28 Temmuz 2014

Sefo Deresi'nden Agop Amca'ya...



Bugün 28 Temmuz, bugün bayram. Şeker de yiyemeyen Hossam Abdul'un, Shadi Abu Harbied'in, Iman Khalil Ammar'ın, Sefo Deresi'nde kurşuna dizilenlerin kutlayamayanların bayramı.

Bu dünyada ve ülkede bayramlarla matemler iç içe geçmiş yaşanıyor. Kimilerinin bayram olarak kutladığı bir gün, kimilerinin acısını en derinden yaşadığı gün.

Sefo Deresi'ni hiç duydunuz mu? 33 kurşunla öldürülen 33 kişiyi. Elleri arkadan bağlanarak, diz çöktürülerek, bir kurşunu bile harcamadan, 33 Kürt'ü öldürdüler. Üstelik orada öylece bırakılırlar, ölü bedenlerini hayvanlara yem ederler, gömmezler bile. Sonra, kimse gelip kemiklerini bulamasın diye, etrafını mayınlarla döşerler. Yetmez 'yasak bölge' ilan ederler, kimseyi sokmazlar oraya. Kemikleri bulunmasın da, suçları ortaya çıkmasın diye.

Ama bu devlet öyle utanmaz ki, emri veren 3. Ordu Komutanı Orgeneral Mustafa Muğlalı'nın adını bölgedeki sınır taburuna verirler. Öldürdükleri yetmez çünkü, kana susamış nefretlerini, insanların acılarını taze tutmak için verirler.

Hangi gün verirler Orgeneral Mustafa Muğlalı'nın ismini o tabura. Deniz Geçmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan'ın idam edildikleri gün olan 6 Mayıs'ta değiştirirler. Büyük Türk devleti ve askeri gücünü gösterir, dosta düşmana karşı (!)

Mustafa Muğlalı cezaevinde öldü ama iade-i itibar verildi. Devletin itibarı bu kadar işte, 33 insanı katledip, kurşuna dizdiren birine itibarını verecek kadar.

Katiline aşık, onu kutsayan bir devlet geleneği var, yıllar geçse de, bu anlayış değişmiyor. Sonra Kürtlere 'Neden dağa çıktın?' diyorlar, 'neden isyan ettin' diyorlar ama Kürtlere 'Neden isyan ettin?' diyorlar. Kendi dilini konuştuğu için dayak yiyen, işkence gören, öldürülen, tecavüz edilen, insanlara bu soruyu sormak için vicdan taşımıyor olmak lazım.

Hanginiz kimliğinizi seçtiniz? Bugün İstanbul'da, Ankara'da, İzmir'de, Antalya'da, Almanya'da doğmayı kim seçti? Kim seçti Amed'de, Batman'da, Urfa'da, Dersim'de  doğmayı. Kim Kürt olmak istedi doğduğu an, kim Türk olmayı seçti, hanginiz Musevi olmayı seçti, hanginiz Ermeni olmayı?

İnsanların yapmadığı seçimlerden ötürü yargılanması, suçlanması, dünyanın en büyük ahmaklığıdır. Bu ülkede yaşayanların büyük çoğunluğu bu ahmaklığı yapıyor. Oturup sadece birkaç saniye düşünün, sadece birkaç saniye. Belki o zaman hak vereceksiniz. 'Benim Kürt arkadaşlarım var' diyerek değil, Kürtlerin yaşadığı acıları biraz anlayarak düşünün.

Bayramdan çıktık yola. 'Ben küçükken' diyebilecek yaşa geldiğim için rahatça böyle bir giriş yapabilirim artık.

Küçükken bayram sabahı, ilk gittiğim yer evsahibimiz Agop Amca'ydı, annesi Madam Teyze'yle (ismini bilmiyorum, annem öyle diyor diye, ben de hep öyle hitap ettim) birlikte yaşardı. Mendil içinde parayı sadece onlar verirdi, sanki Müslüman gibiymiş gibi bizim bayramımızı kutlarlardı. En çok onlara gitmeyi severdim, mendil içinde para aldığım için değil ama minik bardakta yeşil acı bir içecek ve yanında lokum verdikleri için.

Bugün Ermeni, Musevi dediğimiz insanlar, bizim gibi bayram kutlardı, bizden daha harbi kutlarlardı. Müslüman kapılarından kovulurduk 'şeker yok' diye ama Agop Amca'ya ne zaman gitsek, çikolata verirdi bize.

Oğlum (sadece erkek okumuyor ama kızım lafını sevmiyorsunuz ondan öyle yazıyorum), insanlığın dini, dili, ırkı olmaz. Belki çok geç kaldım ama 22 yaşından sonra insanları, iyi insan ve kötü insan olarak sınıflandırdım. Kimsenin ne olduğuna, hangi ırktan olduğuna bakmadım. Beni dinlersiniz, dinlemezsiniz bilemem ama siz de öyle yapın.

Gazze'de insanlar Müslüman diye üzülmüyorum, insan oldukları için üzülüyorum ama bu ülkede yüzyıllardır yaşanan Mario Levi'ye yapılan muameleye de öfkeleniyorum. Sen-ben bu topraklarda yokken yaşayan bir adama lanet okumak, boykot etmek insanı insan olmaktan çıkarır.

Gazze diye ağlaşan Müslümanlar, dün Deniz'ler Filistin'e gittiğinde 'terörist' diye niteliyordu. Mazlumdan yana olmak ama öyle hikâyeden değil, harbici şekilde yanında olmak insanlığın gereğidir.

Bugün kimimize göre bayram, kimimize göre matem. Kimi kutlayacak, kimisi matemini yaşayacak.

Mendil içinde parayla, lokumla, nane likörüyle yetindik; keşke Agop Amca yaşasıydı da, birlikte rakı içseydik, muhabbet etseydik.

Hepiniz kendinize iyi bakın, sakın insanlıktan ayrılmayın...

Bayramda birilerini sevindirin, en çok çocukları ve yaşlıları ama. Hafızalarında yer etsin. Hoş, bir günlük mutluluğun amına koyayım ama yine de yapın işte.




Not: Ahmed Arif şiiri için 'e teşekkürler.

24 Temmuz 2014

Umarım eylemlerim devam eder


'Yarın yazacağım' dedim ama yarın bugüne kaldı. Mevzunun içeriğini bilen biliyor zaten, ensonhaber isimli haber sitesinde, 1 Mayıs'ta yapılmış bir haber vardı. Bunun üstüne 'Serkan Kalemciler kimdir?' başlıklı bir yazı yazdım.

Pazartesi günü aramızda olan telefon görüşmesini yazdım, sonra araya kıramayacağım bir gazeteci abim girdi ve bana 'sana kaldır demiyorum ama bir düşün' dedi. Serkan Kalemciler, kendisi ile konuşmuş (o konuşmanın da içeriğini yazmayacağım).

Ben de kafamda bir şey tasarladım ve yazıyı yok yere kaldırmak istemediğimi, o yapılan haberin terbiyesizliğine karşın özür dilenmesi gerektiğini söyledim. Kendisi 'röportaj da yapabiliriz, öyle de özür dileyebiliriz' dedi ancak fotoğrafta görülen DİSK'li ablamız, onlarla asla biraraya gelmek ve istemediğini böyle bir şeyin içinde olmayacağını söyledi.

Son olarak ben, 'Madem öyle, sitenizden bir özür yazısı yayınlayın' dedim, Serkan Kalemciler de, bugün itibariyle bunu gerçekleştirdi.

Benim açımdan konu kapandı. Haaaa, onlar yine benim pespaye, iğrenç, basit ve gazetecilikle uzaktan yakından ilgisi olmayan haberler yapmaya devam edecekler ama artık kim, kimin ne olduğunu biliyor, bundan sonra başka mecralarda, başka şekillerde eleştiririm.

Sadece şunu söyleyeceğim; kendi aile değerleri için üzülenlerin, başkalarının değerleri için de aynı hassasiyeti göstermeli. Bir önceki yazıda vicdandan söz etmem o yüzdendi. Salt özür meselesi değil, ailesinin de bu duruma üzüldüğünü öğrendiğim için kaldırdım. Yoksa hakikaten ne korkuyorum, ne çekiniyorum, ne de umursuyorum.

Hikayenin özü budur. Şunu söylemem lazım, yaptığım şeyden gayet memnunum. Siz hep beni küfür ediyor sanıyorsunuz ama böyle şeyler de yapıyorum lan. Ayrıca geçen biri 'Abi senin küfürsüz yazıların da hiç çekilmiyormuş' dedi, üzüldüm oğlum; küfürden mi ibaretim!

Yakın bir tarihte, piyasada prim yapan bir solcu gazetecinin ipliğini pazara çıkartacağım, bekleyin.

Herkes kendine iyi baksın, kimse insanlıktan ayrılmasın...

23 Temmuz 2014

Yarın yazacağım



Gece gece yine bilgisayar başında olmak bok gibi bir duygu ama açıklamam lazım. Serkan Kalemciler'le ilgili iki yazıyı da kaldıracağım. Şimdiden 'ooooo tırstın mı?' tadında yorumlar yapmayın ya da yapın lan, hakikaten umrumda değil.

Neden kaldıracağımı, sebepleriyle anlatacağım. Sadece şunu bilin, hakikaten korkudan filan değil, öyle bir korkum olsa, şu bloğun geçmişinde silmem gereken en az 100 yazı olurdu.

Şu vicdan denilen şeyden bazı durumlarda az olması gerektiğini düşünüyorum, böyle yazıp duruyorum siz beni çok acayip sinirli, pis bir herif filan sanıyorsunuz ama kazın ayağı öyle değil işte.

Neyse çok bile kaldım bilgisayar başında, yarın bir ara boşluk bulup, yazacağım.

Kendinize iyi bakın, insanlıktan ayrılmayın...

19 Temmuz 2014

Doğmamış kızıma mektuplar



Defne; sen ne zaman olacaksın bilmiyorum. Hayatımda senden daha fazla istediğim bir şey yok. Seni hep 3-4 yaşlarında hayal ediyorum, sanki öncen yokmuş gibi. Oysa kucağımda uyutacağım, gecenin bir yarısı ağlayarak uyandığında, aklımı kaybetmiş gibi yanına koşacağım, bir yerin acıdığında benim her yanım acıyacak. Biri sana, sesini bile yükseltse gidip boğazına yapışmak gelecek.

Ama öyle işte, senin varlığın sanki 4 yaşında başlıyormuş gibi hayal ediyorum her gün. Minicik ellerinden tutup, hiç istemediğim, hatta en nefret ettiğim şeyleri yaptıracaksın bana. Bir de bakacağım ki, o nefret ettiğim şeyler, hayatımın anlamı olacak.

İşten yorgun argın geleceğim, kapıda yüzüme gülümseyerek sarılacaksın, her şeyi unutturacaksın. Uyuduğunda saçlarını okşayacağım, kokunu içime çekeceğim.

Yıllar geçecek, eğer bu boktan baban ölmediyse, tartışacak seninle, kızacak, öfkelenecek. Sonra sana kızdığı için kendisine lanetler yağdıracak.

Seninle eyleme gitmek istiyorum, bir rock barda kafaları çekip dağıtmak istiyorum, sokaklarda el ele tutuşup bağıra bağıra şarkı söylemek istiyorum.

Bir gün gelecek, ayrılmaya hazırlanacaksın Defnem, hissedeceğim ama bir şey söylemeyeceğim çünkü sen çok mutlu olacaksın. Hepsini içine atacağım, yeter ki sen mutlu ol diye.

Beni sevmiyorsun diye sürekli endişe duyacağım. Kendi kendime kafamda sürekli, bu dönüp dolaşacak.

Afacan sen doğduğunda yanında yatacak, Osman burnunu yalayacak, Cücük gelip koklayıp kaçacak. Sen de kedileri seveceksin, sokakta her gördügün kediyi sevmek isteyeceksin. Kedileri sen de sev olur mu? Sadece kedileri değil, bütün hayvanları sev.

Sen büyüyeceksin, kocaman olacaksın, ben hep seni küçücük kızım gibi göreceğim, büyüdüğüne inanmayacağım.

Defnem, seni sanki hep varmışcasına özlüyorum be kızım.

Bana sarılmana, elimden tutmana, gözlerime bakmana, 'babacım' demene, minicik parmaklarınla bana dokunmana ihtiyacım var.

Ben sana yazacağım, hep yazacağım. Birlikte okuyacağız bunları. Okuduktan sonra kafanı yana eğip bakacaksın bana, 'canım babam' deyip, sarılacaksın bana. Sarılmazsan küserim ama.

Birlikte kitap okuyacağız, benimle tartışmaya başlayacaksın. Aslında seninle öyle tartışmalar yaptığım için sevineceğim ama hiç çaktırmayacağım, sen babanın azıcık kıl bir adam bileceksin.
Ben sana sürekli 'biz gençliğimizde' diye cümleler kuracağım, sen bana 'offf baba yaa, bin yıl geçmiş' diye hayıflanacaksın.

Ben sana Ahmet Kaya, Pink Floyd, Gary Moore, Metallica, Slayer filan dinleteceğim, sen eşek gibi beğeneceksin. Her konuda serbestsin ama bu konuda ben ne dersem o olacak. Öyle boktan boktan şeyler dinlersen, küserim bir daha da konuşmam.

Yoruldum be Defnem, çok yoruldum. N'olur artık gel. Ben seni çok özledim be kızım, sana bakıp, hayata dair ne kadar inancım varsa güçlendirmem lazım.

Sana söz, sen doğmadan romanı bitireceğim, önsözüne senin adını yazacağım.

Seni çok seviyorum. Bir annem, bir annen, bir de sen, üçünüzü de çok seviyorum. Kollarını açıp, koşa koşa gel hadi.
 

18 Temmuz 2014

Sakın Filistin için ağlamayın, bırakın biz ağlarız

 
Şimdi sırayla Mısır'da yürütülen İsrail ve Hamas arasındaki kalıcı ateşkes görüşmelerine bir bakalım.

17 Temmuz Perşembe günü, Mısır'da kalıcı ateşkesin sağlanması için İsrail ve Filistin, Mısır Cumhurbaşkanı Sisi'nin arabulucuğunda bir görüşme gerçekleştirdi.

Görüşmeye Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas ve İsrail delegasyonunda İsrail Güvenlik Servisi Şin Bet'in direktörü Yoram Cohen ve bu senenin başlarında Filistin hükümeti ile sürdürülen ancak başarısızlığa uğrayan müzakerelerdede rol alan başbakan danışmanlarından Yitzhak Molcho bulunuyordu.

Reuters'ın öğlen saatlerinde geçtiği haberde, İsrailli bir yetkili, İsrail ve Hamas arasında Mısır'da yapılan görüşmelerde kapsamlı ateşkes sağlandığını söyledi.

Ancak Hamas Sözcüsü Sami Ebu Zuhri ise, böyle bir anlaşmanın söz konusu olmadığını söyledi ve ateşkes iddiasını yalanladı.

Mısır'ın Dışişleri Bakanı Sameh Şükrü, ateşkesin sağlanamaması üzerine yaptığı açıklamada Kahire'nin çabalarının Türkiye ve Katar tarafından baltalandığını devlet ajansı MENA'ya açıkladı.

Bu arada İsrail Dışişleri Bakanı Avigdor Lieberman da İsrail'i ziyaret eden Norveç Dışişleri Bakanı Borg Brende ile görüşmesi sırasında "Türkiye ve Katar'ın, Mısır'ın ateşkes önerisini kabul etmemesi yönünde Hamas'a baskı yaptıkları" iddiasında bulundu.

İşin ilginci Sameh Şükrü bu açıklamayı yapmadan iki gün önce, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Çankaya Köşkü'nde Katar Emiri Şeyh Al Thani'ni ile bir görüşme yaptı.

Görüşmeye Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Feridun Sinirlioğlu, MİT Müsteşarı Hakan Fidan ve Başbakanlık Müsteşar Yardımcısı İbrahim Kalın da katıldı.

Üstelik Al Thani'nin gece yarısı geldiği Türkiye'de Sabiha Gökçen Havaalanı'ndan alınarak, Başbakan Erdoğan'ın Dolmabahçe'deki çalışma ofisine helikopterle getirilerek, içeriği açıklanmayan ve programda olmayan bir saatlik bir görüşme gerçekleştirdi.

Mısır ve Türkiye arasında var olan iki yönetim arasında ciddi sorun olduğu su götürmez bir gerçek ancak Mısır Dışişleri Bakanı'nın açıklamaları, Katar Emiri Al Thani'nin Ankara ve İstanbul'daki temasları bir araya gelince, anlamlı duruyor.

Bu kadar tesadüfün birarada olması ancak aptalların inanabileceği türden. Çünkü akan kan, üstünden her gün miting meydanlarında naralar atılıyor, 'Eyyy İsrail' ile başlayan cümlelerle başlayıp, 'insanlık' ve 'vicdan' çağrıları yapılıyor. Peki bu kadar sert kükreyen başbakanın kabinesinin Dışişleri Bakanı, İsrail'in Gazze'ye kara harekâtı düzenlediği anda yaptığı resmi açıklama ne oluyor? "İsrail'in Gazze'ye düzenlediği kara operasyondan kaygılıyız."

Akp iktidarı her seçim öncesi, dökülen kandan, karışıklıklardan nemalanıyor. Bu kez, dökülen kanın adresi Filistin. Üstelik kalıcı ateşkese (İsrail'in daha önce 235 kez ateşkesi ihlal ettiğini ve bozduğunu da bir kenara yazalım, hafızalarda kalsın) yaklaşılmışken, Türkiye bu ateşkesi baltalayan taraflardan biri oluyor.

Kendi ülkesinde akan kan üstünden siyaset yapan Akp iktidarı ve onun başı Recep Tayyip Erdoğan'ın eline, tam da Ramazan'da inanılmaz bir fırsat geçti. Her zaman olduğu gibi bu fırsatı değerlendirmekten geri kalmıyor. Miting konuşmalarını her gün dinliyorum, yapılan temel vurgu, alabildiğine muktedir görüntüsü çizip "Monşer" diye aklınca dalga geçtiği Ekmeleddin İhsanoğlu'nu zayıf göstermek (Oyumu Ekmel'e vermeyeceğimi de açık açık belirteyim).

Bugün, tam da şu anda (saat 02.49) öldürülen Filistinlilerin kanı, Akp iktidarına bulaşmıştır. Cumhurbaşkanı seçilebilmek için her türlü yolu deneyip, alabildiğine Müslümanlık ve milliyetçilik vurgusu yaparak, rakiplerini altetmeye çalışıyor. Bugüne kadar bunda başarılı olduğunu gördük zira miting cv'si; Alevileri yuhalatmaktan, polis tarafından öldürülen Berkin Elvan'ın annesini yuhalatmaya kadar geniş bir yelpazeye sahip.

Bu yüzden, Filistin'de kan akması ve savaşın devam etmesi seçimlerin sonuna kadar kendisi için eşsiz bir fırsat. Öyle ki, kalıcı ateşkesi engellemek için devreye girmekten bile çekinmiyor. Tabii Filistin'de kan akmalı ki, kendisi seçim meydanlarında bağıra çağıra İsrail'i suçlayıp, 'Müslüman kardeşlerimiz öldürülüyor' diye ajitasyonun dibine vurmalı.

Bu yazdıklarımı isteyen komplo teorisi olarak değerlendirebilir, gerçekten de umrumda değil ama görüşme trafiğine bakınca, Türkiye'nin kalıcı ateşkesin olmaması için elinden geleni yaptığı görülüyor.

Bu ülkenin başına gelmiş en büyük felaket Akp'dir. İktidarda kalabilmek için her türlü çirkinliği sergileyen, kendi ülke insanın öldüren, onunla yetinmeyip, savaşı körükleyen ve barışın önünde engel olan bir siyasi iktidarın ve onun liderinin başkanlık sistemine geçilirse, olası sonuçlarını düşünmek bile istemiyorum.

Bugün Gazze diye ağlayıp duran ama öte taraftan da Akp'yi destekleyenler sakın ama sakın Filistin konusunda vicdani duruş sergilemeye kalkmasın. Bunların ne denli vicdanlı olduğunu gencecik çocuklar öldürülürken; 'gebersin piç', 'oh iyi oldu', 'şunların hepsi ölse' diye sevinç çığlıkları atarken gördük.

Filistin benim davam, Suriye'de öldürünlerin benim davam olduğu gibi. Irak'ta IŞİD'in kafasını kestiği insanlara da sahip çıkıyorum, Nijerya'da Boko Haram'ın yaptığı bombalı saldırıda ölenlere de ya da Kenya'da El Şebap'ın öldürdüğü insanlara. Hepsi benim davam.

Ölenlerin dini veya siyasi görüşlerine bakıp vicdan yapmadım, her bireye sadece ve sadece insan gözüyle bakıyorum. Kafa kesenlere gizliden destek verip, Yahudiler için 'Hitler az bile yapmış' demiyorum.

Vicdanlarınız ve insanlığınız nüfus cüzdanlarındaki din hanesinde takılıp kalmış. Sadece minicik bir satıra sığabilecek kadar insansınız, daha fazlası değilsiniz.

O yüzden sakın Filistin için ağlamayın, bırakın biz ağlarız.

Eğer ağlamayı düşünüyorsanız, Roboski'den başlayın, Berkin'den, Ali İsmail'den, Soma'daki madencilerden, son 6 ayda ölen 978 emekçiden başlayın. Yeter ki, başlayın...

Haa bu arada, 2013 yılının Nisan ayından beri Gazze'ye gidecekti, bizim yiğit oğlan. O iş n'oldu ya!

Not: Yazı küfürsüz oldu, daimi takipçilerden özür dilerim...

15 Temmuz 2014

Katilsiniz!



Enerji Bakanı Taner Yıldız: Hiçbir işçi yanarak ölmedi




Enerji Bakanı Taner Yıldız: Soma'da işçilerin cesetleri tanınacak haldeydi




Enerji Bakanı Taner Yıldız: Soma'daki maden ocağı dünya standartlarında



Bu insanları ölüme gönderdiler, hem de bile bile. Bugün kimse hatırlamıyor bile, bir süre geçince, hiçbirimiz hatırlamayacağız. Ölen öldüğüyle kalacak, ateş düştüğü yeri yakmaya devam edecek.

Bu fotoğraflar, ne davanın avukatlarına ne ailelere ne de basına verildi. Sadece savcılığın elinde bulunuyor.
Madenin içinden fotoğraflara bakınca, Taner Yıldız'ın 'örnek' diye övdüğü madende kullanılan teknolojinin ortaçağdan kalma olduğu görülüyor.

Yangından mal kaçırır gibi bu olayın üstü örtüldü. Madenci yakınlarının eline para tutuşturarak, cinayeti kapatmaya çalışacaklar.

Aslında koymak istemiyordum ve çokça çekindim ama herkesin hafızasına kazınmasını istedim. Hangi katillerin baştacı edildiğini, hangi katillerin bugün elini kolunu sallaya sallaya serbest bırakıldığını hatırlamanız için.

Ülkenin başbakanı, Soma'da kendisini protesto eden kişiyi yumrukladı (ya da tokatladı). Bununla yetinmediler, bu insanların yakınlarını sokak ortasında dövdüler, üstelik kendilerine Müslüman diyenler hiç utanıp sıkılmadan, yerlerde tekmelenen kişinin TGB'li olduğu yalanını söyleyip o tekmeyi savundular. Yetmedi

Ülke vicdansızlık çemberi içinde. Kim, daha fazla vicdansız adeta yarışıyorlar. Ortak işledikleri suçlarını bedelini bir cemaat (savunduğum anlaşılmasın ama sakın, sikerim cemaati) üstüne yıkarak, günahlarından arınmışlar gibi davranıyorlar.

Bu iktidarın elinde, ne kadar yıkarlarsa yıkasınlar, kan damlıyor ve bu izler asla silinmeyecek.

Bu katillere destek veren, herkes cinayetlere ortaktır. Hepimiz göreceğiz, tıpkı 5 sene önce cemaate göğüs gerenlerin, bugün cemaat'i ağzına geleni söylediği gibi, gün gelecek ve sonsuz destek veren yavşaklar, yarın Akp'ye, senden-benden daha fazla laf söyleyecek. Onlar da günahlarından öyle sıyrılmaya çalışacak.

Bu ülkeden nefret ediyorum ve tiksiniyorum ama hiçbir yere gitmeyeceğim, ömrümün yettiği süre içinde bu yavşaklarla mücadele etmek için elimden geleni yapacağım.

Yazacak çok şey var fakat, yazdıkça daha da sinirleniyorum. Bu katillerden günü geldiğinde hesap sorulacak elbet, o güne kadar gücünüzü sakın ha sakın yitirmeyin.

14 Temmuz 2014

Bu kafayla gidilecek askerde, neyin alınacağı bellidir


Dünya Kupası’nda yegâne gururu (!) Cüneyt Çakır olan bir ülkenin spor kamuoyu “Türkiye neden Dünya Kupası’nda yok?” diye dövünüyor. Hatta, “Pek çok takımdan daha iyiyiz, orada biz olmalıydık” yorumları yapılıyor. Peki gerçekten Türkiye orada olmalı mıydı? Tabii ki hayır çünkü Dünya Kupası’nda maçları izlediğimizde Türkiye gibi sistemsiz, plansız, programsız takımların olmadığını gördük.

Bugün Fenerbahçe ve Milli Takım kalecisi Volkan Demirel’e, Almanya’nın Dünya Kupası şampiyonluğu soruluyor. Volkan yanıtlıyor; “Dünya Kupası'nı fazla izlemedim. Biraz futboldan uzak kalmak, futbolu özlemek istedim. Sadece yarı final ve final maçlarını izledim. Kuyt'ın kazanmasını çok isterdim Hollanda adına veya Portekiz'deki, Nijerya'daki arkadaşlarımızın bir şeyler yapmasını isterdim. Nasip Almanya'nınmış. Orada da Mesut Özil var. Ona tebriklerimizi iletiyoruz. Türk bayrağının o turnuvalarda dalgalanması gerekiyor. Bu sene olmadı ama gelecek turnuvalarda bu gerçekleşecektir."

Açıklamanın neresini okusan, orası dökülmeye başlıyor. Futbola bakışın ülkede ne denli sığ ve cehalet koktuğunu görüyoruz.

Ülkenin en önemli takımlarından birinde oynayan ve aynı zamanda milli takımın kalesini koruyan bir adam, 64 maçtan sadece 3’ünü seyrediyor. Yani dünyada futbola dair ne oluyor, ne bitiyor, onu ilgilendirmiyor. Tabii bahanesi hazır, ‘futbolu özlemek istedim.’

Dünya Kupası’nı Kuyt’un kazanmasını istiyor. Hollanda’nın değil tabii Kuyt’ın kazanmasını istiyor. Neden? Eş-dost-akrabadan biri alsın, kupa yabancıya gitmesin diye! Kuyt kazanınca, biz de kazanmış olacağız, o hesap.

Sonra en harika bölüm geliyor, “Nasip Almanya’nın!” Kupa dediğin kader, kısmet işidir zaten. Sıkı çalışmanın, disiplinin, altyapının, teknik ve taktiğin, sahadaki takım oyununun, bireysel performansın, antrenmanın vs vs hiçbiri Dünya Kupası’nı kazanmak için şart değil. Kupayı kazanmak için kısmet yeterli!
Bu ülkede futbolun neden gelişmediğini, gelişemediğini, başarıların gündelik olduğunu görmek istiyorsanız, Volkan Demirel’in açıklamalarına bakmak yeterli. Kuvvetle ihtimal 4 yıl sonra Türkiye’de sıfat olarak kendilerine ‘yazar’ı edinmişler, o gün “Ah biz burada olmalıydık” diye dövünecekler. Tek bir analize gerek olmadan, salt ah-vah’larla geçireceğiz.

Ülkenin başbakanı, bağıra bağıra gelen maden facialarını “Ölüm madencinin fıtratında var” diye her olayı böylesine basite indirgeyince, ülkenin milli takım kalecisinin de, “Nasip Almanya’nınmış”tan fazlasını beklememek gerekir. Çünkü bu ülkede uzun süreden bu yana, olumsuz her şey kaderin, kısmetin işi. Hata yok, eksik yok, ihmal yok! ‘Kader var, kaderrrr’ (Bu bölümü o yavşak gibi okursanız, daha eğlenceli oluyor. Ben denedim eğlendim)

“Kupayı Kuyt’ın kazanmasını isterdim”
bölümü de ayrı felaket. Bunu sadece Volkan’ın böyle değerlendirdiğini düşünüyorsanız, yanılıyorsunuz.

Misal, Milli Takım U-19 takımının başında kim var, bakarsanız ne demek istediğim daha iyi anlaşılır. Vedat İnceefe., hangi yetenek, hangi birikimle ve neden o görevde? Sorunun yanıtını herkes gayet iyi biliyor. Yancılıktan mütevellit, Ünal Aysal’a güzel salladığı için.

Fatih Terim, bu ülkede kaç yıldır teknik direktörlük yapıyor? 1997 yılında Ankaragücü’yle başlayıp, bugün Türkiye Futbol Direktörü. Aradan geçen 17 yılda, Fatih Terim’in hangi yardımcısı, bir yerlerde başarılı oldu? Hiçbiri. Peki neden? Onun nedeni, Volkan Demirel’in “Kupayı Kuyt’ın kazanmasını istedim” yanıtında gizli.

Çünkü U-19’lara, U-17’lere, U-20’lere teknik direktör seçilirken, temel koşul en iyi şekilde biat edecek olması ve “İki Galatasaray’dan aldık, iki de Fenerbahçe ile Beşiktaş’tan alalım, yanına da Trabzonlu ekleyelim” şeklinde, yemeğe tuz, biber serpmek gibi oluyor.

Bu adamların kariyerleri nelerdir, hangi akademilerden mezundur, oyuncularla iletişimi nasıldır, teknik taktik bilgisi var mıdır, bunlar önemsiz.

Koskoca bir Dünya Kupası’ndan alınabilecek ders, ‘nasip’se, Türkiye daha çok uzun zaman, altyapı eğitimini yurtdışından almış oyunculara bel bağlayıp, her turnuva sonrası ağlayıp, sızlamaya; başarı diye günlük galibiyetlerle yetinmeye devam eder.


Bu kafayla gidilecek askerde, tezkere niyetine neyin alınacağı bellidir. Bakalım kader yüzümüze gülerse belki 2016 ve 2018’e gideriz. Kaderimizde yoksa, ‘nasip değilmiş’ der, geçeriz.

11 Temmuz 2014

'Siktir git' derim, kimse kusura bakmasın


Hayatta pek çok kez, hiç istemediğimiz şeylerle karşılaşıyoruz. Hazırlıksız yakalandığımız, beklemediğimiz, nice olay, hayatımızın yönünü değiştiriyor. Bunların bazıları bizden kaynaklanıyor, bazılarıysa tamamen inisiyatifimizden bağımsız gelişiyor.

Bugün Başbakan Erdoğan’ın, Vizyon toplantısı yapıldı. Bu toplantıdaki bir fotoğraf karesi, başkalarını bilmiyorum ve umursamıyorum ama benim içimi acıttı.

Galatasaray Başkanı Ünal Aysal’ın, TFF Başkanı Yıldırım Demirören‘le yan yana oturup, çekilen telefona verdikleri samimi görüntü, iktidar muhalifi bir Galatasaraylı olarak canımı fazlasıyla sıktı. Haa bu arada not düşülsün, Ünal Aysal Selahattin Demirtaş ya da Ekmeleddin İhsanoğlu’nun toplantısına gitseydi inanın ya da inanmayın keyfimi kaçırırdı.

Fazlasıyla savunan çıkacaktır bu görüntüyü ve o toplantıya katılımı. Kimisi ‘davete icabet etmek gerekir’ diyecektir, kimisi ‘Galatasaray’ın lehine olacağı için gitmesi iyidir’ diyecektir, kimi de başka sebepler bulacaktır.

O toplantıda kürsüde konuşan kişi, 12 yıllık icraatlerinde söz etti ve talip olduğu görevle hiç ilgisi olmadığı halde ve cumhurbaşkanı seçilse de varolan kanunlarla bireysel olarak yapamayacağı şeyleri anlattı. Bir buçuk saat süren toplantının tamamını izlediğimde, puzzle’ın parçalarının eksik olduğunu düşündüm.

Neden eksik?

Çünkü Metin Lokumcu’nun öldürülmesi yoktu.
Çünkü 19 yaşında karnındaki bebeğini kaybeden, ‘kadın mı kız mı belli olmayan’ genç kız yoktu.
Çünkü Roboski’de üzerlerine bomba yağdırılan 32 kişinin ölümü yoktu.
Çünkü Reyhanlı’da öldürülen 52 kişi yoktu.
Çünkü Soma’da ölüme itilen 302 madenci yoktu.
Çünkü Mehmet Ayvalıtaş, Abdullah Cömert, Ethem Sarısülük, Ali İsmail Korkmaz, Medeni Yıldırım, Ahmet Atakan, Berkin Elvan yoktu.
Çünkü milyarlarca dolarlık yolsuzluklar yoktu.
Çünkü gemiler, gemicikler yoktu.
Çünkü satılan TEKEL’ler, Tüpraş’lar yoktu.
Çünkü milletin amına koyup, zengin edilen  yandaşlar yoktu.
Çünkü satılan topraklar, barajlar yoktu.
Çünkü doğa katliamları, katliama karşı koyan köylülerin dövülmesi yoktu.
Çünkü her sokağa çıkıldığında, halka böcek muamelesi yapan destan yazan polisler yoktu.

Buraya en az 200 tane daha ‘çünkü’yle başlayan ve sürüp giden cümle daha yazabilirdim ama ne yorgunluktan ağrıyan parmaklarımı daha fazla yormak istemiyorum, ne de ruhumu daha fazla sıkmak istiyorum.

Herkesin kendi Galatasaray’ı var. Kimi Fatih Terim’i çok seviyor, kimisi nefret ediyor. Kimisi için Hakan Şükür 'kral', kimisi için 'kral değil', kimi Arda Turan’a 'aslan' diyor, kimisi 'rezil'. Bunların hiçbirini eleştirmiyorum, herkes istediğini düşünmekte ve Galatasaray’ı kafasında istediği gibi kurgulamakta serbest. Ben öyle yapıyorum çünkü. Sevdiğim sarı-kırmızıyı kendimde şekillendiriyorum, kendime göre anlamlar katıyorum.

Ünal Aysal’ın orada, Yıldırım Demirören’le yan yana oturup, sırıtması benim açımdan affedilecek bir durum değil. Bunca ‘çünkü’den sonra affedebilmem mümkün değil. Haa, Ünal Aysal’ın da çok sikinde tabii bu durum.

Oraya her için gitmiş olursa olsun, Ünal Aysal, bendeki kredisini bitirmiştir. İsterse onun başkanlığında Galatasaray Şampiyonlar Ligi’ni alıp, Kıtalararası Kupa’yı kazansın zerre umrumda değil, olmayacak da.
Aynı nedenlerden ötürü Fatih Terim’i sevmiyorum. Yoksa ‘6 kupa kazandı, nasıl eleştirirsin ulan yavşak’ türünden cümleler yazıp ‘İmparatorrrr’ diye yeri göğü inletmesini de bilirdim. Ama muktedirden yana olanlardan, hayatımın hiçbir zamanında hazzetmedim. Daha önce de söyledim, öğrendiğim bir şey değil bu, tamamen güdüsel bir durum. Öyle hissettim hep. Terim hadisesi başka zamana kalsın, nasılsa bir gün onu da dökülürüm.

Ünal Aysal için ‘Galatasaray Başkanı olarak, menfaatlerini korumak için oradadır’ gibi bir savunma yapmasın bana kimse.

Galatasaray’ın menfaatleri öldürülen gençlerden önemli değil, bende. İkisini sen istersen yan yana getirme, ben getiriyorum.

Eline, eteğine yapıştığın adamlardan tekme yediğin gün, bu toplantıya katıldığın için bundan sonra ne söylesen, ne yapsan suya yazı yazmaktan başka anlam ifade etmiyor.
Böyle büyük topluluğa bir biçimde ait olduğun zaman, içinden çıkılmaz hallerle karşı karşıya kalıyorsun. Bugün benim yaşadığım buydu, başkanlığı süresince yaşayacağım da budur, bundan sonra her ne yaparsan yap.


‘Tarafı olmadığımız siyasi tartışmalar içine çekilmeye çalışıyoruz’ deyip, bu toplantıya katıldığın zaman da, ‘siktir git Ünal Aysal’ derim, kimse de kusura bakmasın.