30 Kasım 2010

Hepimiz Akdeniz insanız ya


Hepimiz Akdeniz insanıyız ya. Deniz karşı kıyısındaysa IMF'ye ve sosyal politikalara karşı mücadele var. Gerekirse yumruklarını sıkarak, isyan ederek.


Aynı denizin sularında yüzdüğümüz gençler Yunanistan'da omuz omuza direnişte.



Gelecekleri için, kimseye boyun eğmeden, kol kola bildikleri yolda ilerliyor.


Hepimiz Akdeniz insanıyız ya. İtalya'da gençler, üniversitede reform tasarısına karşı öğrenciler eylemde.


Harçlara yapılan zamlara karşı gelmek için, otobanları dolduruyorlar.


Başkent sokaklarına sığmıyorlar, onurlu bir mücadele için.


Hepimiz Akdeniz insanıyız ya. Bizim üniversiteli öğrencimiz hamsi festivalinde kolbastı oynuyor.



Film festivaline gelen birkaç oyuncuyu görmek için sokakları dolduruyor.


Narenciye festivali için kent sokaklarını hınca hınç doldurup şarkılar türküler eşliğinde eğleniyorlar.

Akdeniz insanıyız ya. Akdeniz'in geleceği düşünen bireyleri ve koyun gibi ortalarda dolananları olmak üzere ikiye ayrılanlarıyız.

Akdeniz'in geleceğine sahip çıkanları ile gününü gün edip sadece günü kurtarmaya çalışanları olarak ayrıca ikiye ayrılanlarıyız.

Sözün özü, Akdeniz'i hak edenleri ve hak etmeyenleri olarak ikiye ayrılıyoruz.

Onurlu bir halkın torunlarını, onursuz asalaklar haline gelmesini görmek insanın içini acıtıyor.

Onurumuzdan başka kaybedeceğimiz ne var?


Her türlü darbelere karşılar. 12 Eylül'de insanların sokak ortalarında öldürüldüğü zamanlarda, bu zihniyet, kendilerine gelen fırsatı değerlendirecekleri için avuçlarını ovuşturuyorlardı.

Merdiven altı camilerde örgütlenme çabası içindeydiler. Sokakta ölen her insan, onların gelecekte var olma şansıydı. O yüzden de sokaklara hiç inmediler.

12 Eylül darbesi gerçekleştirildi. Herkesten çok onlar sevindi. Çünkü bir nesilin üstünden tanklarla geçilmiş, insanların apolitize olmaları yolunda önemli adımlar atılıyordu. Koşar adım iktidar yolunu tuttular, dipden, derinden, ağır ağır.

Gel zaman, git zaman Türkiye'de her şey değişmeye başladı. Okullarda aptal yetiştiriyor, televizyonlar bu aptalların beyinlerini kullanılamaz hale getirmek için büyük çaba harcıyordu.

Türkiye'de sonu gelmeyecek bir tartışmanın tohumları da bugünlerde atıldı. Başörtüsü, türban. Okullara gidemeyen genç kızlar, üniversite kapılarını aşındırıyordu. Cuma namazları çıkışlarında birlikte eylem koyuyorlardı sokaklarda.

Sonu gelmeyen, bitmeyen eylemler gerçekleştirildi üniversite kapılarında. Ta ki, AKP iktidara kurulana dek. Bıçakla keser gibi sonlandı eylemler. Oysa bu kızlar hâlâ giremiyordu üniversitelere. Ama artık güç, kendi ellerine geçmişti. Onları sokaklara dökenler, "Tamam halledeceğiz, evinize dönün" talimatını vermişti çünkü.

Aradan 30 yıl geçti, iktidar ellerine geçti. 12 Eylül anayasasına yüzde 93'le onay verenler, sokaklarda askerleri kucaklayanlar, hesap sorma zamanının geldiğini düşündüler. Sistemle ve kurumlarıyla keskin savaş başladı. Artık sistemin devşirilme zamanı gelmişti, çünkü palazlanılmıştı.

Kendilerine karşı olan tüm kurumlara gözdağı verildi, sindirildi, susturuldu. Asıl dertleri kurumlarla değildi. Kurumların kendi ellerinde olmaması sinirlendiriyordu onları. 6 Kasım'larda sokağa dökülen YÖK karşıtı türbanlı genç kızlar, artık YÖK'ü eleştirmiyor. Çünkü YÖK fethedilmiş bir kaleydi.

Kapatma davasında görüldü ki, Anayasa Mahkemesi kendileri için tehlike arz ediyordu. Yeniden böylesi bir durumla karşı karşıya gelebilirler ve siyasi arenadan silinebilirlerdi. Kaleleri teker teker ele geçirmenin en önemli ayağı olarak Anayasa Mahkemesi göze kestirildi.

Her zaman yaptıkları gibi bunu aleni bir biçimde yapamazlardı. "12 Eylül'le hesaplaşma, darbecilerle hesaplaşma zamanı" diyerek, yola çıktılar.

Amaç tabii ki darbecilerle ve darbeyle hesaplaşmak değildi. Çünkü 12 Eylül'den beslendiler yıllarca. Kendilerini varedenlerle hiçbir hesapları yoktu.

Bütün bir yaz boyunca, Başbakan Erdoğan'ın ne yaman (!) bir darbe karşıtı olduğunu gördük. Dün darbe karşıtı Başbakanımız, Libyalı darbeci Muammer Kaddafi'nin "Kaddafi İnsan Hakları Ödülü"nü büyük bir gururla aldı.

Darbelere ve darbecilere ne büyük minnet içinde oldukları görmek için ancak aptal olmak gerekir. 12 Eylül'de 'örgüt evleri' basılıp, insanlara kurşun yağdırılırken, darağaçlarında gencecik insanlar sallandırılırken, merdiven altı medrese ve camilerde bugünün hesaplarını yapanlar, bu ülkedeki aptal sayısını iyi hesap etmiş.

Onurumuzdan başka kaybedeceğimiz ne var?

Olanlar için söylüyorum tabii. Yoksa onursuzluk denizinde kulaç attığımızı bilmiyor değilim.

29 Kasım 2010

Alınacak dersler, verilecek yanıtlar ve Mourinho'ya kapaklar


FC Barcelona: Valdés (altyapı), Alves (transfer), Piqué (altyapı), Puyol (altyapı), Abidal (transfer), Sergio Busquets (altyapı), Xavi (altyapı), Iniesta (altyapı), Pedro (altyapı), Messi (altyapı), Villa (transfer)

Real Madrid: Casillas (altyapı), Ramos (transfer), Pepe (transfer), Carvalho (transfer), Marcelo(transfer), Xabi (transfer), Khedira (transfer) Ronaldo (transfer), Mesut Özil (transfer), Di María (transfer), Benzema (transfer).

Endüstriyelleşmiş futbola verilebilecek en güzel örneklerden biridir şu yukarıdaki tablo. 'Transfer transfer' diye kıçını yırtan Türk taraftar profiline meram anlatmak için daha iyi bir karşılaştırma olamaz.

İki takımın karşılaştırmasına devam edelim. Bir takımın formasında UNICEF var, diğerinde ise bir bahis firması. Barcelona UNICEF'e katkı sunuyor, bahis firması Real Madrid'e. Sadece forma reklamlarına bakarak bile, endüstriyelleşmiş futbola nasıl şamar yapıştırılır görüyoruz.

Maçla ilgili bir şey söylemeyeceğim. Herkes izledi olan biteni. Messi'nin birkaç kendini bırakması dışında, tekme-tokat ve spor-sanat ikilemi arasında gidip gelen bir maçtı.

Sadece bu maç özelinden onlarca ders çıkartılabilir. Nasıl mı? Mesela bizim aptallar, maç sonlarında teknik direktörlerini çatır çatır eleştirirken, Valdez'in, Ronaldo'nun Guardiola'ya yaptığı terbiyesizliğe verdiği yanıt gibi.

Takım arkadaşına atılan bir tekmede, nasıl yekvücut olursun onu izledik. Bizimkiler, rakiplerle konuyu münazara ediyor, elinoğlu 11 kişi arkaşını yalnız bırakmıyor.

Futbolun, doğru yapılanma gerçekleştirildiği sürece basit bir matematiği var. Yeter ki, o yapılanmanın arkasında durmayı bil. Bizde olduğu gibi, "Hocanın arkasındayız" dedikten 3 hafta sonra adamı yollarsan olmaz bu işler.

Maçın rakımlarına bakalım. Barcelona 684 pas yapmış, Real Madrid 331. Topla oynamada Barcelona yüzde 67'ye yüzde 33'lük başarı sağlamış.

Jose Mourinho, haftalardır vıdır vıdır konuştu. Ağzında Inter maçından başka bir şey yoktu. Çekirgenin zıplama mühleti tek maçlıktı, onu da doldurdu. Gerçi maç sonundaki basın toplantısında hâlâ Inter günlerini yadediyordu ama bu mağlubiyetin şokunu atlatması biraz zor olur.

Mahalle karısı edası, ortalığı germe, dikkatleri başka yöne çekmek gibi basit taktikleri var Mourinho'nun. Bu maçtan sonra halen konuşabilecekse, kendisindeki midenin şirden olduğu kanaatine varacağım.

Türkiye'deki kulüplerin bu doğru yapılanmayı örnek alması şart. Başbakanlık örtülü ödeneklerinden para aktarılan, borç batağındaki kulüplere devletten sürekli yardım yapılan bir ortamda aklın, mantığın birleşmesi bu ülkedeki boktan futbol ortamını biraz arındırabilir, kirli oyunlardan.

Futbolu seviyorum ama Salazar'ın 3F'sinin bir ayağını oluşturan futbolu değil. Ülkede dönen her türden kirli işin perdelenmesini sağlayan futboldansa nefret ediyorum.

Çirkefliğimi yapmadan yazıyı sonlandırmam. Mourinho'ya emzik verelim, Madrid'deki maça kadar ağzında tutsun. Çünkü konuştukça daha antipatik hale geliyor. Adama kapağı böyle takarlar hacım.

O değil de, bir insan niye Real Madrid'i tutar ki? Küstahlığın, zenginliğin, kendini beğenmişliğin yanıtını şiir dinletisi tadında, Chopin bestesi kıvamında futbolla verirler. Gerçi yer yer tecavüzü andıran sahneler de yok değildi ya neyse. Küfürsüz bir yazı sonlandırma niyetindeyim. Real Madridli olsaydım bir hafta gözüme uyku girmezdi, yemin ediyorum.

Ya hakikaten eğer İspanyol değilseniz niye Real Madrid'i tutarsınız ki? Akıllı bir adamdan yanıt bekliyorum.

Özel not: Lan Umutcan, adama böyle çakarlar, Mourinho'ymuş. Hadi eyvallah...

Wikileaks'te şu ana kadar gün yüzüne çıkan Tayyip Erdoğan iddiaları


Yazıyı okumadan önce önemli not: Yarın Wikileaks'in Başbakan Erdoğan'la ilgili bölümlerini hiçbir gazetede okuyamayacaksınız. Tüm genel yayın yönetmenleri (biri hariç, o da baskı yediği için muhtemelen yayımlayamayacak) oto sansür uygulama kararı aldı. Şu sayfalarda adam diye okuduğunuz köşe yazarları var ya, hepsi yayımlanmaması yönünde görüş bildiriyor (birkaçı hariç).

Türk halkı okumayı sevmez, o yüzden madde madde yazalım Wikileaks'teki iddiaları.

1- Başbakan Erdoğan, petrol işlerini özelleştirirken kendine de pay ayırıyor.

2- Başbakan Erdoğan, İran’a baskı yaparak doğalgaz boru hattı projesine çok yakın arkadaşının (Fenerbahçe yöneticisi Cihan Kamer) bir şirketini ortak ettirdi.

3- Başbakan Erdoğan'ın, İsviçre bankalarında 8 ayrı hesabı var.

4- Başbakan Erdoğan, Başbakanlık örtülü ödeneğinden Trabzonspor'a milyonlarca dolar para aktarmıştır. Amaç, kaybedilen Trabzon Belediyesi'ni kazanmak.

5- AKP iktidarı, "Yolsuzluk yapan bir hükümet ve ona göz yuman bir İslamist… (Başbakan Erdoğan burada söz edilen)" sözleriyle nitelendiriliyor.

6- Başbakan Erdoğan, çeşitli bilgileri İslamcı gazetelerden alıyor ve kendi bakanlıklarının yaptığı araştırmalara bakma gereği bile hissetmiyor.

7- 6. maddedeki nedenden ötürü istihbarat ve ordu artık bazı bilgileri kendisine iletmiyor.

8- Kimseye güveni yok, kaybetmekten çok korkuyor.

9- Başbakan Erdoğan, Allah’ın Türkiye’yi yönetmesi için kendisini seçtiğine inanıyor.

10- Antalya Büyükşehir Belediyesi'nin tramvay inşaatı ihalesinin Başbakan Erdoğan'ın ricasıyla oğlunun kayınpederi Sadık Albayrak’a verilmiştir.

11- Yolsuzluka adı geçen bakanlar: Abdülkadır Aksu, Kürşat Tüzmen ve Mehmet Müezzinoğlu olduğunu belirtirken, eski MHP'li Tüzmen'in "her türlü avantaya açık" olduğunu dile getiriyor.

Şu saat itibariyle kapağı aralanan iddialar böyle. Bu iddialar dışında bir önceki hükümette bakanlık yapmış bir kişinin (ki o kişinin kim olduğunu biliyorum) Türkiye'deki uyuşturucu ticaretinde çok ciddi payı olduğu, yine aynı bakanın küçük yaşlardaki kızlara olan düşkünlüğü, Nimet Çubukçu'nun eşinin birtakım kirli işlerde bulunduğu gibi pek çok iddia var.

Bunlar deli saçması, komplo, yalan olarak geçecek tüm dünyada. İran, ABD, Almanya İngiltere, Fransa, Rusya yani adı geçen tüm ülkeler iddiaları yalanladı. İlk kez aynı fikirde olan ülkeler var, ne ilginç değil mi?

Wikileaks belgelerine Anadolu Ajansı yorumu


Farkındayım son günlerde Anadolu Ajansı'na takmış durumdayım aşağıda okuyacaklarınız bir kurumun, hatta ülkedeki tüm kurumların ne hale geldiğinin göstergesidir.

Gerçekler nasıl saklanıyor, yalanlar nasıl hap gibi yutturuluyor, aşağıdadır. Okuyun lütfen.

Beklentim, haftaya cumaya kadar Türkiye'de ciddi bir tartışmanın başlatılması. Ciddi dediysem, Wikileaks belgelerinin unutturulması için gözlerin bambaşka bir yere çevrilmesi için.

Ya da herkesin konuştuğu ama sıranın bir türlü gelmediği Ergenekon'da gazetecileri içine alacak yeni bir dalganın yaratılması.

AA'NIN YOLLADIĞI WİKİLEAKS'İN BAŞBAKAN ERDOĞAN HABERİ

Dünya çapında olay yaratan Wikileaks’in açıkladığı bazı belgelerde Başbakanlık’tan üst düzey bir yetkilinin ABD’nin Ankara Büyükelçiliği’ne Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın kişiliği hakkında bilgi aktararak, Erdoğan’ın "mükemmelliyetçi, işkolik, adil ve merhametli bir kalbe sahip olduğunu" belirttiği kaydediliyor.

"İçerdekine göre patronu Erdoğan, çok demokratik, ancak genel tanımlaması daha çok, nüfuzundakileri katı otokratik kurallara göre yöneten cömert ve baskın bir figür olduğu yönünde." Belgede bu görüşlerin tek bir kişinin izlenimleri olduğu belirtildi ve bu kişinin Başbakan Erdoğan ile yakın bir mesai içinde olduğuna dikkat çekildi.

Üst düzey yetkilinin Başbakan Erdoğan’ın kişisel tarzına ilişkin görüşlerini aktardığı ifade edilerek, Erdoğan’ın gerek kendisinden gerekse çevresindekilerden mükemmel iş beklediği, hatta mükemmel işleri bile daha da geliştirmek için yollar yarattığı belirtiliyor.
İşkolik olarak tanımlanan Erdoğan için 3 günlük tatil süresinin bile uzun olduğu, çevresindeki personelin aynı tempoda çalıştığı belirtiliyor. Belgede daha sonra şu ifadeler yer alıyor:
"Başbakanı iyi tanırsanız, bizim temas kurduğumuz kişinin de bize söylediği gibi çok inatçı olduğunu anlarsınız. Aklı birşeye takıldığı zaman, hatta birşeye inandığı zaman onu hiçbir şey vazgeçiremez. Erdoğan çok kararlı bir kişi. Ayrıca yabancı liderler de dahil insan insana iletişimde çok yetenekli ve etkili birisi. (İçerdeki yetkili) örnek olarak Başkan (George) Bush ile uzun toplantısını ve hatta buz gibi (Rusya Başbakanı Vladimir) Putin’in Erdoğan’ı kucakladığını hatırlattı."

Belgede Başbakan Erdoğan’ın çalışanları ile ilişkilerinde adil bir insan olduğu da belirtilerek, personelini desteklediği ve ihtiyaçlarına karşı ilgili olduğu kaydedildi.

Söz konusu belgede "(İçerdeki yetkili) Erdoğan’ın merhametli bir kalbi olduğunu ve çalışanlarında muazzam bir sadakate neden olduğunu belirtiyor" denilerek, Başbakan Erdoğan zırhlı arabasında kilitli kaldığı zaman camı balyozla kırarak Erdoğan’ı kurtaran, ancak hayatını da tehlikeye atan koruması Halit’i, bu hatasına rağmen işinde tuttuğu, basında pek çok haber çıkmasına rağmen Halit’in bu hatalı davranışını kendisine yönelik bir sadakat ve sevgi olarak değerlendirdiği bildiriliyor.

PEKİ YA BELGELERDE ERDOĞAN İÇİN HANGİ BELGELER VAR VE ANADOLU AJANSI BUNLARI SERVİS ETMEDİ

Ankara'dan 30 Aralık 2004 tarihinde geçilen belgenin 21. maddesinde Erdoğan’ın İsviçre Bankası’nda 8 ayrı hesabı olduğu iddia ediliyor.

"AKP iktidara yolsuzlukların kökünü kazıyacağını söyleyerek geldi. Halbuki AKP'lilerin bize anlattığına göre, partinin ulusal, bölgesel ve yerel seviyesinde ve bakanların aile üyeleri arasında çıkar çatışmaları ve ciddi yolsuzluklar var.

İki ayrı kaynaktan edindiğimiz bilgiye göre, Erdoğan’ın İsviçre bankalarında sekiz ayrı hesabı var. Erdoğan'ın varlığının oğlunun düğününde gelen hediyeler ve dört çocuğunun okul masraflarını karşılıksız ödeyen Türk işadamından kaynaklandığını söylemesi ise çok yüzeysel."

Belgelerde "inatçı, mükemmeliyetçi ve hiperaktif" olarak tanımlanan Erdoğan’ın "aşırı bir gurura" ve "dizginlenemez bir açgözlülüğe" sahip olduğu yorumu yapılıyor. Erdoğan ile Abdullah Gül arasında da AK Parti’nin kontrolü için bir çekişme yaşandığı belirtiliyor.

Ne zaman uyanacağız?


Vay arkadaş olaya bak sen. Trabzonspor Wikileaks'e düştü. Fotoğraftaki adam Başbakanlık örtülü ödeneğinden, bizzat Başbakan Erdoğan'ın emriyle, belediye bazında CHP'ye kaptırılan Trabzon'u yeniden kazanmanın bir ayağı olarak transfer edilmiş.

Yararlı olmuştur, olmamıştır, bunlar tamamen ayrı konular. Cezasahası'nda şahane bir yazı var, mutlaka okuyun.

Recep Tayyip Erdoğan, Nuri Albayrak, Sadri Şener, Faruk Özak'ın kare as oluşturduğu şahane (!) bir oluşum var.

Belediye seçimleri için Başbakanlık örtülü ödeneği kullanılıyor. Örtülü ödenek dediğin şeyde, gizli saklı, miktarı belli olmayan ve hesabı verilmeyen bir para. Kimin cebinden çıkıyor? Senin, benim, babamın, dayımın, amcamın emeği üstünden alınan paralardan.

12 Eylül'den sonra apolitize oldu bir nesil eyvallah, onu biliyoruz. Ama bir halk bu kadar mı ruhunu, yüreğini kaybeder. Etrafımızda olup biten tek bir şeye bile tepki veremez haldeyiz.

Her yalana, umut diye sarılıyoruz, her yalanı içimize sindiriyoruz. Her konuda pervasız bir iktidarla karşı karşıyayız. Makyevel'i bile utandıracak cinsten oyunlar oynanıyor.

Seçim kazanmak için kışın buzdolabı, yazın kömür dağıtımı filan hadi yine bir nebze anlaşılır bir durum diyelim. Ama bir spor kulubüne örtülü ödenekten para gönderilip, transfer yapılması mantık sınırlarını bile zorluyor.

Şeytanın aklına gelmeyecek şeyler bunlar. Şeytan artık vücut buldu, aramızda geziyor, hatta iktidara gelip, ülkenin neyi var neyi yok satıyor, satmak için yol yapıyor, o yolu da herkese yediriyor.

Aptal bile olamayacak bir ulus haline geldik. Beyinsiz, şeref yoksunu, koskoca bir ülke yarattılar, son 30-35 yılda.

Konuştuğumuz, tartıştığımız şeylere bir bakarsanız daha iyi anlarsınız. Acun'un eşinden boşanıp boşanmayacağını, bilmem hangi dizinin oyuncusunun götünü bacağını açmasını, loto talihlisinin ortaya çıkıp çıkmamasını filan tartışıyoruz.

Tartışanlar kimler? Asgari ücretle evini geçindirmeye çalışan memur, inşaat tepelerinde harç yapan işçi, üniversitede hukuk-siyasal bilgiler-mühendislik okuyan gençler. Koskoca bir toplum bunları konuşuyoruz, tüm önceliğimiz bunlar.

İnsanın içi acıyor cidden, kendi halkının aptallaşmasını an be an izlerken. Hatırlıyorum 1980'li yılları. Özal iktidarı dönemlerini. En ufak zam haberi bile manşetlerdeydi, insanlar o haberlerin üstüne oylarının rengini değiştiriyordu. Bugün geldiğimiz noktaya bakalım; artık o zamlar haber olmuyor, kısa, kutu haberler halinde veriliyor.

Bu halkı böylesi aptallaştıran, gözünün önündekileri tartışmaktansa kendi hayatının ucundan bile geçmeyecek konuları konuşturan basındır. Sanki bu ülkenin tek bir sorunu yokmuşcasına köşelerinde; şaraptan, aşktan, bahseden köşe yazarlarıdır bu halkın aptallaşmasını sağlayan.

"İnsan hikâyeleri verin, millet bunlara bayılıyor" diye toplumsal olaylar yerine, tek tek bireyler üstüne kurulu haberleri pompalayan genel yayın yönetmenleridir, bu halkın aptallaşmasını sağlayan.

AKP, CHP, MHP, BDP v.s. v.s. hepsinin aynı bokun soyu olduğunu görmeye başladığımızda, her şeyin çok geç olduğunu anlayacağız. Bugün iktidar gitsin, yarın şu saydıklarımdan biri gelsin. Emin olun fark eden çok şey olmayacak.

Binlerce yalan söyleniyor ve biz içlerinden birinin bile farkını varamıyoruz. Verdiğim vergi haram olsun hepsine, tek bir kuruşu bile böyle bir olay için kullanılmışsa haram olsun. Umarım kan ağlaya ağlaya, kan tüküre tüküre hesabını verirsiniz, bu yoksul halkın parasının.

Fikret Kızılok ne güzel yazmış be, "Sabahın tam üçündesin, dertlerin en gücündesin" diye.

Her şeye rağmen, hep bir umut var içimde. Yoksa bu boktan ülkede yaşamanın ne anlamı olur ki?

28 Kasım 2010

Onursuz, gurursuz, şerefsizler topluluğu


Merak ediyorum o koltukta ne var? Ya da Galatasaray küme kalma mücadelesi verirken mi siktirip gideceksiniz? Gerçi tablo şu an kümede kalma mücadelesi veren takımlarla hemen hemen eşit. 14 maçta 5 galibiyet, 2 beraberlik, 7 mağlubiyet ve eksi 4 averajla 17 puan. 17. sırada bulunan Sivasspor 11 puanda. Yani Galatasaray ciddi ciddi kümede kalma potasında duruyor.

Aslında sorun tabelada bulunduğu yerde değil, sorun Galatasaray'ın birkaç sezondan bu yana uyutulması. Yok GSBilyoner, yok Türk Telekom Arena, yok şirket birleşmesi, yok Galatasaray televizyonu.

Bana ne lan bunlardan. Millete Galatasaray ismini kullanıp bahis oynatmanızla mı gururlanacağım yoksa varını yoğunu Galatasaray'a akıtan, formasını alan, çoluğundan çocuğundan, hayatından eksiltip bilet veren adama televizyonu izletmek için bile para almanızdan mı?

Bunların hiçbiri beni ilgilendirmiyor. Ben sahada mücadele eden adamlar istiyorum, formasını dibine kadar terleten adamlardan söz ediyorum.

Çocuktum hiç şampiyonluk görmedim. Ama Hakan Balta gibi yavşaklar yoktu takımda, Servet gibi zekâsal açıdan sorunlu adamlar yoktu. Sarı İsmail vardı, Rambo Yusuf vardı, Erhan Önal vardı, Çaycı Ahmet vardı, Adnan vardı, Cüneyt Kaptan vardı, Sefer vardı.

Bunların arasında yetenekleri kısıtlı da olsa sahaya çıktığında terleyene kadar koşan, mücadele adamlar vardı.

Gel bak şimdi, para için oynayan godoşlarla dolu bir takım var. Hakan Balta'nın suratına lütfen bakın, ne kadar kendini vermiş. Servet'in suratına bir bakın ne için oynuyor? Pezevenkler Lamborghinilerle fink atarlar İstinye Park'larda, sahaya çıktığında öyle mal gibi bakıyorlar rakibin arkasından.

Salt para için oynayan adamlarla bir takım oluşturuldu. Servet denen lavuk aldığı paradan daha fazlası verilemediği ve verilemeyeceği için başka takıma gitmiyor. Niye gitsin ki herif, 2.5 milyon Euro alıyor. Paraya bak sen, 2.5 milyon Euro.

Barış denen herif 3. ligden geldi yıllık 1 milyon Euro alıyor. Ne zamanlama bilir, ne doğru düzgün rakibi karşılar, ne de kademe zekâsı var.

Hakan Balta bu takımda sol bek oynuyor ama Insua oynayamıyor. Ne o kiralıkmış! Ulan oynayanların, kiralık olmayanların alayının vicdanı kiralık. Ne ruh var, ne zekâ var, ne yetenek var. Bir adam da hiçbir şey mi olmaz.

Dalyarak ikili şimdi çıkmış "Demek sorun Rijkaard'da değilmiş" diye yorumlar yapıyor. Sizin amınıza koyayım ben, yeni mi aklınız başınıza geldi.

Niye kızdığımı bilmiyorum çünkü zaten sezon başında şu an oluşan tabloyu görmüş ve söylemiştim. Her hafta kızıyorum, üstelik hiçbir umutla da izlemiyorum ama yine de kızıyorum.

Kızdığım şey; aldıkları skorlar, oynadıkları futbol değil. Götünü yırtıp ayda 800 TL karşılığında çalışan insanlar varken bu ülkede, bu pezevenkler yıllık 2 milyon Euro alıp, kıllarını kıpırdatmıyor. Esas kızdığım şey bu.

İbnelerin bir eli yağda bir eli balda. Yedikleri önlerinde, yemedikleri arkalarında ama sahaya çıktıklarında eli belinde sağa sola bakıyorlar.

Puşt herifler, bu ülkede insanlar madenlerin altlarında ölüyor, sizin bir mekânda bahşiş olarak verdiğiniz parayı kazanamadıkları için kendilerini asıyorlar, inşaat iskelelerinde 10. kattan düşüp ölüyorlar üç kuruş için. Yani emek veriyorlar emek.

Siz sahada dolanıyorsunuz. Neymiş, "Bana güvenilmediği yerde başarılı olamammış." Peh, amınıza koyayım sizin. 2.5 milyon Euro alacaksın, güven bekleyeceksin. Sonra da herkes haklı bulacak bu açıklamayı.

Onursuz, gurursuz şerefsizler topluluğu. Hepinizin kıblesi başkanınız. Nasılsa o da, bir bok becerememesine rağmen yeni gelinin sike sarıldığı gibi koltuğa sarılmış. Siz niye bırakasınız ki, haklısınız...

Not: Bir ekleme yapma ihtiyacı hissettim. Kimse kusura bakmasın ama Hagi'den teknik direktör olmaz. Keşke olsa ama olmaz. Ali Turan'ın sağ bek oynayamayacağını ve oynayamadığını görmek için daha kaç hafta beklemek gerekir bilmiyorum. Hakan Balta o takımda oynuyorsa ve Insua yedekse bu fikrimi değiştirmeye kimsenin gücü yetmez.

Hagi benim efsanemdir ve hep öyle kalacaktır ama ne yazık ki, teknik direktör olarak değil.

Hepinizin geçmişini sikeyim



1917'de ilk sabotaj yapılmıştı Haydarpaşa Garı'na aradan 93 yıl geçti şimdi başka bir sabotajla karşı karşıya.

'İstanbul'u anımsadığımda, gözümün önünde canlandırdığımda aklıma gelen birkaç yapıdan biri Haydarpaşa Garı.

Bu beladan nasıl kurtulacak, atlatabilecek mi bilmiyorum ama Haydarpaşa Garı'nın olduğu yere Ticaret Merkezi ya da 7 yıldızlı bir otel yapılacağı kulaktan kulağa konuşuluyor.

Bu güzel şehirdeki her şeyi yavaş yavaş bitiriyorlar. Otto Ritter ve Helmuth Cuno'nun kemikleri sızlıyordur muhtemelen. Bu güzel şehre hediye ettikleri eserlerinin göz göre göre yanmasından ötürü.

İnsanları yakıyoruz, binaları yakıyoruz, ormanları yakıyoruz. Yakmasak, sular altında bırakıyoruz. Tarihine, geçmişine, kültürel miraslarına bu kadar düşman, bu kadar hainlik yapan bir millet daha yoktur.

Kültür Başkenti diye mavralar savuruldu, koskoca Kültür Başkenti'nin bir tane bile yangın söndürme helikopteri yok. Kültür Başkenti'nin en güzel binalarından birinin akıbetini hep birlikte göreceğiz.

Şerefsizler, hepinizin geçmişini sikeyim.



27 Kasım 2010

AA yalakalıkta kendini aştı


Noktasına bile dokunmuyorum metnin.

"Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç'ın Antalya'nın Alanya ilçesinde yaşayan teyzesinin kızı Nurten Özçelik (82) vefat etti.

Alanya'daki evinde yaşamını yitiren Nurten Özçelik'in cenazesi yarın öğle vakti kılınacak cenaze namazının ardından Bektaş Mezarlığı'nda toprağa verilecek.
Bülent Arınç'ın teyzesi Zehra Uğur'un kızı olan Nurten Özçelik, geçen yıl ilçede 18 derslikli bir ilköğretim okulu yaptıran Hamit Özçelik ile evli ve 3 çocuk annesiydi."


Yıllardır bu işi yaparım, herhangi bir siyasinin annesi, babası, kayınvalidesi, kayınpederi ve kardeşi dışında Anadolu Ajansı'nın teyze kızı, hala oğlu, elti, enişte noktasında haber yaptığını görmemiştim.

Bülent Arınç'ın kümesteki tavuğu, eşikte, beşikte ne kadan tanıdığı varsa haber olacak mı acaba? Ne bileyim yakında Anadolu Ajansı'nda, "Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç'ın sık sık alışveriş ettiği süpermarketin sahibinin eşinin, kız kardeşinin babası vefat etti" türünden haberler görür müyüz? Bundan kelli şaşırmam, haber olursa.

Lan cidden, tamam Bülent Arınç'a bağlısınız anladım ama bu kadar yalaka olunmaz ki. Yavşaklık sınırlarında geziniyorlar, kurum olarak.

Gerçi tabii, adamlar da haklı. Hepsini işe alan Bülent Arınç, doğal olarak da akanları yalayacaklar. Olmadı akması için uğraşacaklar.

Amına koydunuz lan Anadolu Ajansı'nın.

12 Eylül'le hesaplaşılmasını bekliyoruz


12 Eylül'de asılan gençlerin son mektupları ile Tayyip Erdoğan'ın 20 Temmuz'daki konuşmasını yan yana getirin. Hepsini koymayacağım mektupların, sadece birkaçı yeterli.

Tayyip, ağlamıştı 20 Temmuz tarihinde TBMM'de yaptığı konuşmada. Kendilerine devrimci diyen bu ülkedeki birtakım gerizekâlılar da destek vermişti referandumda 12 Eylül'le hesaplaşılacağı gerekçesiyle.

Bugün YÖK Başkanı'ndan açıklama geldi. 12 Eylül'ün en büyük ürünü YÖK'ün ismi ve logosu değişecek diye. Muhtemelen "YÖK'ü kaldırdık" diye teraneler okunacak değişiklikler sonrası.

Evet 12 Eylül'le hesaplaşmak isteyen başbakanın sözleri ve 12 Eylül döneminde asılan gençlerden birkaçının son mektupları... Referandumdan sonra hâlâ hesaplaşılmasını bekliyoruz.

Referandumda iktidara destek çıkan devrimciler acaba böyle bir beklenti içinde mi? Onu da merak ediyorum...

RTE: Belki şu anda anlatacaklarım biraz farklı olacak. Yakın siyasi tarihi, ama trajik bir siyasi tarihi önünüze etireceğim. Bakınız Necdet Adalı daha 19 yaşında bir lise öğrencisiyken, cinayet işlediği iddiasıyla 1977 yılında tutuklandı.

Bende o zaman bir siyasi partinin İstanbul Gençlik Kolları Başkanıyım. Suçsuzluğundan, serbest bırakılacağından o kadar emindi ki, cezaevinde arkadaşlarının firar girişimine katılmadı.

Kendisini yargılayan hakim Necdet Adalı’nın masum olduğunu iddia etti. Necdet Adalı 22 yaşındayken, 8 Ekim 1980’de asılarak idam edildi.

Bir başka isim Erdal Eren. Daha 17 yaşındayken tutuklandı. 13 Aralık 1980’de, 18 yaşından küçük olmasına rağmen idam edildi. Keşke bazı parti liderleri vicdanlarına destek vererek dürüstçe konuşsa. Tam 30 gün sonra yine bir 12 Eylül günü bu işkencelerle, milletçe hesaplaşacağız.

ERDOĞAN YAZGAN'IN MEKTUBU

Sevgili ve değerli aileme

Bu size yazacağım son mektup. Sizlerle uzun bir zamandır cezaevinde görüşüyorduk. Hepinize olan sevgimi bilirsiniz. Bunu burada uzun uzun yazmayacağım, kanaatimce bu kadarı yeterli;

Kardeşlerim Güldoğan ve Hatice'yi bir anlık sinirlilikle kırdım, kusura bakmasınlar. Ahmet, Sabire, Fatoş ve Selma'ya da ayrıca çok selamlar. Hepiniz, her şeyimden mahrum hayatımda bana destek ve moral oldunuz. Sizlerin benim dünyamda ayrı bir yeri vardı.

Sizlere onurlu bir yaşamı miras bırakabildiysem ne mutlu bana. Şuan tek dileğim sizlerin sağlığının bozulmaması. Acı olacak ama dayanmanız gerek. Kimseyi suçlamayın, bu işin tek sorumlusu bugünkü yönetim ve devlettir.

Yani suçlu olan bizi asanlardır. Görüşlerimi ve neyi savunduğumu burada yazmayacağım. Çünkü sizler bunları biliyorsunuz. Yaşamım kısa ve onurlu oldu. Hepinizi candan kucaklar, ayrı ayrı öperim. Soran bütün dost ve akrabalara selamlar. Acele ediyorlar, kısa oldu. Sizi hep seven, oğlunuz ve abiniz.

MEHMET KANBUR'UN MEKTUBU

Değerli karıcığım. Biz tarihi son görevimizi yerine getirirken, seni görmek isterdim. Öyle sanıyorum ki hiç haber verilmedi. Veya göstermelik olarak, bilinçli, gecikeceğiniz şekilde haber gönderildi.

Bu namussuzlardan farklı bir şey de beklenmez. Göremedim diye üzülmene hiç gerek yoktur. Senden bunu beklerim. Ben hayatım süresince özellikle birlikte olduğumuz zamanlarda gerçek anlamda belli şeyler anlatmaya çalıştım.

Ve bu uğurda gücüm oranında üzerime düşen görevleri yerine getirmeye çalıştım. Son olarak da halkımın mutluluğu uğruna canımı severek feda ediyorum. Bu görevimi yerine getirirken size ve halkıma layık olmaya çalışacağım.

Son nefesimi verirken dahi köhne düzenin celladına fırsat vermeden halkımın mutluluk sloganını haykıracağım. Bundan hiç kuşkunuz olmasın. Senin bundan sonra özel yaşamın hakkında bir şey söylemek istemiyorum.

Sana güveniyorum. Tek başına yapayalnız kalsan dahi doğruluktan, dürüstlükten ayrılmayacağına, namusluca yaşamını sürdüreceğine inanıyorum.

Ayrıca sana ve halkıma armağan ettiğim Murat’a da yeterli ilgi göstereceğine, halkına yararlı olacak şekilde yetiştireceğine eminim. Akyazı onurumuz. Yolumuz Akyazı’da düşenlerin yoludur. Devrimciler öldü, yaşasın devrim. Kahrolsun faşizm. Tek yol devrim.

NECATİ VARDAR'IN MEKTUBU

Sevgili ağabeyciğim Süleyman,

Mektubuma başlamadan evvel sana ve Vardar ailesine özlem, hasret ve sevgilerimi iletir, en güzel günlerin sizlerin olmasını dilerim. Nasılsın abi? iyi misin? iyi olmanı candan temenni ederim.

Sen de kardeşin Neco’yu sorucak olursan iyiyim. Sana çoktandır mektup yazmak istedimse de olmadı. Gönül isterdi ki bu satırlarımı cezaevi mapus hücresinde değil, Doğa ile tabiatın, deniz ile ormanın, sevgi ile insanların, Özgürlük türküleri söylediği bit ortamda yazmak isterdim.

Hepinizin yaşamının iyi olması dileğiyle. Savaşsız sömürüsüz bir dünya için savaştık. Onun için ölüyoruz. Biz bu davaya baş koyduk. Başımız devrime, halkımıza, partimize feda olsun.

Kahrolsun faşizm. Yaşasın Kürt ve Türk Halklarının mücadele birliği. İdamlar bizi yıldıramaz.

AHMET SANER'İN MEKTUBU

Yaptıklarımdan hiçbir pişmanlık duymadım. Şunu bilin ki dünyaya gelirsem mücadeleleri aynı şeyleri bir daha yapardım. Onun için kimsenin üzülmesini istemiyorum. Kimse üzülmesin.

Ben pişman değilim. Amerikan emperyalizmine ve onun uşaklarına karşı mücadele verdim. Verdiğim mücadele doğru bir mücadeleydi. Bundan dolayı üzüntü duyuyorum.

26 Kasım 2010

Bugün ya da yarın, er ya da geç



AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Nükhet Hotar: Dünya ülkelerinin bir çoğunda insanlar günlük 1 doların altında yaşarken, ülkemizde artık bu rakamda yaşayan insan kalmadı. Bu yoksullukla mücadelede çok büyük bir başarıdır.

Nasılsa Bakanlar Kurulu kararıyla milli geliri 15-20 imzayla 2 bin 500 dolar birden artırıyorsunuz. Haklı ablamız, Türkiye'de 1 doların altında yaşayan kimse kalmadı.

Sokaklarda yaşayan insanlar yok artık, pazar yerlerinde akşam karanlığı bastığında sağa sola atılmış çürük meyve ve sebzeleri toplayan insanlara rastlamıyoruz, evine ekmek götüremediği için kendini tren önüne atanlar, asanlar hiç yok değil mi?

Yoksulluğun pranga gibi ayaklarına yapıştığı, demirden bir kelepçe gibi bileklerine yapıştığı insanlar yok artık değil mi?

1 doların altında yaşayan kimse kalmamış. Bunu balkon demirine kendini asan Mehmet'in kızına, tren önüne atlayan Hamza'nın oğluna, fare zehiri içen Emine'nin çocuklarına anlatsanıza.

Bu yoksul halktan aldıklarınızı mutlaka geri vereceksiniz. Ölen insanların vebalini ödeyeceksiniz. Bugün ya da yarın, er ya da geç. Hesap günü elbet gelir.









Alyonna mıydı o şeyin adı?



Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül'e göre Allianoi antik kentinin ismi 'Alyonna mıydı o şeyin adı'.

Kendi ülkesinin tarihine, geçmişine, mirasına bu kadar yakın insanlar tarafından yönetiliyoruz işte. Sorsan ABD firmalarının ismini takır takır sayar, sorsan İsrail şirketlerini fire vermeden söyler.

Bu adamlar tarafından yönetilmek mi kötü yoksa bu adamların yönettiği ülkede yaşamak mı hâlâ karar veremedim.

Kimi, niye okuyorum?


evrensel blok: Asi tavrından ötürü.

galatasaray formaları: Herkesten farklı bir iş yaptığı için.

kayıp zamanın peşinde: Müziği sadece dinlemekle yetinmeyip, yaşadığı için.

eren loğoğlu: Kendime benzettiğim için.

güneşli pazartesiler: Söyleyecek ve dinletecek sözü olduğu için.

tribünsel sevda: Kendime yakın bulduğum bir Fenerbahçeli olduğu için.

stalker: Anarşist görünmek için Beşiktaşlı değil, ruhu anarşist olduğu için.

cekoslovak: Çok sevdiğim bir dost ve spor bilgini olduğu için.

hepsi detay: Yazmak için yazmadığı için.

chao grey: İçtenliği ve samimiyeti için.

sportif cümleler: Durup, dinlenmeden emek sarf ettiği için.

stereo cipolla: Mantıklı ve dürüst olduğu için.

rovaşata: Tatlıları için.

Bir hafta sonra bu listeye dahil olması gereken ikinci grubu da yazacağım. "Niye parça parça?" derseniz, verecek bir cevabım yok ama sadece bunlarla sınırlı değil sıkı takip ettiklerim.

Hepimizde benzer tepkiler oluyordur, bazen çok severek okuduğumuz bir adamın yazdığı tek bir cümleye sinir olmak, "Ulan bu da olur mu?" diyeceğimiz türden yazılar yazdığını görmek gibi.

Önceleri bu kadar insanı takip etmiyordum, zamanla kartopunun çığa ulaşması gibi artmaya başladı. Bazen eliyorum, bazen yenilerini ekliyorum.

Gün içinde 15-20 dakika koşturmadan kaçtığım anlarda sayfaları açıp, kendimi ödüllendiriyorum.

Hiçbir beklenti gütmeden, kendinden ve zamanından vererek düzenli bir biçimde emek veren herkese teşekkürler...

25 Kasım 2010

Var mı lan böyle lider?


Bakanlar Kurulu’nun 2011 Yılı Programı’nda yer alan "Fert Başına Gayri Safi Yurtiçi Hasıla (GSYH)"ya ilişkin bazı rakamlarda yaptığı düzeltme sonrası Satın Alma Gücü Paritesi’ne(SGP) göre kişi başına milli gelir, 2 bin 354 dolar artışla 15 bin 392 dolara, SGP bazlı toplam milli gelir de 171,1 milyar dolar artışla 1 trilyon 119 milyon dolara çıktı.

Düzeltmeden yapılan hesaplamalara göre, 2011 Programında daha önce bu yıl için 13 bin 38 dolar olarak hesaplanan SGP'ye göre kişi başına milli gelir, 2 bin 354 dolarlık artışla 15 bin 392 dolara yükseldi.

Ya bir de laf ediyoruz bu hükümete. Adamlar bir günde milli geliri 2 bin 500 dolar yükseltiyor. Nasıl Rabbim yumurtaya can veriyorsa, hükümetimiz de bütün Türkiye'nin milli gelirini birkaç dakikada 2 bin 500 dolar yükseltiveriyor.

Tayyip mucizesi yaşanıyor, kimsenin umrumda bile değil. Başbakanımıza, Arap Bankalar Birliği tarafından "Yılın Lideri" ödülü veriliyor, biz buralarda eleştiriyoruz, bu büyük dünya liderini.

Arap Birliği diyorum bak, ödül diyorum, Yılın Lideri diyorum.

Şimdi tabloya bakalım, özelleştirme tablosuna.

Türk Telekom: Lübnanlı Oger'e verildi.
İETT Garajı arazisi: Dubai Şeyhi El Maktum'a satıldı.
Avea: Lübnanlı Oger Telecom
Adabank: Kuveyt bankası The İnternational Investor’a satıldı.
MNG Bank: Lübnanlı Hariri ailesine satıldı.

Bunların dışında Şeker fabrikaları, Atatürk'ün Yalova'daki çiftliği, İstanbul Boğaziçi ve Fatih Sultan Mehmet Köprüleri, otoyollar da Araplara özelleştirilmek için sırada bekletiliyor.

Şimdi siz söyleyin; Arap Bankalar Birliği Yılın Lideri ödülünü Tayyip Erdoğan'a vermeyecek de kime verecek?

Adam ülkesinde ne var ne yok satmış. Eh bunların hatırı sayılır bir bölümünü Araplara servis etmiş. Tabii ki, Yılın Lideri olacak.

Bakmayın siz arada İsrail'e atıp tuttuğuna, onlara da bolca ülke fabrikası, kuruluşu sattı. Yarın İsrail de ödül verir Tayyibime.

Yeter artık, bırakın kıskançlığı, bırakın çekememezliği, Fatih Sultan Mehmet'ten beri böyle lider görmedi bu ülke.

Hakikaten görmedi lan. Aşağıdaki listeye bakın anlarsınız. Özelleştirme yapılan kurumlar.

TELEKOM
ERDEMİR
İSDEMİR
PETKİM Petrokimya Holding A.Ş
Divrigi Demir Madeni
Hekimhan Demir Madeni
İskenderun İsdemir Limanı
Ereğli Erdemir Limanı
ÇELBOR
Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğü (Tasfiye edildi)
TÜPRAŞ Blok Satış
TÜPRAŞ USAŞ Hissesi
TÜPRAŞ 18 Taşınmaz
Amasya Şeker Fabrikası
Kütahya Şeker Fabrikası
Adapazarı Şeker Fabrikası
ESGAZ, BURSAGAZ
ETİ Elektrometalurji A.Ş.
ETİ Gümüş A.Ş
ETİ Bakır A.Ş
ETİ Krom A.Ş
Çayeli Bakın İşletmesi A.Ş.
K.B.İ. A.Ş. Samsun İşletmesi
K.B.İ. A.Ş. Murgul İşletmesi
Seydişehir Eti Alüminyum A.Ş.
Çeşme Limanı
Kuşadası Limanı
Trabzon Limanı
Dikili Limanı
Şehir Hat. Hiz. ve Gemiler
Sümer Holding-BUMAS
Sümer Holding.-Merinos Halı Markası
Sümer Holding.-Eryağ A.Ş.
TEKEL Alkollü İçkiler San. ve Tic. A.Ş,
TEKEL İkiz Kuleler
SEKA- Afyon, Balıkesir, Aksu, Kastamonu, Karacasu, Akkuş Yibitaş Torba İşletmesi,
HAVELSAN A.Ş.
ASPİLSAN Askeri Pil San. ve Tic. A.Ş.
MEYBUZ A.Ş.
İstanbul ve Kütahya'da 3 Arsa ve çeşitli İllerde 24 Taşınmaz
USAŞ Hissesi ve USAŞ'ın 11 Lojmanı
TÜGSAŞ A.Ş. Gemlik Gübre San. A.Ş.
SAMSUN Gübre San. A.Ş.
İGSAŞ
SÜTAŞ
KTHY
EBÜAŞ - 6 adet Taşınmaz
Deniz Nakliyatı T.A.Ş. 3 Tanker
Başak Sigorta A.Ş.
Hilton Oteli
Araç Muayene İstasyonları
T.C.D.D. İzmir Limanı
T.C.D.D. Derince Limanı
Sümer Holding A.Ş.'ye ait Mazıdağı Fosfat Tesisleri
Sümer Holding A.Ş. NİTRO-MAK Makine Kimya Nitro Nobel Kimya Sanayi A.Ş. Sümer Holding A.Ş. Barit Öğütme Tesisi.

Bunlara yenileri eklenecek bu dönemde. Hele de seçimden tek başına iktidar çıkarlarsa. Var mı lan böyle lider?

Sizi gidi kıskançlar, sizi gidi çekemezler sizi...

Günün anlam ve önemi..


Ölüm yıldönümü bugün. Daha önce sayfada yer almıştı. Ne vakitti hatırlamıyorum. George Best'le ilgili hazırlanmış lezzetli bir yazı. Bakmadan geçmeyin...

Futbolun asi çocuğu Best

24 Kasım 2010

Batalla Türk futbolunun onurunu kurtardı (!)


TİMSAH MUCİZESİ: Hürriyet
EN BÜYÜK BURSA: Milliyet
ANADOLU'DA DEVRİM: Sabah
5. BÜYÜK BURSA: Star
YEŞİL-BEYAZ DEVRİM: Yeni Şafak
26 YIL SONRA FUTBOLDA 2. ANADOLU DEVRİMİ: Posta
SAĞLAM TARİH YAZDI: Bugün
16 MAYIS 16 DEVRİMİ: Fotomaç
YEŞİL DEVRİM: Akşam
HOŞGELDİN 5. BÜYÜK TAKIM: Takvim
5. BÜYÜK BURSA: Vatan
YÜREĞİYLE BİLEĞİYLE: Fotospor
ANADOLU İHTİLALİ: Habertürk
ANADOLU'NUN GURURU: Türkiye
TİMSAHLAR TARİH YAZDI: Güneş

Türk futbolunun devrimi Batalla'nın attığı golle eşdeğer. Valencia-Bursaspor maçında dakika şu an 79. Bursaspor'un grupta yaptığı 5 maçta attığı gol sayısı 1 -yazıyla bir- yediği gol sayısı ise 15.

Son 5 yıldır Türkiye'de garip bir futbol oynanıyor. 8-9 kişiyle orta sahaya kapanıp, sürekli rakibin hata yapması üstüne kurgulu, herkesin birbirine tekmeler savurduğu ve bunun da "Türkiye Ligi sert lig" teraneleriyle açıklanmaya çalışıldığı, hakemlerin kasaplara alabildiğine izin verdiği, futboldan çok kör dövüşüne benzeyen bir oyun. Milli Takım'ın geldiği noktayı da iliştirmek lazım bu tabloya.

Sert lig, kora kor mücadele diye diye ancak sığırların sergileyebileceği bir oyun sergileniyor yeşil çimler üstünde.

Estetikten uzak, izlenebilmesinin güçleştiği, bütün oyun kurgusunun "Ne yaparsan yap ama kazan, yenemiyorsan da yenilme" gibi aptal bir düşüncenin esiri olduğu futbolu izlemeye devam etmek istiyorsanız, Bursaspor'un düştüğü durumun benzerinin, seneye de -hangi takım gidecekse- yaşanacağını kabullenin.

Bu ülkede akil bir adam görüyorum o da, Bernd Schuster. Haftalardır Türkiye'deki futbolun "çağdışı" olduğunu haykırıyor ama futbolun çok bilenleri, karşılarında sanki cezai ehliyeti olmayan bir deli varmışcasına değerlendirmeler yapıyorlar. Oysa daha sadece 4-5 aydır bu ülkede bulunan bir Alman, senelerdir izlediğimiz kısır döngüyü gayet iyi tarif ediyor.

Tabii nasılsa sonuçlar böyle geldikçe, güzel söz söyleme yeteneği olmayan adamların ekmeğine yağ sürülmüş oluyor. Onlar için "Cana futbolcu değil", "Shaquille O'Neal adam değil", "Misimoviç'ten bu ligde çok var", "Güiza golcü değil", "Aragones hoca değil", "Rijkaard'ın Barcelona dışında başarısı yok", "Schuster takım bulamıyordu, Beşiktaş'a geldi" v.s. v.s

Türk futbolunun bugün geldiği noktada katilleri; televizyonlarda, gazetelerde yorum yapan futbolcu, hakem ve yönetici eskileridir. Olumlu hiçbir şeyi görmeyip, eksiklikler üstüne giden, tek bir yapıcı eleştiride bulunmayan, ağızlarından küfürler bile dökülen adamlar yani.

Bunlar daha Türk futbolunun iyi günleridir. Şerefli mağlubiyetler, ezilmiş ve mağdur edebiyatlarını çokça duyacağız.

Artık birilerinin kabul etmesi lazım. Bu ülkede futbol diye yutturulmaya çalışılan şeyin, büyük bir pastanın dilimleri için tutuşulan kavga olduğunu.

Buyurun size, yıllığı 80.5 milyon dolarlık, toplam tutarı 321 milyon dolar olan ligin şampiyonu. Neyse ki, Batalla Türkiye'nin futboldaki onurunu kurtardı.

Lan hepiniz cehennem ateşinde yanacaksınız


Bugün TRT çalışanları pek çok yerde eylemde. Bülent Arınç'a bağlanan TRT'de ağız yapısı bozuk, konuşamayan insanlar spiker kadrosunda, yabancı dil bilmeyenler dış haberler masasında, bugüne dek hiçbir habercilik geçmişi olmayan insanlar haber masalarına atandı.

Senelerini TRT'ye vermiş spikerler, haberciler Türkiye'nin ücra köşelerindeki TRT bürolarına sürülüyor.

Amaç insanları istifa etmelerini sağlamak ve TRT'den uzaklaştırmak. Tabii ki, boşalan yerlere yeni kadrolar açılmasını sağlamak.

Elbette bugüne dek, iktidarı paylaşanlar devlet kurumlarında partizanlık yapmıştır ve kadro çalışmalarında bulunmuştur. Ancak hiçbir dönemde bu kadar hayasız, bu kaar pervasız bir biçimde gerçekleştirildiği görülmemiştir.

Samanyolu, Kanal 7, Mesaj TV, Dost Tv, Meltem TV, Mehtap TV gibi dini içerikli kanallardan getirilen isimlerin yanında hiçbir televizyonculuk, radyoculuk geçmişi olmayan isimler de, bankamatik memurluğu yapmaktadır.

TRT neden önemli? Çünkü cebimden çıkan vergilerle hayatta kalıyor. Bülent Arınç'ın keyfiyetiyle atama yaptığı kurumun, insanların emekleri üstünden alınan vergilerle yapılması biraz ayıp oluyor.

Çok meraklılarsa açsınlar üç-beş tv kanalı istediklerini işe alıp, istediklerini oturtsunlar masa başlarında ama bunu benim vergim üstünden yapınca, haliyle tüylerim diken diken oluyor.

Yaşananları ve insanların sessizliğini görünce ciddi anlamda huzursuz oluyorum. Bu ülkeye olan tüm umudumu yitiriyorum. İnsanlar ses çıkartmıyor, olan biteni film izler gibi izliyor.

Senin, benim cebimden çıkıyor bu paralar. Herifin biri; babanın, annenin, ağabeyinin, teyzenin emekleri üstünden her istediğini yapıyor. Ve biz öyle koyun gibi bekliyoruz, kaderimize razı bir biçimde.

Bu kadar aptal bir toplum olduğumuzu bilmemem, benim de aptal olduğumu gösteriyor. Bugüne dek, fark etmediğim için.

Müslüman bunlar değil mi? Temel argümanları bu, Müslüman olmak. İnsanları sürmek, başkasının emeği üstünden alınan paralarla, masa başında oturması için istihdam yaratmak, her gün yalan söylemek, insanların onurları ile oynamak, hapishanelere tıkmak....

Müslüman bunlar değil mi? Cehennem ateşinin sıcaklığını hissediyordur bunlar her gün. Öyle günde 5 kere yatıp kalkmakla Müslüman olunmuyor.

Favori bedduamdır, atlamayayım. Umarım hepiniz evlatlarınızın ölüsünü ellerinize alırsınız...

AA'dan bombalara devam


Saat 09.54'te geçen haberi aynen yazıyorum. Haberdeki tersliği bulun...

LAKERS, EVİNDE OYNANAN MAÇTA CELTICS’İ 98-91 YENDİ

Amerikan Ulusal Basketbol Ligi’ne (NBA) dün gece oynanan 6 maçla devam edildi.

Staples Center’da Boston Celtics’i ağırlayan Los Angeles Lakers, sahadan 98-91 galip ayrıldı.

Maçın en skorer ismi 30 sayıyla Celtics’ten Derrick Rose olurken, Lakers’da 3 oyuncu 20 ve üzerinde sayı attı. Evsahibi takımda Lamar Odom 21 sayı 8 ribaund, Kobe Bryant 20 sayı 8 asist, kenardan gelen Shannon Brown 20 sayı 4 ribaund ile oynadı.

Celtics’in Türk basketbolcusu Ömer Aşık ise görev aldığı 8 dakika 44 saniyeyi sayı atamadan tamamladı. Aşık, 3’ü hücumda 4 ribaund aldı.

23 Kasım 2010

Kalkanları siz indirin


Tarih: 15 Kasım 2010
Yer: Bangladeş
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan: NATO kapsamında atılacak bir adım ve bu işin komutasının kime verileceği önemli. Topraklarımızın genelinde böyle bir şey düşünülüyorsa bize verilmeli.

Yerleşim noktaları önemli, serpilme önemli. Nerede olacak, hangi irtifada olacak. Teknik kadrolarımız Bütün bunların üzerinde çalışmalarını yapıyorlar ve Lizbon zirvesinde görüşülerek mutabakat sağlanırsa ne ala, yoksa yapacak bir şey yok."

Tarih: 22 Kasım 2010
Yer: Ankara
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan: Şu anda balistik füze savunma sistemleriyle alakalı açıklanan başlıklar biliyorsunuz belli. Bunlardan bir tanesi savunma amaçlı olarak NATO'nun bu sistemi kurması kararı.

Komuta olayına gelince, bunlar, bundan sonra yapılacak birleşimlerde tespit edilecek. Şu anda komutası 'şu ülkededir' diye belirlenmiş bir şey söz konusu değil. Buranın komuta sisteminin tamamıyla NATO'da olması gerektiğini söyledik, bunu savunduk.

Komutanın kesinlikle NATO'da olması gereğini ifade ettik ve NATO malumunuz olduğu üzere saldırı sistemi oluşturmuyor, savunma sistemi oluşturuyor. Zaten, NATO'nun kuruluş amacı da saldırıya değil savunmaya yönelik bir birleşimdir.

************************************************************************

Bu ülke yalanlara daha ne kadar inanmaya devam edecek? Sahte delikanlı tavırları ne kadar yutturulacak? Bir hafta arayla söylenenler bunlar.

Akp iktidarı emperyalizmin sıkı bir yardakçısıdır, her ne kadar ülke içindeki dinamikleri ara ara tutabilmek için atıp tutsa da.

Füze kalkanı projesi kapsamında yerleştirilecek Patriot füzelerinin menzili 15-45 kilometre arasında. Güya İran’dan gelen saldırıları önleyecek.

En büyük merakım, ülke topraklarının aleni olarak satılmasının ne zaman gerçekleştirileceği.

Sanırım Cumhuriyet tarihi boyunca bu kadar teslimiyetçi, ülkeyi dışa bağımlı hale getiren, boynunda tasma ile dolaştırılan bir ülke haline gelmemiştik hiç.

Ama ülke halkı benimle aynı fikirde değil. Dilenciliğe alıştırılmış, oyunu pirinç-bulgur-kömüre satan, vicdanı ile onurunu kaybetmiş halk, böyle düşünmüyor. Halk goygoyculuğu yapmayacağım, açık bir biçimde fikirlerim bunlardır.

Herkesin ağzında "Halk en iyisini bilir" mavrası var. Valla sokakta sağa-sola lama gibi tüküren, yaya geçidinin ne olduğundan bihaber, herkesin sorununu kaba kuvvetle çözmeye çalıştığı bir toplumdan söz ediyoruz. Üstelik bu saydıklarıma onlarca madde daha ekleyebilirim.

NATO füzelerini, bunların evlerinin dibine kurmak gerekir. Hatta kalkanları da, bunlar indirsin. Hatta eğer arzu ederlerse, kalkmayanları kaldırma görevini de...

'Devlet şefkatinin' yaşattığı katliam


Bayrampaşa Cezaevi'nde F tipi cezaevlerini protesto etmek için başlatılan ölüm oruclarına son vermek için 19 Aralık 2000'de düzenlenen ve 2'si asker 30'u tutuklu 32 kişinin öldüğü 'Hayata Dönüş' operasyonu ile ilgili davanın ilk duruşması başladı.

Operasyon sırasında vücudunun yüzde 40'ı 3. ve 4. derece yanan Hacer Arıkan'ın mahkemede savunmasından: "İçerden çıkış saati 03.30 civarıydı. Ben koridorda ağabeyimle birlikteydim. Koğuşuma döndüm.

Uzandım ve sonrasında operasyon sesi ile uyandım. Silah sesiyle uyandık. Sonradan öğrendim ki ilk silah sesleri sırasında ağabeyim Erol Arıkan vurulmuş. Yani ilk yaralanan kişi oydu. Koğuştan dahi çıkamadık, çünkü askerler koğuşun kapısının önündeydi. Arkasından atılan bir bombalama oldu.

Yaşamak için onların attığı, biber gazı, gaz bombaları gibi şeyleri camdan dışarıya havalandırmaya attık. İkinci katta yatakhanedeydik.

Artık iyice nefes alamaz hale geldik. Bilincimiz kapandı. Gidebileceğimiz iki yer vardı. Yemekhane ve havalandırma.

Çıktığımız anda içeriye bir madde bırakıldı. Önce çıkış noktamızda yatak yakıldı ve tavandan bir hortumla içeriye bir madde bırakıldı.

Ben halen o madde neydi hangi maddeyle yandım bilmiyorum. Biz C1 koğuşunda 27 bayandık. Arkadaşlarım öldü ve koğuştan en son çıkartılan bendim. Ben çıkamıyordum.

Ortada bir isyan yok. Evet F tipi cezaevlerine karşı yapılan ölüm orucu eylemleri vardı. O gün ölüm orucunda değildim.

10 yıl sonra açılan davada erler yargılanıyor ama o dönemdeki görevlilerin açıklamalarına baktığınız zaman operasyonun gereği hayat kurtarmak değil."


Ölen 2 askerden Nurettin Kurt'un ölümünün, uzun namlulu silahlardan olduğu ortaya çıktı. Yani öldürülen Uzman Çavuş, asker arkadaşlarından biri tarafından öldürüldü.

Bu ülkede yaşanan vahşetlerden en büyüklerinden biridir sözümona 'Hayata Dönüş' operasyonu. İnsanların üstlerine tiner dökülerek, onlarca gaz bombası atılarak öldürüldüğü bu olay Türkiye tarihinin en karanlık günlerinden birinin yaşanmasıyla sonuçlanmıştır.

Dönemin Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk, mahkûmların kendilerini yaktığı yalanını anlatırken, bütün basın ölüm oruçlarının yaşanmadığını, mahkûmların içeride sağlıklı bir biçimde beslendikleri yalanını söylemekten geri durmadı.

Sosyal demokrat kimliğini taşıyan Hikmet Sami Türk, 'devletin şefkati' cümlelerini televizyonlar karşısında savururken, aslında 19 Aralık 2000'de, 'devletin şefkati' mahkûmların üstüne alev püskürtüyor, koğuşlara bombalar bırakıyordu.

Bu devletin şefkati, 'Hayata Dönüş' adında ve ironi tadında operasyonlar düzenleyip, kendi yurttaşını cayır cayır yakarken, yaşamaya çalışan, havalandırmadan nefes almaya çalışan insanlara da kurşun yağdırdı.

Zırh delen özel silahlarla kuşanmış jandarma ve polis, mahkûmlara "İnsan hayatı değerlidir, yaşam hakkı kutsaldır" derken, aslında, "Hiçbirinizin hayatı umrumuzda bile değil. Birazdan hepinizi cayır cayır yakacağız" demek istiyordu.

Bugün hâlâ sürdürülen, insanları şehit ve ölü diye ayıran gelenek o gün de, "2 şehit, 30 ölü" manşetleri atmıştı.

Bugün geldiğimiz noktada yargılananlar, sadece er ve erbaş düzeyinde kalmıştır. Dönemin Adalet Bakanı, Emniyet Müdürü, Jandarma Genel Komutanı ise vicdanlarının sesi ile baş başa bırakılmıştır.

Devletin 'hayata dönüş' mantığının, öldürmek üzerine kurulduğu anlayışının vücut bulduğu ve tüm Türkiye'nin gözleri önünde sergilendiği 'Hayata Dönüş' operasyonu adı verilen katliam bu ülkede yaşanan ne ilk ne de son katliamdır.

Son söz, Türk medyasına. Türk medyasının A'dan Z'ye sınıfta kaldığı, mesleki dezenformasyonun tavan yaptığı bir olay olarak hafızalara kazınmıştır 19 Aralık Katliamı. Bugün herkes günah çıkartıyor ama bu kadar büyük günahın affı ne insani ne de mesleki açıdan olamaz.


Fotoğraftaki kişi: Hacer Arıkan

22 Kasım 2010

AA haberciliğinde son nokta ve yalanı kabullenmek


Haberin noktasına bile dokunmuyorum. Haber şudur:

"Almanya’da yayımlanan 4-4-2 dergisi, Liverpool’un, Fenerbahçeli milli futbolcu Emre Belözoğlu’nu transfer etmek istediğini ileri sürdü.

Derginin internet sitesinde verilen haberde, Liverpool’un, Belözoğlu’nu ara transfer döneminde kadrosuna katmak istediği ve bunun için 7 milyon avro artı Fabio Aurelio’yu gözden çıkarttığı iddia edildi."


4-4-2'nin Almanya baskısının olmadığını bildiğimden Anadolu Ajansı'na telefon açtım ve Spor Müdürü ile aramızda şöyle bir konuşma geçti.

-İyi günler beyefendi. Ben Bu Emre haberi için aradım.
-Buyrun.
-4-4-2'nin Almanya baskısı yok. Geçtiğimiz günlerde de Berbatov'un Fenerbahçe'ye transfer olacağına yönelik bir haber vardı ve yine 4-4-2 referans gösterilmişti. Olmayan bir dergiden haber nasıl yapılabiliyor ve servis ediliyor?
-Hayatım, aslında ben de biliyorum inandırıcı bir haber olmadığını ama...
-Nasıl yani?
-Bizden isteniyor bu tip haberler. İnandırıcı olmasını sağlamak için...
-Olmayan dergiyi kaynak gösteriyorsunuz yani.
-Eeee, teşekkür ederim ilgilendiğiniz için.

Ve kapattım.

Anadolu Ajansı bu ülkenin en saygın kuruluşlarından biriydi son birkaç yıla kadar. Artık yalan haber yazmaktan hiçbir biçimde kaçınmıyorlar. Hatta o kadar ki, Spor Müdürü haberin yalan olduğunu biliyor ama "Üstten istiyorlar" savunmasına girişiyor.

Cidden inanması güç, bu ülkede olup bitenlere. Her yerde at koşturuyorlar, istedikleri gibi. Zaten son 4 yıldır haberleri berbat, özensizdi yalan haber hadisesine de girdiler.

Şu yukarıdaki konuşma ibretliktir.

Nankör


Al sana tipik Türk futbolcusu profili. Geçen yıl seyircisi küfredip, yuhalıyordu bu yıl Milli Takım'a yükseldi. Herifi 90+1'de oyundan çıkartıyorlar, Şenol Güneş'e şarlıyor.

Bizde böyledir, götü çabuk kalkar herkesin. Kendisini 2. liglerde sürünme eşiğinden alan adama yaptığı muamele -üstelik de 90+1'de- terbiyesizlikten başka bir şey değil.

Yarın çıkar "Hırsımdan yaptım" diye ağlanır sağda soldu.

Senden bir bok olmaz koçum. Yetenek başka şey, adamlık başka. Adam olmayandan futbolcu da olmaz.

Bir kenara yazılmıştır bu hareket mutlaka. Yumuşak atın tekmesi pek olur...

21 Kasım 2010

Vay pezevenk!

İbrahim Tatlıses Dalaman'da bir otelde verdiği konserde, küçük bir hayranı için mikrofondan "Vay küçük orospu" deyince, küçük kızın ailesi küplere binmiş.

Hiç küplere filan binmesinler. Sanki İbrahim Tatlıses değil de, Sergey Rahmaninof konserine gitmişler. Bunda alınacak ne var ki, yani 10 yaşındaki kızına 'orospu' demesinden doğal ne olabilir?

Türkiye'de yıllarca en büyük sanatçı diye yutturulmaya çalışılan bir heriften söz ediyoruz. Sesi güzelmiş. Eeeeeee, sesi güzel de söylediği şarkılar nasıl? Ya da sesi harika da (kaldı ki, ben öyle güzel bir sesi olduğunu filan düşünmüyorum. Bana daha çok sığır inlemesi gibi geliyor) herifin kişiliği ne menemdir?

İnsanların bu tip şeylere şaşırmasına, ben daha fazla şaşırıyorum. Eldeki malzeme bu işte. 10 yaşındaki kıza orospu deyince mi herifin ne olduğu ortaya çıkıyor.

Bu halkın beğenilerini alt alta sıralamaya kalksam, zaten neden şu anki durumda olduğumuz ortaya çıkıyor. Siyaset, sanat, spor, müzik, iş hayatı v.s. v.s. Hepsinden bir çırpıda onlarca isim sayabilirim, ne bok olduğumuzu gösteren.

Cahilliğini "Urfa'da Oxford vardı da biz mi okumadık" diyerek, savunan bir adamın, bu ülkenin 'İmparator'u, baştacı, büyük sanatçısı olarak addedilmesi, kendi cahilliğimizin narsizminin bir dışavurumu.

Hayır ironiye bak ki sen, herifi dinleyenler arasında Kültür ve Turizm Bakanı da var. Üstelik bu rezillikten sonra bile dinlemeye devam ediyor, konser sonrası fotoğraf çektiriyor. Bunun üstüne ne denebilir ki?

Bayılıyoruz 'kendimiz' gibi olan sanatçılara, politikacılara, sporculara, işadamlarına. Bizden biri diye yutturuyorlar, bizler de embesil bir neslin çocukları olarak bu yalana inanıyoruz.

Bok bizden biri. Senin yiyemediklerini yiyip, senin gidemediğin yerlere gidiyor; senin binemediğin arabaya binip, senin alamayacağın kıyafetleri giyiyor. Herifin kravatı senin maaşından fazla, bir gecede restoranda bıraktığı para senin bir yıllık maaşınla eşdeğer. Ama bizden biri değil mi?

Nahhh sizden biri. Senin hayallerine sığmayacak bir yaşantı sürüyor, seni de "Biz ezildik, biz yoksulluğu da biliriz, biz halktan kopmadık" diye, tek ayak üstünde yalan rüzgarı tadında takılıyor.

Bizden biri başbakanımız var ya, hah işte. Bütün bu söylediklerim kendisi için geçerlidir. Sen, bizden biri diye kendini avut, elin oğlu milyarlarca dolarlık servet yaptı İETT'de memur geçmişiyle.

Neyse durmak yok, sikilmeye devam.

Not: Yorumlardan anlaşıldığı üzere küfür etmemden şikâyet eden arkadaşlar var. Gerçekten umrumda değil. Beni tanıyanlar normal hayatımda da, kimseden çekinmeden böyle konuştuğumu bilir. Burada kimseye sevimlilik yapma çabasında değilim. İçimden geldiği gibi yazıyorum. Hoşlanmayan için sanal alemde binlerce blog var, Benimkisi de böyle. İsteyen okur, isteyen okumaz...

Maç yazısı kıvamı


Bu haftalık böyle idare edin ve kusura bakmayın. Maça dair söyleyebileceğim çok şey yok. Çünkü istikrarsızlık, Galatasaray'ın istikrarı oldu; bir böyle, bir şöyle.

Schuster haftalardır Türkiye'deki futbol ortamından şikâyet ediyor ve kendisine sonuna kadar hak veriyorum. Boktan bir oyun haline döndürdüler futbolu. İtiş-kakış, boğuşma, bulursan salla bir tane.

Kayserispor'un oynadığı bu futbolla ligde şu anki konumunda bulunması sanki bir proje gibi. Geçen sene Bursa, bu sene Kayseri. Yok, yanlış anlamayın Bursaspor'a bok atmıyorum. Ama böyle futbol da olmaz.

Benim kuzenim böyle PES ya da FIFA oynuyor. Ben oynarım, o benim hatalarım üstüne kurar oyununu. Ve her seferinde de herife lanet okurum, "Şu oyunu adam gibi oyna" diye. O da bana her seferinde "Ben böyle oynuyorum sana ne" diye yanıt verir.

Onun konsol oyunlarındaki futbol oynamasından ne kadar sıkılıyorsam, Türkiye'deki futboldan da o kadar sıkılmaya başladım.

Maç yazısı burada okumak isteyenler tıklasınlar...

Haaaa unutmadan. Maçtan önce ortalığı geren Kayserililere de şunu söyleyeyim. Haddinizi bilin, kendinize rakip yaratmaya çalışmayın. Durum istediği kadar boktan olabilir Galatasaray'ın rakibi olamazsınız. Dilediğiniz kadar kıçınızı yırtabilirsiniz ama olmaz, kasmayın.

19 Kasım 2010

Her konuyu bilirim, her konuda yazarım


Baştan söyleyeyim, filmi izlemedim, sinemaya gidip izlemem de. Mahsun'la alıp veremediğim yok ancak bugüne kadar olan tüm filmlerinde ağır ajitatif tavırdan hoşlanmıyorum. O yüzden de, para verip sinemada izlemem.

Film bir haftada 700 salonda 1 milyon 96 bin kişiye ulaşıp, 10 milyon 080 bin 177 lira hasılat yapmış. Yani film daha ilk haftada kendisini kurtarmış durumda. Bundan sonrası Mahsun'un cebine gider.

Yukarıda gördüğünüz reklamlara takıldım, asıl derdim bununla. Hollywood filmlerinde de sıklıkla rastlanan bu reklam örneği, New York'ta Beş Minare için de kullanılmış. İsimleri alt alta sıralayınca bile bu filme neden gitmemem gerektiğini fark ettim.

Yiğit Bulut, Ekrem Dumanlı, Ergun Babahan, Sanem Altan, Mahmut Övür, Tufan Türenç, Ruhat Mengi...

Türkiye'de yazarlık böyle biraz. Herkes sinemadan anlıyor, herkes kitaptan anlıyor, herkes futbolu biliyor, herkes ekonomi ile haşır neşir, herkes siyasetin piri, en iyi şarabı, konyağı bilir... Sözün özü Türkiye'de köşe yazarlarının bilmediği, ilgi alanına girmeyen konu yok.

Yiğit Bulut'a "Plan, sahne, sekans, kurgu, mizansen" gibi terimleri ard arda sıralasak acaba ne söyler? Ya da bir filmde kullanılan ışığın, sahne detaylarının, devamlılığın v.s. v.s. ne kadar farkında da, sinema eleştirisi yazabiliyor.

Tabii sadece Yiğit Bulut için değil diğer isimler için de geçerli.

Çok iyi bir film izleyicisiyim ama hiçbir film için eleştiri yazmayı aklımın ucundan geçirmedim. Çünkü eleştirmen değilim, bu işi yapamam.

İnsanlardaki özgüvene hayran olmamak elde değil. Her konu hakkında yazmaya cesaret etmek, her konu hakkında ciddi bilgi sahibiymişcesine yazı yazmak kolay değil.

Başa dönecek olursam, Mahsun'un ajitatörlüğü bu filmde var mı yok mu bilmiyorum ama tahminim muhtemelen bu kez yeni bir konuyu gözyaşının sel olması için kullanmıştır.

İzleyenler varsa yorum bekliyorum....

18 Kasım 2010

Büyüklere masallar


Merhaba arkadaşlar, biz üç kardeşiz.


Ben çevik. Benimle dalaşan teknik direktöre herkesin gözü önünde posta atarım. Sonra dipten dibe altını kazarım. Bahanem atletik çevikliğimdir. Biraz kilo aldım, biraz ağırım ama arkadaşlar bana 'çevik' der.


Herkese selam. Tahmin edileceği üzere, benim adım zeki. Futbol dediğin şey en fazla 10 yıl oynanıyor. Eh benim yeteneklerimi düşününce bu süre biraz daha azalıyor. O yüzden menajerlik firması kurup, para kazanmaya başladım. O yüzden arkadaşlar bana zeki diyor. Nasılsa Adnan abilerim ses çıkarmıyor. Haaa, bir de herkese çalım atmayı öğretirim.


Eh onlar zeki ve çeviği kaptığına göre bana ahlaklı kalıyor. Ahlaklıyım çünkü teknik direktörü gönderene kadar oynamam. Gönderdikten sonra bir maç kasarım, sonra yatarım. O yüzden ahlaklı diye sesleniyor arkadaşlar bana.


Bizler kim miyiz? Biz ülkenin yabancısıyız. Yaşlıyız, uyumsuzuz, sakatız.

Zeki, çevik ve ahlaklı gibi değiliz. Onlar kendi ülkelerinde ne olup bittiğini biliyor, işlerin nasıl yürüdüğünün farkında. Bizse gerizekâlılar gibi lifimiz kopana kadar koşar, sıra hangimize gelecek diye bekleriz.



Ben mi kimim? Lan beni nasıl tanımazsınız? Kasabanın şerifiyim. Her türlü işi bilirim, istediğimin ayağını keserim, istediğimi katrana bulayıp tüyle kaplarım. İstedim mi Galatasaray'ın televizyonunu bile açtırırım. Şike nasıl yapılır bilirim, tez konusu transferler yaparım, taraftarın çenesini kapatmak için son dakika tansfer yapar, günü kurtarmak için ilk onu yollarım.



Ben kim miyim? Tanımayan taş kesilsin. Galatasaray'ın amına koyan adamım. Polat, Adnan Polat...