6 Aralık 2010

Cüneyt Özdemir'in peşine düşeceği şey, mesleki onuru olmalı


Cüneyt Özdemir, örnek bir gazetecilik hikâyesine sahip olmak konusunda hızlı adımlarla ilerliyor. ABD'ye gidip 'Fethullah Gülen'den çok etkilenmesiyle' talih kuşu birdenbire başına kondu.

Aslında takip edenler, Cüneyt'in nasıl bir tersine evrimleşme süreci yaşadığının farkında. İstanbul'daki öğrenci olaylarıyla ilgili yazısı, örnek olarak tüm gazetecilik okullarında okutulmalı.

Ne diyor bu arkadaş, öğrencilerin insanlık dışı uygulamalarla maruz kalmasına: "Dün yine İstanbul’da polis, öğrencileri feci şekilde dövdü. Hem de dün beni arayıp, “Biz açık havada yapılan eylemlere müdahale etmiyoruz” diyen İstanbul Emniyet Müdürü’nün ve yardımcısının inadına, çevik kuvvet öğrencilere biber gazıyla girişti.

Kabataş’taki olaylar bir yana, benzinlik dayağını kabul etmek mümkün değil. Yani ortada güvenliği bozacak bir durum da görünmüyor. Ankara’dan yola çıkıp Başbakan’ın rektörlerle buluşmasını protesto etmeye gelen öğrencilerin otobüsleri İstanbul girişinde durdurulup şehre sokulmuyor. Pardon ama ne hakla bu üç otobüsü durduruyorsunuz?

Protesto mu yasak, öğrencilerin İstanbul’a girmeleri mi? Polis öğrencileri geri yolluyor, üstelik dönüşte mola vermelerine de izin yok. Zaten arbede bir benzincide çıkıyor. Olayın ham görüntülerini izledim.

Polislerin öğrencilere vurduğu anların görüntüsü kayıtta görünüyor ama doğruya doğru, polis müdürleri de megafonlarla kendi ekiplerine sürekli, ‘yapmayın’, ‘durun’, ‘vurmayın’ diye bağırıyorlar. Sonuç tam bir aptallık resmi geçidi.

İstanbul polisine ilk olarak şunu hatırlatmakta fayda var. Bir grup üniversitelinin Başbakan’ı protesto etmesi demokratik bir haktır. Üniversite öğrencilerine slogan bile atmalarına izin vermeden girişmek hiçbir yasada yazmaz."


Buraya kadar her şey çok güzel değil mi? Cüneyt bir özgürlük savaşçısı ve demokrasi bekçisi olarak, öğrencilere uygulanan şiddeti ve muameleyi eleştiriyor.

Bundan sonrasında Cüneyt, başka bir dil kullanmaya başlıyor. Muhtemelen eleştirmiş olduğundan pişman olmuş ki, "Dün İstanbul’un ortasında, neredeyse göğüs göğüse çatışma görüntülerini izlerken, öğrencilerin çaresizliği karşısında üzüldüm. Öğrenciler yeni bir protesto dili geliştiremezler mi? Günlerdir bakıyorum, ben ve birkaç köşe yazarı dışında hemen hiç kimse bu eylemlere kulak asmıyor.

Oysa öğrencilerin itiraz ettikleri önemli noktalar var. Seslerini yükseltmelerinin arkasında ciddi bir siyasi duruşları olduğu da kesin. Peki ama hâlâ 1970’lerden kalma bu eylem biçimi çok demode değil mi? Üç slogan atıp flama sopasıyla polise girişip cevap olarak biber gazı yenilince bu eylemler hedefine ulaşmış mı oluyor?

Hiç zannetmiyorum. Polisin ne yapacağı, yaptıklarına baktığınızda ortada. Bu yüzden üniversiteli gençlerin eylemlerde ezber bozacak yeni fikirler bulmasının zamanı geldi. Şiddetin dili egemen olduğunda ortada kazanan ya da kaybeden kalmıyor, emin olun."
cümleleriyle, eylem tarzını eleştiriyor.

Önce devletin polisini eleştir, aynı yazıda devletin resmi jargonuyla öğrencileri eleştir. Sonra twitter'da "Öğrenciye dayak meselesinin peşini bırakmıyorum" diye aslında ne anarşist bir ruha sahip olduğunu göstermeye çalışıyor.

"Bir sözüm de öğrencilere... Bile bile dayak yemek 'eylem' değildir" diyen, Cüneyt şunu bilmeli ki, sokaklara çıkmak bir eylem biçimidir, hem de en alasından eylem biçimidir. Demode dediği eylem tarzı, ülkelerde devrimlere, iktidarların devrilmesine ve erki elinde tutanlara karşı en ciddi güçtür. Bugün sokaklara çıkan 300 kişi yarın 3 bin kişi olur, ertesi gün 30 bin, bir sonraki gün 300 bin olur. O biber gazını sıkanlar, genç kızların karınlarını, bacak aralarını tekmeleyenler de kaçacak yer aramaya başlar.

"Dayak yemek eylem değildir" ama paçalarından yalakalık sızan yazılar yazmak da gazetecilik değildir. Biri Cüneyt'e bunu anımsatmalı.

Öğrencilere sahip çıkıyormuş gibi görünerek ve aslında kendisinin farklı olduğunu göstermeye çalıştığı bir yazıyı, sokak eylemlerini 'demode' olarak nitelendirerek sonlandırması, bu yalakalığın boyutlarını herkesin gözüne sokuyor.

Aslında selamı başka yere çakıyor. Polisi eleştiriyor ama asıl suçlunun sokaklara çıkan öğrenciler olduğunu anlatmaya çalışıyor. Kendi savına göre, öğrenciler sokağa çıkmasa, polis kimseyi dövmeyecek. Yani asıl suçlu sokaklara dökülen öğrenciler.

Cüneyt'e göre öğrencilerin eylem tarzı ne olmalı acaba? Mesela kendi yaptığı gibi öğrenciler toplu halde twitter'dan mesaj gönderse, demode eylemlilik yerine moda eylemlilik gerçekleştirilmiş olur mu? Ya da öğrenciler sokaklara dökülmek yerine Başbakanlığı e-mail bombardımanına mı tutmalı? Bunların hepsi moda ya, o açıdan.

Yani tam da sistemin istediği şey. Sanal dünyada sanal eylemler geliştirmek. Öğrenciler haklarını böyle talep ederek, kendi twit'lerini kendi yazan Abdullah Gül'ün dikkatlerini çekebilir.

Ya da Başbakan'ın danışmanları, "Efendim, öğrenciler haklarını talep etmek için facebook'ta grup kurmuşlar, sayıları 300 bin olmuş. Bence bunlara haklarını vermeliyiz" mi diyecek?

Komik olmamak ve insanları aptal yerine koymamak lazım. Dünyanın her yerinde kitleselleşmiş sokak eylemleri en etkili eylem biçimlerindendir. Bu çocukça 'demode' savunması ve insanlara "Siz yanlış yoldasınız gençler" mesajı, kendi evriminin sonlandığının bir kanıtıdır. Artık dönüşmüş ve Hocası'na layık bir öğrenci olmuştur.

Eğer kendisini gazeteci olarak addediyorsa, twitter'dan "Daha buraya yazamadıklarım var... Arkadaşlar bu belgeler yalnızca diplomasiyi değil Türk iç siyasetini sarsacak büyüklükte. Yüce Divanlık!" diyeceğine, bunlar neyse açık yüreklilikle bu iddiaları yazar, sonra da bu iddiaların gerçekliğini araştırır.

Haklarını aramak için en doğal haklarını kullanan öğrencilere uygulanan şiddet, karşılığını benzer biçimlerde almaya mahkûmdur. Çünkü bu ülkede kimse sesini duyuramıyor. Sivrisinek vızıltısı tadında çabalardan başka bir şey değil. Hele hele twitter, facebook gibi sanal mecralarda gruplar oluşturmak, bir şeyler yaptığını sanmak safdillikten ibarettir. Sokak, gerçek sahipleri ile buluşunca, herkes taleplerinin karşılığını alacaktır.

Cüneyt Özdemir, "Öğrenciye dayak meselesinin peşini bırakmıyorum" diyeceğine, yerlerde sürünen mesleki onurunun peşine düşsün.

Tabii hâlâ varsa ve kaldıysa...

Bu ülkede tek bir Comandante var


Alex de Souza

1995–1997 Coritiba 124 maç-32 gol
1997–2001 Palmeiras 141 maç-78 gol
2000 Flamengo 4 maç-0 gol
2001 Cruzeiro 1 maç-0 gol
2001–2002 Parma 6 maç-1 gol
2002–2004 Cruzeiro 121 maç-64 gol
2004– Fenerbahçe 186 maç-105 gol

Gheorghe Hagi

1982–1983 Farul Constanţa 18 maç-7 gol
1983–1987 Sportul Studenţesc 107 maç-58 gol
1987–1990 Steaua Bucureşti 97 maç-76 gol
1990–1992 Real Madrid 64 maç-15 gol
1992–1994 Brescia 61 maç-14 gol
1994–1996 Barcelona 35 maç-7 gol
1996–2001 Galatasaray 132 maç-59 gol

Rakamlar üstünden tartışma yaratılmaya çalışılıyor. Bunun için kıçını yırtan arkadaşların çabası, Alex'in Hagi'den daha büyük olduğu gerçeğini yutturmaya çalışanlar. Alex gerçekten de Türkiye'ye gelmiş en yetenekli ve verimli birkaç yabancı futbolcudan birisidir.

Türkiye istatistikleri pek çok isme göre parmak ısırtan cinstendir. Fenerbahçe'ye kazandırdıkları, verdikleri 'Fenerbahçe tarihine' geçmesini sağlamıştır ve Türkiye liglerine ismi altın harflerle yazdırmıştır. Ama hepsi o kadar işte. Alex'in büyüklüğü, yıldızlığı sadece bu ülke sınırları içinde geçerlidir.

Türkiye sınırları dışına çıktığın anda Alex de Souza'yı kimse bilmez, kimse tanımaz. Eh, çok çok Fenerbahçe'yi çok yakından takip eden futbolseverlerle Brezilya'da tanırlar ve bilirler.

Comandante olmak kolay değil, o sıfat Hagi'ye verileli 10 yıldan fazla bir süre oluyor. Bir sıfat vermek istiyorsan da, farklı bir şey ver, zekânı göster.

İki adamın yan yan getirilmesi bile abesle iştigaldir ama çok karşılaştırmak istiyorsan, bak bakalım kim nerelerde oynamış? 1990 ve '94 Dünya Kupaları'nda kim, herkesi kendisine hayran bırakmış? Öyle çok kasmanın anlamı yok yani.

Alex ancak ve ancak Türkiye'de efsane olabilir. Sınırlar dışına çıkıldığı an, o efsanelik bitiverir. Hagi dünya futbolunun gelmiş geçmiş en büyük oyuncularından biridir. Zaten o yüzden hem Barcelona hem de Real Madrid'de forma giymiştir.

Çirkefe bağlamak istemiyorum ama önce Real Madrid ve Barcelona ismini yan yana yazın sonra Cruzeiro ve Palmeiras'ı yan yana yazın. Son ikiye yazdığımı birbiriyle çarpın, ilk ikiye yazdığımı da birbirinden çıkartın. Son iki ile ilk iki arasında 4 haneli bir rakam çıkması olasıdır.

Herkes kendi efsanesini yaratırken, başkasının efsanesini lügattan silmeye kalkmasın. Parma'da 6 maç oynayan bir adamla 3 yabancılı dönemde Real Madrid ve Barcelona forması giyen iki adamı karşılaştırmaya kalkmak bile başlı başına gerizekâlılıktır.

Bu ülkeye tek Comandante geldi, bir daha gelmez. Elma ile armutu karşılaştırmanın anlamı yok.

Alanlarda görüşmek üzere


Eskişehir Osmangazi Üniversitesi İşletme Fakültesi 4. sınıf öğrencisi 22 yaşındaki Işıl Kurt: Protesto için üç gün önce Eskişehir’den trenle İstanbul’a geldim. Protesto için toplandık. Polisler karşımıza çıkınca bir arkadaşımız hepimize ‘dağılın’ dedi. Bu sırada müdürleri çevik kuvvet polisine ‘saldırın’ diye talimat verdi. İlk olarak iki arkadaşımız gözaltına alındı. Onlara doğru koştuk ama gözaltını engelleyemedik.

Sonra geriye doğru çekilmeye başladık. Yaralanan arkadaşlarımız vardı. Onlarla ilgilendim. Bu yüzden arkada kaldım. Sırtımdan tutup, dizimin arkasından postalla basarak yere yatırdılar. Tekmelemeye başladılar. Dizimde, çenemde, kaburgamda ezikler var. Şu anda normal yürüyemiyorum.

Beş polis küfrederek beni dövdü. Sonra sürükleyerek gözaltına aldılar. Biber gazının etkisiyle gözümü açamıyordum. Tam bayılmak üzereyken gözaltına alındım. Bacak arama tekme atıldığını da hatırlıyorum. Zaten fotoğraflarda var. Saçımı çekerek, kaldırıma vurdular.

Daha sonra otobüse bindirildik. Karaköy Polis Merkezi’nin önüne götürüldük. Genç-Sen üyesi 20 arkadaşımız Eskişehir’den trenle İstanbul’a geldi. O yüzden polis tarafından durdurulmadılar. Üniversiteler, kontenjanlar artırılarak, dört yıl bekletme merkezi haline dönüştürülüyor. Genç işsizlik oranı yüzde 21’e ulaştı.


22 yaşında bir genç kızın bacak aralarına vuruluyor, göğüslerine vuruluyor. Belli ki, kadınların neresine vurulacağı öğretilmiş itlere. Hayatı boyunca yaşayabileceği bir acı çektirilmeye çalışılmış.

Gencecik bir kızın, saçlarından çekiliyor, tekmeler atılıyor, kaldırıma vuruluyor. İleri demokrasi filan işin hikâyesi. Ciddi bir direniş gerekiyor, Yunanistan'daki gibi, İtalya'daki gibi, Fransa'daki gibi.

Karşındaki en adice yöntemlerle sana saldırıyor, kimyasal silahlar püskürtüyor, kadın, kız demeden sanki karşısında düşman varmışcasına tekmeler sallıyor.

Faşist cunta ya da diktatöryal yönetimlerinde rastlayabileceğimiz türden görüntüler bunlar. İnsanlara savaş döneminden kalma kimyasal gazlar püskürtmek orospu çocukluğundan başka bir şey değil.

Hiçbir baltaya sap olamamış, cemaatlerin evlerinde yetiştirilmiş bu insan benzeri yaratıklara polis okullarında ne gibi eğitimler veriliyor, beyinlerine neler yerleştiriiyor acaba?

Gerçi Türkiye 12 Eylül 2010 referandumu ile süper özgür, hiper demokratik bir ülke oldu. Darbelerle hesaplaşan iktidar, kendi karşı darbesini gerçekleştiriyor ağır ağır. Başbakan milyonlarca kişinin gözüne bakarak, hakkında olumsuz haber yapan gazetecilerin hapise gönderilebileceğini ima ediyor.

Onlarca öğrenci birtakım hayvanlar tarafından dövülürken, demokratik Türkiye'nin iktidar partisinin genel başkan yardımcısı demokrasi ve özgürlüğün sınırlarını ne olduğunu anlatıyor. Bir tane adam çıkıp da, şu hayvanlığın boyutunu sorgulayamıyor.

Cumartesi günü polisin tek bir amacı vardı, aldığı emir doğrultusunda. Her türlü toplumsal hareket en sert biçimde bastırılmalı ki, kimse sokaklara çıkmaya cesaret edemesin.

Başbakan, önümüzdeki ay öğrencilerle bir araya gelecekmiş Dolmabahçe'de. Marketten hıyar seçer gibi özenle seçilecek hepsi. Uslu, efendi çocuklar Başbakan'ın vaazını dinleyip, alkışı patlatacaklar. Sonra bunlar da çıkıp, "Öğrencilerin sorunlarını, dertlerini dinledik. Türkiye çok değişti" minvalinden masallar anlatacaklar.

Türkiye leş gibi kokan bir bataklığa dönüştürüldü. Sivsisinekleri yok etmenin zamanı geldi. Kıvılcımı öğrenciler yaktı, ateşi güçlendirmek bizim elimizde.

Unutmadan, Işıl'ın bacaklarının arasına, göğüslerine tekmeler savuran orospu çocuğuna küfür etmezsem içim rahat etmez. Üstündeki üniformayla, sadece bir genç kıza gücü yeten aciz piç, bir gün alanlarda görüşmek üzere...

Hepsinin hesabı sorulacak, her şeyin bedeli ödenecek.