15 Ağustos 2010

Devletin cinayet savunması


Türk Hükümeti'nin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin "Hrant Dink cinayetini niye önlemediniz?" sorusuna yaptığı savunma, "Dink Türklüğü aşağıladı, nefret söyleminde bulundu. Bu tür yazılar halkı tahrik eder, kamu suçu oluşturur" şeklindeymiş.

Uğur Mumcu cinayetini soruşturan polisin Güldal Mumcu'ya sorusu ise "Güldal Hanım, acaba Uğur Bey aşk cinayetine kurban gitmiş olabilir mi?"

Devlet tüzel bir kavram. Elbette kendisini yönetenlerle vücut buluyor. Kendisine vücut verenler, bir avuç azınlıktan oluştuğu için ve bu bir avuç azınlık her biçimde kendi sürdürülebilirliğinin peşinde olduğu için böylesi durumlarla karşılaşmak mümkün oluyor.

Fakat bu ülkede faili meçhul ve faili belli cinayetlerin devlet tarafından korunması, haklı çıkartılması, savunulması artık sıradan olmaya başladı. Hele ki, 'tahrik' savunması. Sivas'ta insanları cayır cayır yakıp; zafer nidaları atanlar; vücudunda Allah dövmesi olan eşcinsel bir barmeni öldürenler; Marmaris'te, Alanya'da v.s. v.s. turistlere tecavüz edenler, Kürtlere yönelik linç girişimleri yapanlar; devrimci-demokrat öğrencilere saldıranlar, ülkenin aydın insanlarını öldürenler ve bu listeyi neredeyse sayfalarca doldurabilecek kadar yazılabilecek her türden şiddet unsurunun tek savunması tahrik.

Üstelik bu savunmayı artık devlet de yapıyor. Kendi vatandaşı bir gazetecinin cinayetini, 'Türklüğü aşağıladığı için öldürüldü' mealinde, hangi aptalın kaleminden çıktığı dahi belli olmayan bir biçimde, AİHM'e savunma yapıyor.

Devletin bu ülkede toplu cinayetler işlediğini emekli generaller bile televizyonlara çıkarak anlatıyor. Kıçı başı güzel diye oy verilen kadın başbakanın sözlerini hatırlarsak zaten devletin cinayet işlediğini ve işlenen cinayetleri savunduğu aklımıza gelecektir. Ne demişti kendisi, "Devlet için kurşun atan da yiyen de şereflidir."

Bir savunma ve bir cümle, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin siyasi iktidar gözetmeksizin, kendisine tehdit oluşturacak her türden insanı nasıl bertaraf ettiğinin aleni göstergesi konumundadır.

Referandum üstünden sürdürülen Evet-Hayır kavgasının, iki kutuplu dünya anlayışının Türkiye uyarlamasının sadece günümüz yorumu olduğunu görmemek için aptal olmak gerekir. O kadar çok farklı türevlerini gördük ki; Müslüman-laik, sağ-sol, Alevi-Sünni, Türk-Kürt, v.s. v.s. Hepsi ne kadar da suni ve içi boş. Çok değil oturup birkaç dakika bile düşününce, birçoğunuza aptalca gelecek. Misket oynadığım Selçuk'un Kürt oluşu, birlikte okul kırdığım Cengiz'in Alevi olması, hayatımda en çok güldüğüm adamlardan Ahmet'in sağcı olması, insan olarak acayip sevdiğim, karıncayı bile incitmeyecek Ali Dayım'ın koyu bir Müslüman olması, yaşadığım hangi anı etkiledi? Hepimizin böylesi hikâyeleri yok mu?

İktidarlar ona boyun eğmek zorunda bırakılanlar kadar ona dahil olanları da yozlaştırır. Dünya siyasal tarihine göz gezdirin (aslında göz gezdirmekten daha fazlasını yapın), hangi siyasal iktidar bir süre sonra bir avuç elitist haline gelmemiştir ki?

En yakın örnek Türkiye'nin son 7 yılı. Dün gecekondularda yaşayanlar, bugün artık İstanbul'da kendileri için kurulmuş, kendi zenginliklerini yaşadıkları villalarda yaşıyorlar. Daha önce kendilerinden 'mahrum' bırakılan her türden zenginliği dibine kadar yaşıyorlar. Bunu sadece bugünün iktidarı için söylemiyorum ya da belirli bir ideolojiyi hedef alarak yazmıyorum.

Ekim 17' Bolşevik İhtilali'yle kurulan SSCB'ye baktığınız zaman da görebilirsiniz, her sistemin kendi bir avuç elit zenginini yaratıp, halk üstünde kurduğu baskıyı. (Muhtemelen bu cümlelere itiraz gelecektir. Bunun en tipik örneği "Orada başarısız bir biçimde uygulandı" savıyla gelmeyin ama)

Kültür Devrimi ile başlayan, bugün dünyanın en büyük ekonomik gücü ve dünyayı küresel bir pazara çeviren, yeni dünyanın en büyük sömürgecilerinden Çin'e bakın ya da. Türkiye'de Kürtlere, aydınlara, azınlıklara uygulanan baskılar Uygur Türkleri'ne Tibet'teki Budistlere uygulanmıyor mu?

Sorunun sistem değil, kavram olarak devlet olduğunu görmek gerekir. Evet, kabul ediyorum ki, anarşist bir bakış açısı ancak kendi penceremden baktığımda haklı bir bakış açısı olarak görüyorum.

Yoksa mezarlardan çıkan kemikleri, aydınlara karşı girişilen aslında faili belli ama sözüm ona faili meçhul cinayetleri, toplu katliamları savunmanın iktidardan iktidara değişim göstereceğine inanmak safdillekten başka bir şey değil.

Her şeyi halk adına yaptığını savunan, halka rağmen olmaz diyen siyasi iktidarın Hrant Dink cinayeti karşısında AİHM'e yaptığı savunma, benim lügatımda karşılığı 'aşağılık' kelimesi. Aslında 'yavşakça' diyeceğim ama sağolsun Fazıl Say, bu kelimeyi benden kopartıp aldı. -Bu da ayrı yazı konusudur-

Uğur Mumcu'nun eşine sorulan soru ise kuvvetle muhtemel, "Her türlü olasılığı değerlendirdik, o yüzden sormak zorundaydık" olacaktır.

Yazıyı ben değil Bakunin bitirsin.

"En demokratiğinden en baskıcısına kadar hiçbir devlet halka ihtiyacı olan şeyi veremez: Bu şey halkın aşağıdan yukarıya doğru, her türlü müdahale ve vekâletten bağımsız öz örgütlenmesidir. Marx'ın sahte halk devlet tasarısı da dahil bütün devletçi sistemler, halkın halk adına düşünen, halka rağmen davranan bir grup eğitimli ve ayrıcalılıklı azınlık tarafından yönetilmesinden başka bir şey değildir"

Başlık bulamadım


Önce müjdeli haberi vereyim. Döndüm. Ne kadar müjde barındırıyorsa içinde. Sonrasında kötü habere gelelim. Yenilmişiz. Eve geldim, maçın özetlerine bile bakmadım.

Bu yılın sancılı olacağı daha Temmuz ayından itibaren belliydi zaten. Galatasaray'a gönül vermiş aklı başında her taraftar zaten bunu bekliyordu. Transfer yapılmadığından ötürü söylemiyorum bunları, sakın yanlış anlamasın kimse. Bir kaos döngüsünde yönetiliyor Galatasaray birkaç yıldan bu yana. "Yaşlı, sakat" denerek gönderilmeye çalışılan daha sonra "Biz bu yıl 3 transfer yaptık. Kimse Kewell'ı transfer diye saymıyor ama 3 oyuncu aldık" açıklaması, senelerden bu yana kangren haline dönmüş Sağlık Kurulu'nun apar topar yenilenmesi bile, bu kaotik ortamın ve seyirciye şirin görünmenin çabalarından başka bir şey değildir.

Hayır, ilginç olan insanların çocuk gibi oyalanması. Galatasaray Kupübü'nün başkanı Dünya Kupası'ndan önce gazetelere çarşaf çarşaf açıklama yapıp, "Dünya Kupası'nda oyuncu izliyoruz, transferi ona göre yapacağız" deyip, ligin başladığı ilk hafta halen transfer yapamamışsa, taraftarı istemiyor diye almayı düşündükleri adamdan vazgeçiyorsa, o kulüpten hayır gelmez.

Çok daha önceleri fikrimi beyan etmiştim, Adnan Polat ne yazık ki, başkanlık işini kıvıramamıştır ve devam etmesi Galatasaray için zaman kaybından başka bir şey değildir.

Taraftar konusuna girmiyorum bile. Artık bambaşka bir nesile sahibiz.

Beni yormayın daha fazla. Yoldan geldim, anlayış sahibi olun lütfen. Sözün özünü bünyeyi daha fazla hırpalamadan söyleyeyim. Sezon ortasına doğru ne Rijkaard kalır, ne de var olan yönetim. Galatasaray, olağanüstü günlere gebedir. Haa, ama bakın görün, hafta arası transferler nasıl yapılacak. Çünkü vıcık vıcık popülizm kokan bir yönetim sahibiyiz. Taraftarın ağzına emziği verirler hafta arası herkes bloglarda methiyeler düzer, ehh biraz akıllısı "Niye bu işi Temmuz'da bitirmediniz" der, bir sonraki sendelemeye kadar herkes mutlu mesut yaşar.

Aslında beynime sıçayım, masanın başına geçip şu aptal yazıyı yazdığım için. Bu ülkede 40 lira kazanmak için hamallık yapan Ahmet Fazlı Elçi'yi konuşmak gerekirken, ne yazıyorum. Çocukluk-gençlik arası Yeşildirek'te hamal Ahmet Amca ile yaptığımız bir muhabbetten bir alıntı ile bitireyim, "Ozanım, bu yükleri taşımak sorun değil, beynindeki dertleri, gönlündeki sorunları taşımak en beteridir."

Tekrar merhaba diyeyim, yarın görüşürüz...