır ağır ilerleyerek, Unkapanı Köprüsü’ne gelmiştik. 'En iyisi Tepebaşı’nda inip, yürümek' diye düşündüm. Beklediğimden hızlı gelmiştik.
"Uygun bir yerde inebilir miyim?"
"Tabii ki!"

İçinden ana-avrat-sülale geçen kelimelerle bezenmiş, küfürleri yağdırdığını o kadar iyi biliyordum ki.
"Buyrun! Müsait yer."
Tepebaşı’na gelmeden merdivenlerin başında indim. Genelde yavaş tempoyla yürüyemezdim ama bu kez istemli bir biçimde hem adımlarımı kısalttım hem de ağırlaştırdım. Umarım, gereksiz konuların öznesi olmazdım akşam boyunca. Üstelik sulu, yılık muhabbetleri de çekemezdim. Kalabalık ara sokaklardan itibaren başlamıştı.
İnsanlar birbirine çarpa çarpa, kimse kimseye yol vermeden, karşıdan gelen var mı, yok mu düşünmeden yürüyordu. Böylesi anlarda, üzerime üzerime yüreyen birinin suratının ortasına patlatmayı, istemiştim hep. En azından biri için ders olurdu. Hoş, dayak yeme ihtimalim de vardı, fena olmazdı, sağlam bir dayak yemek. İkisi de aynı yola çıkıyor benim için.

Nevizade’ye yürürken, Yağmur’la İstiklal Caddesi’ni ne çok adımladığımızı, ne kadar vakit geçirdiğimizi düşündüm. Okuldan çıkıp, gelirdik. Bazı zamanlardaysa okula bile gitmeden, sabahtan akşama kadar sürterdik. Yağmur en çok karda yürümeyi severdi. Hele lapa lapa yağdığı zaman, tutmak mümkün değildi. Eldivenleri paylaşırdık, birini o takardı, diğeriniyse ben. Çıplak ellerimizi sıkıca kavuştururduk.
Hep solundan yürürdüm. En büyük takıntılarımdan biri bu. Birlikte yürüdüğüm insanların birinin bile solumda olmasına katlanamazdım. Yağmur yemyeşil gözlerini bana dikip, küçük bir kedi yavrusu bakarak, "Lütfennnn Barış, lütfen. Bir kez olsun ben oradan yürüyeyim" dediğinde, "Vallahi duvara çıkarım yine de solumdan yürümene izin vermem" yanıtını verirdim.
"Keşke yanımda olsaydın da, hep solumdan yürüseydin. Seni 5 dakikalığına görmek için ömrümün tamamını vermeye hazırım."

ADI KONULMAMIŞ SONU OLMAYAN HİKAYELER

ADI KONULMAMIŞ SONU OLMAYAN HİKAYELER -2-