30 Temmuz 2011

Hiç olmazsa... -son-

Koşarak uzaklaştı Ali mahalleden, her şeyi geride bıraktığının farkındaydı. Kafasından binlerce düşünce geçiyordu, her biri diğerini öteliyordu. Bacaklarında derman kalmayana dek koştu, durmaksızın.

Nasıl yapabilmişti bunu, kendisi de bir anlam veremiyordu. Senelerdir annesinin gözü önünde yediği dayaklar, vücudundaki izler, gizli gizli ağlamaları, kardeşlerinin yediği tokatlar.

Çok gece yataktan uyandırırdı babası, içki masasının başına oturtup, sudan sebeplerle döverdi Ali'yi. Bazen saçını taraması, bazen para verememesi, bazen hiçbir neden olmadan.

Hatırladığı bir sahne gözünün önünden gitmiyordu. Anasının mutfakta ağzı yüzü kanla dolmuş, çocuklarını siper ettiği o gün.

Ali bir köşede durdu. Nefes nefese kalmış, elleri dizlerinde, gözlerinde yaşlarla, kardeşlerine, anasına kim bakacak diye düşünüyordu. "Ne yaptım ben, ne yaptım?" diye hayıflanıyordu. Mehtap'ın yanında olmak, teslim olmadan önce, onunla konuşmak, ellerini tutmak istiyordu.

İlk gördüğü andan beri ona aşıktı, "Bekler miydi acaba?", bunu söyleyebilir miydi?

Cebinde 5 kuruş parası yoktu, akşama kadar zamanı nasıl geçireceğini bilemedi. Köprü üstüne gitmeye karar verdi, çabucak vazgeçti. Yarından sonra bu sokaklarda yürüyemeyecek, kafasını kaldırdığı zaman gördüğü güneş tenini ısıtamayacaktı. Yürümeye başladı, ayaklarının götürdüğü yere kadar yürüdü. Bir ağacın dibine çöktü, gözyaşları birbiri ardı sıra iniyordu aşağıya. Üstündeki tişörtün koluyla burnunu sildi, oradan geçenler ona bakıyordu.

Yorgunluktan uyumuştu, hemen yoldan geçen birine saati sordu, "16.25" yanıtını alınca, otobüs durağına doğru hareket etti.

Akşam olmuştu, hava kararmaya başlamıştı ama Mehtap gelmemişti. Meraklandı ama ne yapabilirdi ki? Ne evini biliyordu, ne telefon vardı, ne de ona ulaşabilecek başka bir şey. Sabaha kadar beklemek zorundaydı, midesi kazınmaya başladı. Bütün gün, kursağından bir lokma bile girmedi.

Açık bir lokanta aramaya koyuldu, yarın verirdi parasını. Sahi verebilir miydi, o kadar zamanı olacak mıydı Ali'nin? Ara sokaklara girdi, bir esnaf lokantası bulurum umuduyla, hepsi kapanmıştı. Kimseyi yoldan çevirip para isteyecek hali de yoktu, iyi de nereye giderdi bu saatte?

Yeniden ana caddeye çıktı, döner bir sağa bakındı, bir sola. Az ileride sandalyeleri dışarıda bir yer vardı. Utana, sıkıla girdi içeriye, kasada bekleyen adamla konuşmaya karar verdi.

- Usta, bir şey diyeyim mi?
- Söyle.
- Cebimde para yok da, bir şeyler yesem yarın parasını getirsem olur mu?
- Siktir git lan, aç mı doyuruyoruz burada.

Beyaz önlüklü, saçlarını simsiyah boyatmış adam ayağa kalkdı, Ali'nin omuzundan tuttu, gömleği eline gelmişti, çekiştire çekiştire lokantadan dışarı attı, bir yandan da ağzına geleni söylüyordu. Açlık suçmuş gibi utandı Ali, bir şey diyemedi.

Daha da beter acıkmıştı, bir pastaneye girdi, "Bozulmuş ya da atacağınız yiyecek varsa alabilirim" dedi. Buradan da küfürlerle kovulmuştu. Açlıktan tansiyonu düşüyor, yürüyemez hale gelmişti. Bir fırına girdi, "Ekmek var mı be ağabey? Hani şu kuşlara verdiğiniz bayat ekmeklerden de olur, açım." Eline artık taşlaşmış iki ekmek tutuşturdular, ısıramadı bile. Kırdı ekmeği, dişlerini geçirdi, yiyebildiğini yedi ama açlığına çare olmadı. Yeniden otobüs durağına gitmeye karar verdi, sabahı beklemek için.

Ali'yi sertçe dürttüler. Uykulu gözlerle kafasını kaldırıp, iki polisi görünce eli ayağına dolaştı.

- Kalk lan! Senin evin yok mu?
- Yok ağabey. Şey yani, olmaz olur mu var tabii.
- Ne işin var lan o zaman burada? Çıkart kimliğini.

Ali bir iki yokladı, neyse ki cebinden hiç çıkartmazdı. "Buyur ağabey" diyerek, uzattı. Polisler ceplerinden çıkarttığı, alete bir şeyler yazdılar, bir süre bekledikten sonra, "Bir daha görmeyeyim seni, toz ol" dediler.

Tam o sırada, polislerden biri Ali'nin gömleğindeki kan lekelerini gördü.

- Ne lan bu? Adam mı kestin?
- Yok ağabey, komşunun kızı kolunu kesmiş onu hastaneye götürdük. Ondan gelmiş olacak.

Ali bile söylediği yalana şaşırdı ama hiç duraksamadan söylemişti. O yüzden polisler üstünde durmadı. "Siktir git lan!"

Trafik ışıklarından hızla karşıya geçti, minik arabasının camları buğulanmış poğaça satan adamla göz göze geldi. Dün akşamdan sonra kimseden bir şey istemeye niyeti yoktu, gözlerini kaçırdı.

- Delikanlı, bak buraya.
- Buyur dayı.
- Aç mısın?
- Yok dayı, sağol aç değilim.
- Gel hele gel. Açlığın gururu olmaz, gel yanıma.

Mahçup bir ifadeyle adamın yanına gitti.

- Seni açlıktan öldürecek değilim ya. Yiyeğin iki poğaçayla da ben batmam, ne diye gurur yapıyorsun anlamadım. Zeytinli var, peynirli var, patatesli var. Hangisinden istiyorsan söyle.
- Dayı sen hanginden istiyorsan, ondan ver. Fark etmez bana.
- Tut o zaman peynirli güzeldir. Öyle kireç gibi peynir koymam içine. Yengenin memleketinden gelir.

Ali peçeteye sarılmış poğaçayı öylesine hızlı yedi ki, neredeyse iki lokmada bitivermişti. Bir tane daha uzattı, çocukça bir sevinçle "Peynirli mi?" diye sordu Ali. "Hee peynirlidir."

Ali poğaçasını yerken, adam tezgahın altından bir de meyve suyu uzattı. "Dayı nasıl öderim borcumu bilmiyorum. Dünden beri açım. Birkaç kişiden istedim 'siktir' çektiler. Nasıl insanlar bunlar dayı?"

Gözleri yaşlandı ama kendisini tutmayı becerdi. Yaşlı adam, saçlarını okşadı, "Sen onlar gibi olma evlat. Borcunu ödemiş olursun."

Bir-iki derken, Ali 5 poğaça ile iki de meyve suyunu indirmişti mideye.

- Vereyim mi başka?
- Yok be dayı batırdım seni zaten.
- Lan keraneci, birkaç poğaçayla zengin mi olacaktım, istiyorsan söyle.
- Vallaha doydum, saati öğrensem başka bir şey istemem.
- 8'e geliyor.
- Dayı birini bekleyecektim, burada dursam olur mu?
- Olur ya, neden olmasın. Hem çıraklık yaparsın.

Mehtap'ı beklerken, kısa süreli çıraklığına başladı. Saat yaklaştıkça, Ali gerçek dünyaya dönmeye başlamıştı. Bir süreliğine unuttuğu her şey yeniden beyninde belirivermişti. "Bekle" demek istiyordu ama nasıl beklerdi ki, daha sadece iki kez gördüğü biri bunu nasıl karşılardı hiç bilmiyordu.

- Evlat, ben aşağıya iniyorum, gelmek istersen, sorma.
- Dayı isterdim ama gelemem. Dedim ya birini bekliyorum diye.
- Madem öyle, ben her sabah buradayım. Ne zaman istersen uğra.

"Ne zaman isterse uğra." Uğrayamayacağını bile bile "Peki" dedi.

El sıkıştılar, poğaçacı "Unutmadan, benim adım Ali, seninkisi ne?" diye sorunca Ali "Dayı, adaş çıktık" dedi büyük bir mutlulukla.

Mehtap neredeyse gelirdi, gölge bir yere çöküverdi hemen. Söyleyeceklerini kafasında ölçüp biçti. Kelimeleri sıralayıverdi içinden. Yok, böylesi gerçek olmazdı. O sevdasına, hazırlanmış, ezbere alınmış kelimelerle değil, içinden geldiği gibi, tartmadan söylemeliydi. Kafasını eğmiş beklerken, bir anda gözleri karardı.

- Bil bakalım ben kimim?
- Mehtap, sensin. Sensin, sensin.
- Başka kim olacaktı, tabii ki benim. Bugün öğlen gideceğim işe, hadi gel denizin oraya gidelim.
- Yok gitmeyelim, oturup konuşalım, olmaz mı öyle?
- Olurrrr, niye olmasın.
- Dünkü çay bahçesine gidelim.

Ali bir süre düşündü, fukaralığın gözü kör olsun, cebinde yine parası yoktu. Üstelik bu kez beş parası yoktu.

- Maaşımı dün aldım. Para filan dert etme. Zaten azıcık tutuyor, iki çay içeriz.
- Eve gitmedim dün, işe de çıkmadım, o yüzden hiç param yok.
- Aaaaaa, sandığın yok yanında.

Mehtap, büyük bir şaşkınlıkla söylemişti. Kısa sürede bile, Ali'yle sandığını özdeşleştirmişti.

- Yok ya, bunu anlatacağım zaten.
- Çok merak ettim, anlat hadi.

Ali hiç düşünmeden, pat diye "Babamı öldürdüm" dedi. Mehtap olduğu yerde kaldı, ağzından tek kelime bile çıkmıyordu.

- Ali şaka mı bu?
- Yok değil.
- Ne demek 'babamı öldürdüm', nasıl ya? Yürü hadi şu parka girelim.

Çay bahçesinin yanındaki parka oturdular. İkisi de bir şey söylemiyordu. Mehtap, Ali'nin konuşmasını bekler gibiydi. Ali yerden aldığı kurumuş yaprakla oynamaya başladı. İkiye böler gibi kırdı. Gözleri sadece bir noktaya bakıyordu şuursuzca.

- Evet anlatmayacak mısın?
- Ne anlatayım ki, babamın boğazını kestim, kaçtım evden. Seninle buluşmayı bekledim, eve gideceğim anama, kardeşlerime sarılacağım. Sonra polise teslim olacağım.
- Ali bunu nasıl yaparsın? Sen katil olacak biri değilsin.
- Değilim ya, insan kendini kaybediyor. Kendimi bildim bileli dayak yedim babamdan, anam dayak yedi, kardeşlerim dayak yedi.

Pantolunun paçasını sıyırdı, "Bak şu izi görüyor musun, kızgın soba maşasını yapıştırdı ayağıma. Üstelik 9 yaşındaydım, bardak kırdım diye."

Mehtap'ın gözleri buğulandı, Ali'nin elini tutup, öpüverdi. "Niye be Ali, niye?" diye ağlamaya başladı. Sarıldılar birbirlerine. Ali, Mehtap'ın saçlarını kokluyordu, bir ömür boyu hafızasında tutmak için. Mehtap hıçkırıklara boğuldu.

- Mehtap, bir şey soracağım ama iyi düşün.
- Sor.
- Kaç yıl yatarım bilmiyorum bekler misin beni?

Mehtap gözlerini kocaman açtı, eliyle gözyaşlarını sildi, "Bekleyemem Ali" diye yanıtladı.

- Niye beklemezsin?
- Kaç yıl yatacaksın? 3 yıl mı, 10 yıl mı? Babam, ağabeyim o kadar yıl evlenmeden oturmama izin verir mi sanıyorsun? Zaten şimdiden 'köyden birini bulalım' deyip duruyorlar. O kadar sene geçer mi sanıyorsun? Hem birbirimizi tanımıyoruz bile. Şimdi 'beklerim' desem, gerçek olur mu?
- Olsun sen yeter ki de, umut olsun, orada yatabilmek için güç olsun bana.

Mehtap elini çekiverdi, "Ali bana evinin adresini yaz? Annene giderim, yerini öğrenir belki gelirim ama sana söz veremem" diye yanıtladı.

Ali adresi söylerken, çantasından kâğıt kalem çıkarttı. Adresi yazarken, Mehtap'ın gözlerinin içine bakıp, "Beklerim" demesini bekliyordu.

Ayağa kalktılar, ikisi de bir şey söylemeden birbirlerine baktılar. Bu kez Ali sarıldı sımsıkı, ayrılmamacasına, Mehtap'ın kulağına "Hiç olmazsa, beni sevdiğini söyle. Daha önce kimse söylemedi Yalansa da söyle" dedi.

- Üzgünüm Ali, sana yalan söyleyemem. Olabilirdi ama olmadı işte.
- Söyle be Mehtap söyle.
- Ben annene uğrayacağım, nerede kalıyorsan gelip ziyaret edeceğim.

Mehtap bir adım geriye çekildi. Ali kendine engel olmaya çalıştıkça, daha bir koyvermişti gözyaşları. "Hoşçakal Ali" dedikten sonra arkasına bile bakmadan kaçarcasına uzaklaştı.

Ali olduğu yerde, bir heykel gibi kalakaldı. Dudaklarından yine "Hiç olmazsa ayrılırken, beni sevdiğini söyle" cümlesi döküldü.

Eve yaklaşmıştı, 100 metre ya vardı ya yoktu. Tuğlaları sökülmüş, boyası dökülmüş gecekonduları görünmüştü işte. Adımlarını gitgide ağırlaştırdı. Tahta kapının demir kolunu çekti ve bahçeden içeri girdi. Kapıyı tıklattı, anası açtı, sarıldılar.

Anasının gözleri kıpkırmızıydı, "Kuzummmm, yavrummm gelme dedim sana. Ne diye gelirsin, git kaç yavrum, başka yere" derken, Ali'yi sıkı sıkıya sardı. Yemenisi omuzlarına düşmüştü.

- Ana polise gittiniz mi?
- Yok kuzum, banyoda baban. Alimmm girme mapuslara. Kardeşlerine kim bakar, nasıl yaparız. 'Ben yaptım' diyeyim, olmaz mı? Bütün gece düşündüm, en iyisi bu.
- Olmaz ana!

Ali öylesine bağırmıştı ki, kardeşleri çıktı odadan. Üçü de birbirlerinin elini tutmuştu. Kalktı yerinden, onlara da sarıldı, tıpkı Mehtap'a yaptığı gibi saçlarından kokladı. Önce Ayşe'yi öptü boynundan, sonra Nihal'le Nihan'ı.

- Hadi kuzum, dinle beni, yapma, etme böyle.
- Ana elimi yüzümü yıkayayım, üstüme temiz bir şeyler ver, polise gidiyorum.

Annesi, elini tutmayı çabaladısa da başaramadı, Ali çekti elini. Banyoya girdi, babası üstünde bir çuval örtülmüş biçimde yatıyordu. Çuvalı kaldırdı, babasının yüzüne baktı, yüzüne tükürdü.

Lavoboda yüzünü yıkadı, kendisinden iğrenircesine aynaya baktı, bu kez aynaya tükürdü. Aynanın önündeki jileti eline aldı, uçlarını kırdı özenle, jilet çıplak kalana kadar.
Dirseğinin iç tarafından sol bileğine kadar jileti batıra batıra soktu. Aynı yerden bir daha soktu, bu kez aşağıdan yukarıya doğru. Banyo bir anda kanlar içinde kaldı. Ali'nin gözleri kapanır gibi oldu, jileti sol eline aldı, aynısını diğer koluna yaptı, yere yığıldı, gözleri kapandı.

Annesi banyoya girdiği anda çığlıklar attı, avazı çıktığı kadar bağırıyordu, çocuklar içine girmesin diye kapattı kapıyı. Hem ağlıyor, hem bağırıyordu, Ali'ye sarıldı, yüzü gözü kanlar içinde kalmıştı onun da.

Ertesi gün Mehtap, yazdığı adrese geldi, evin içinde beyaz çarşafa sarılı iki kişi vardı, Ali'nin annesine "Arkadaşıyım. Hangisi Ali?" diye sordu.

Yatak odasına girdi, kefeni kaldırdı, eğildi, Ali'nin dudaklarını öptü, kulağına fısıldadı; "Seni seviyorum..."

Kimseye bir şey söylemeden koşarak çıktı evden...

Bu hayatın tam ortasından amına koyayım


HİÇ OLMAZSA

HİÇ OLMAZSA 2

HİÇ OLMAZSA 3

HİÇ OLMAZSA 4

Kiraz çekirdekleri

Google gazeteciliği ya da google yazarlığı diye bir durum söz konusu oldu. Birtakım gerizekâlılar, yazmaya çabaladıkları konular hakkında bilgi sahibi olmadan yazmaya çalıştığı için, 'pat' diye bilgisayar başına geçip, arama motorundan bilgi sahibi olmaya çabalıyorlar.

Oysa ki, internet aslında kendisini çokça yalanlayan bir mecradır. Aradığınız bilginin ne derece doğru olduğunu bilmek için, bunu mutlaka olumlatmak zorundasınız.

Bu 'prezervatif kaçkınları'nı televizyonda yakalarsanız minimum 3 kez dinleyin. Konu her ne olursa olsun, aynı cümleler, aynı bilgiler ve aynı argümanlarla konuşuyorlar.

Neredeyse her hafta bunlardan birinin göt olduğuna şahit oluyoruz. Biri yalan haber yapıyor, diğerinin makalesi çalantı çıkıyor, bir diğeri var olmayan bilgiler üstünden haber yapıyor.

Bir gram onuru olan adam, şu rezaletten biriyle karşılaşsa, bir daha ülke sınırları içinde dolaşamaz ama bu herifler, hiçbir şey yokmuş gibi yine televizyona çıkıyor, insanlara ahkam kesiyor.

Türkiye'ye reva görülen yeni gazeteci tiplemeleri bunlardır. Pişkin, yüzsüz, ahlâksız, onursuz, şeref yoksunu bu insan türüne çok benzeyen canlılar, "demokrasi, sivil irade, özgürlük" gibi ifadeleri ağızlarından düşürmeyip, tıpkı siyasi iktidar gibi bunları sadece kendileri için istemekte.

Bunlar aslen tetikçi görevi üstlenip, gençler arasında vücut bulmaya çalışıyor. Biraz sol jargon, çokça liberal söylemle siyasi erkin payendeliğini yapan bu kaygan çocuklar, internet olmasa bugün yoktular.

Bunların beslenme çantasına, yarın başkaları bir şeyler koymaya başlasın, 10 derecelik dönüşler yapmaya başlarlar.

Farkında olmadıkları tek şey, bugün kendilerini besleyenler, yarın bu asalakları kiraz çekirdeği gibi tüküp atacak. Bu süreci hep birlikte yaşayacağız. O zaman kuyruğuna basılmış sırtlan gibi ciyaklamaya başlayacaklar.

Köşe yazısı kaleme alırken, hırsızlık yapmak (bunun da adı intihal oldu, bildiğin hırsızlık a.k) ise bambaşka bir durum. Herifin beyin o kadar boş ki, rutin yazması gereken bir konu hakkında yazamıyor bile. Üstüne bilgi de olmayınca, internetten arayıp, tarayıp bir şeyler bulup, kelimelerin yerini değiştir ve köşe yazısı diye milletin önüne sun.

Her türlü onursuzluğa, şerefsizliğe rağmen, cepler dolduğu ve toplumda itibar -görece- gördükleri için keyifler yerinde. Yarın gelir, yarın olur, yarından kaçış yok.

"Demokrasi, özgürlük" diye bas bas bağıracaklar ama yalancı çoban örneğinde olduğu kimi, kimse kafasını geriye çevirip bakmayacak bile bu sersem sikten çıkan kaza kurşunlarına...