28 Haziran 2010

Hollanda-Brezilya maçına erken bakış


Hollanda futbolunun yeri her futbolsever için ayrı olmuştur. Her büyük turnuvaya (1988 Avrupa Şampiyonası dışında) büyük umutlarla ve büyük beklentilerle gelirler, grup maçlarındaki futbolla taraflı tarafsız herkesi büyülerler. Ancak grup maçları sonrası tek ayaklı maçlar başladığı andan itibaren, tekleme emareleri kendini gösterir.

Hollanda'nın ikinci turda hesaplarını, Paraguay ya da İtalya'yı düşünerek yaptığı muhakkak. Fakat dünya kupaları tıpkı bugün olduğu gibi bambaşka defterlerin açıldığı karşılaşmalarla dolu.

Çok rahat geçebilecekleri Slovakya karşısında Stoch ve özellikle de Vittek'in karşı karşıya kaldıkları pozisyonlarda, 2010 Dünya Kupası'na damga vurabilecek bir sürpriz yaşayabilirlerdi. Olmaması direkt olarak tecrübeyle ilgiliydi. Rakip Slovakya değil de, çeyrek finaldeki Brezilya olsa ve Vittek ve Stoch yerine Fabiano ile Kaka'nın bu pozisyonlara girdiğini varsaysak, sonucun ne olacağını kestirmek az çok mümkün.

Robben, ilk turdaki sakatlığı sonrası tam performansla sahaya çıktığı Slovakya maçında, aslında dünya futbolunda biraz hakkı yenmiş bir adam olduğunu gösterdi.

Niye bilmiyorum, Robben'e hiç Messi muamelesi yapmadık ya da Ronaldo'ya gösterdiğimiz saygıyı göstermedik. Real Madrid'de bile istenmeyen adam oldu, bunun üstüne ne söylenebilir ki?

Oysa sahada yaptıkları, oynadığı takımlara etkisi tartışılmaz. Robben'i kendi kalibresindeki diğer yıldızlardan ayıran en belirgin özelliği, kendinden çok takımı için oynaması. Dripling yeteneği, 1'e 1'lerdeki etkinliği, sürati, ortaları, 26 yaşına gelmiş bu adamın, benzerlerinden hiçbir farkı olmadığını, hatta birçoğuna nazaran yetilerinin üstün olduğunu gösteriyor. Hep, hakkı yenmiş bir adam olduğunu düşündüm, hâlâ da aynı fikirdeyim.

Turnuva başlamadan önce "Favorim Hollanda" derken, iki ismi hedefe koymuştum Hollanda açısından. Biri Robben, diğeri ise Sneijder. Şu dört maç sonunda gördüm ki, belki Gullit ve Van Basten etkisinde değiller ama bir takımı şampiyon yapabilecek güçteler. Tabii, bu iki isme eklemlendirilecek oyuncular da mevcut. (Örn: Kuyt, De Jong, Van Bommel...)

Hollanda'nın bu Dünya Kupası'ndaki en temel eksiği, Van Nistelrooy tarzında bir adama sahip olmamaları. Ne yazık ki, Van Persie aynı etkiyi yapamıyor. Oyun stili olarak da, futbolcu tipi olarak da buna uygun değil. Klasik golcü tanımına uyan bir adamın, forvete oturtulması durumunda sanki daha başarılı olurmuş gibi hissediyorum ama bunların hepsi birer varsayım.

Çeyrek finalde önlerinde, bu kupada verecekleri en zor sınav var. Bu virajı geçtikleri taktirde, şampiyon olacakları düşüncem perçinlenecek. Aslında Brezilya için de benzer bir durum söz konusu. Bu kupada karşılaşacakları 31 takımın içinde kendilerine en ters gelebilecek rakiple karşılaşacaklar.

Brezilya'yı, Şili karşısında izledik. Akıl öyle menem bir şey ki, hiçbir şey yolunda gitmezken, bir anda onun sayesinde istediğinize ulaşabiliyorsunuz. 35 dakika boyunca, rakibin hata yapmasını bekleyen Brezilya'da Maicon, tam 34. dakikada orta yapacakken kafasını kaldırdı ve baktı. Pozisyonu biz göremedik ama TRT spikerine göre içeride 2 kişi vardı. Maicon şu kararı verdi ceza sahasına baktığında, "Şimdi orta yaparsam içeride 2 kişi var fakat topu rakibe çarptırıp kornere çıkartırırsam minimum 5 adamla ceza sahasında olacağız."


Belki şu yazıyı okuyan herkes "Oha birader amma yazdın" diyebilir ama pozisyonu tekrar izleyin. Yani o orta anını, Maicon'un bakışını ve topu bilinçli bir biçimde rakibine çarptırıp kornere çıkartırmasını. Kesinlikle böyle düşündüğüne eminim.

Evet işte, 90 dakikalık aksiyon içinde aklınızı kullandığınız bir an, kalan 55 dakikanın çorap söküğü olmasını sağlıyor.

Şimdi üste dönüp bakalım. Evet hem Hollanda hem de Brezilya, kendi açılarından bu kupada oynayacakları en zor takımla oynayacaklar. Brezilya, ilk kez topun sürekli kendinde kalmasını isteyen, sürekli ve şuursuzca değil (Bundan önceki turnuvalarda Hollanda'nın temel yıkılış sebebidir) bilinçli bir biçimde rakibinin üstüne giden, orta sahasını sağlam bir blokla koruyan; üstelik sadece kesici değil aynı zamanda topu oyuna sokmayı becerebilen bir orta sahayla karşı karşıya.

Açıkçası, Brezilya-Hollanda maçının genel olarak orta sahada kısır geçeceğini ve beklentilerin aksine çok zevkli ve kaliteli olmayacağını düşünüyorum. Benzer özellikler taşıyan iki takım oynayacak çünkü.

İki takımın defanslarını karşılaştırdığımızda kesin bir üstünlük var. Onun ismi de Maicon. Hiçbir turnuvada bu kadar baskın ve dominant bir kanat beki izlediğimi hatırlamıyorum. Oyunun skoruna her saniye etki edebilecek, rakibin sol kanadını canından bezdirebilecek, neredeyse her yaptığı orta isabetli olan bir adam.

Dunga kuvvetle muhtemeldir ki, kazanma planlarını 35'lik van Bronckhorst'a karşı kuracaktır. Bu, takımı açısından en doğru ve en akılcı taktik olacaktır.

Diğer tarafa gelince, Bert Van Marwijk eğer van Bronckhorst'u Maicon'la, kaderine razı bırakırsa, kendi açısından en yanlış tercihi yapmış olur.

Doğrusunu söylemek gerekirse, bu turnuvada kime gönül verdiysem, diğer tarafın kazanmasını izlemek zorunda kaldım, birkaç karşılaşma dışında. Hollanda-Brezilya maçında gönlümün kefesi açık ara Hollanda derken, aklımın kefesi ise Maicon etkisizleştirilebilirse (zor kelimeymiş ya da ben zorladım) Hollanda'nın kazanacağını söylüyor.

Şili ve Slovakya için mutlaka bir şeyler söylemek gerekir. Slovakya, kendi açısından çok parlak bir turnuva geçirdi. Sadece 3-2'lik İtalya maçı için bile, ülkede birkaç belgesel çekilebilir. Vittek bu turnuvada Slovakya forması değil de; Hollanda, Almanya forması giyse Salvatore Schillaci etkisi yaratabilirdi. Bu bakımdan 2010'un kazananlarından birinin Ankaragücü olduğunu söylemek mümkün. Stoch'a gelince, ciddi anlamda yetenekli olduğu su götürmez fakat asla ve asla şapkadan tavşan çıkartabilecek bir futbolcu değil. Fenerbahçe ve Galatasaray arasındaki kavganın son derece gereksiz olduğu, bu kupada görülmüştür.

Şili bu turnuvanın futbolsever açısından hemen herkesin gönlünü kazanmıştır. Futbola pozitif bakan, futbol oynamaya çalışan ve izleyeni pişman etmeyen bir takımdı. Ama onların da kaderi, son dünya kupalarında parlak futbol oynayan takımların başına geldiği gibi oldu ve ikinci turda elendiler. Yine de, kısır ve zevksiz geçen ilk turların en iyi takımlarından biriydiler ve bizleri heyecanlandırlar. Akılda kalmaları bile çok önemli...

Cruyff'la aynı fikirde olmak...


Johan Cruyff: Kupada şu ana kadar izlediğim en iyi takım Şili. Şili neredeyse tüm takımların yakaladığından daha fazla gol pozisyonu yakaladı.

Biz taraftarlara ekstra şeyler sunacak kalitedeydik. Hiç şampiyonluk kazanamamış olabiliriz, ama tüm dünya bizden bahsetti. Şimdi Şili bu rolü bizim elimizden aldı.

32 takımlı turnuvada tek şampiyon çıkacak. Turnuvayı kazanma şansınız bu kadar azken, en azından seyircilerin hoşuna gidecek şekilde futbol oynayabilirsiniz. Şili bunu yapıyor.

Hep birlikte kadayıf oluyoruz


Şahane iki maç kaçırdım ama bir o kadar şahane konser izledim. En son postta yazmıştım, "Megadeth ve Slayer'ı bekliyorum" demiştim.

Megadeth'in performansında ne yazık ki, ciddi bir ses sorunu vardı. Dave Mustaine'in sesini duymakta oldukça zorlandı insanlar. Anthrax ya da Slayer'da böyle bir sorun yoktu.

Slayer'de Tom Araya, formundan hiçbir şey kaybetmemiş. Dave Lombardo'nun davul soloları harikaydı. İngiltere-Almanya maçını kaçırmama zerre üzülmedim.

Ve Metallica. "İyi, Kötü, Çirkin" eşliğinde sahneye çıkan Metallica, neden Metallica olduğunu gösterir biçimde sahnede tek kelimeyle döktürdü. Hetfield, Big Four'a atıfta bulunarak, "Tarihi bir geceye tanık oluyoruz hep birlikte" diyerek, Big Four'un diğer gruplarının da gönlünü aldı.

Evet, Almanya-İngiltere maçını kaçırdım. 44 yıllık hesabın bir başka versiyonunu izleyemedim ama Hetfield'ın dediği gibi, tarihi bir anı orada yaşadım.

Bu arada, inat ettim saha içi bilet aldım ve izledim ama yaş geçmiş artık onu anladım. Bizim yaşlarımızda, tribünde konser izlemek gerekirmiş. Ben de, bu adamlarla birlikte kadayıf oluyorum...