30 Haziran 2010

Emrah Hamurcu postunu kaldırmama dair bilgilendirme






Benim twitter'ım yok, facebook'um filan da yok. Teknolojinin bu kısmıyla çok fazla ilgilenmiyorum doğrusu. Hayatından cep telefonunu silmiş bir adamım yani.

Ancak bloğa giriş çıkışları takip ettiğimden, kimin nereden geldiğini görüyorum. Chao ve lappappa, twitter'larında şu an göremediğiniz postun linkini vermiş.

Emrah Hamurcu'nun, maraton.com.tr'de "Özel Haber" ibaresiyle kendi imzasını koyduğu haberden sonra, birkaç mail trafiği oldu. İki kişi arasındaki yazışmaların özel kalmasından yana olduğumdan hiçbirini buraya yazmayacağım.

Sonuçta söze geçen haberin altındaki "Özel Haber" imzası silinmiştir ve "Galatasaray forumlarından alınmıştır" gibi muğlak bir ifade yerine "Fotoğraf http://galatasarayformalari.blogspot.com 'dan alınmıştır" ifadesi eklenmiş ve fotoğrafın orijinal hali yani Okan'ın imzasının bulunduğu şekli konuldu.

Sildiğim postun altına şöyle bir şey yazmıştım. Selocan, benim babamın oğlu değil, ben kendisinin amcası, dayısı, ağabeyi de değilim. Benim buradaki temel hassasiyetim, toplumda "gazeteci" olarak anılan insanların, giriştiği sahtekârlıktır.

Gazeteci kendisine gelen haberin üstüne atlamaz. O haberi hazırlarken, altına imzasını yani namusunu atarken, en ince ayrıntısına kadar araştırır, sorar, öğrenir. Ama ne yazık ki, internet ortamında hâlâ bir Basın Yasası sorunu olduğu için böylesi boşluklar doğabiliyor.

35 yıllık hayatımda (bakmayın 36 oldum ama direniyorum) herkesin hata yapabileceğini ve yapılan hatalardan dönmenin önemli bir erdem olduğunu anlamış bulunuyorum. Her ne kadar, şu yaşanmış hadisede halen daha açık delikler bulunmuş olsa da, yukarıda görmüş olduğunuz biçimde gereken düzeltmeler yapılmıştır.

Ben de Emrah'la yapmış olduğumuz elektronik posta yazışmalarında söylemiş olduğum üzere o postu kaldırdım. Yazılacak çok şey var, daha sonra döneceğiz.

Sevgili Selocan'a destek veren herkese ben de teşekkür ederim...

Kupa gazeteciliği


İlk önce belirteyim, böyle bir olgu yok, bu tamamen benim uydurmuş olduğum bir kelime bütünü.

Hepimiz, az ya da çok gazete okuyoruz, tv izliyoruz o yüzden de neler olup bittiğini yakınen görebiliyoruz. 2010 Dünya Kupası başladığından bu yana eğer dikkatli baktıysanız, medyada yer alan trasfer haberlerinin daha 'zengin' olduğunu fark etmişsinizdir.

Bu "Kupa gazeteciliğinin" en önemli kuralı, maçları yakından takip etmektir. Maçlar özenle izlenir, parlayan futbolculara özel bir ilgi gösterilir ve kulüplerin ihtiyaçlarına göre de, haberler gün be gün yıldırım hızıyla okura ya da izleyene iletilir.

Şimdi ufak örneklerle yola çıkalım. Şili'nin ilk maçında Alexis Sanchez oynadığı futbolla herkesin dikkatini çekti. Atıksal beyinli 2 gazetecinin kafası aynen şu örnekte görüldüğü üzere çalışıyor.

- Alexis Sanchez hengi bölgede oynuyor?
- Sol kanatta ama sağ kanada da kayıyor.
- Kanat diyorsun yani?
- Evet abi, bariz kanat oyuncusu
- Tamam Hilmi. Peki kimin kanat oyuncusuna ihtiyacı var?
- Abi, soru mu bu? Tabii ki Fenerbahçe'nin.
- Tamam o zaman, "Fenerbahçe'de Alexis Sanchez harekâtı" haberini yapıyorsun. Araştır bakalım, hangi takımda oynuyor, kaç kere milli olmuş filan.

Örnekte görüldüğü üzere, iki kafadar, gazetenin spor manşetini kotarmış oluyor.

Tabii örnekler sadece bununla da sınırlı kalmıyor. Bu oyun-mevki-ihtiyaç üçleminde bir haberdi. Bir de, çaptan düşen-ihtiyaç-yaş üçlemi var. Nasıl mı? Bakın..

- Lan, Osman. Bu Fransızlar kupada patladı. Bunların alayının fiyatı düşer.
- Abi, deli misin, hepsinin pazarı 3-5 milyon Euro düştü.
- Osman, bu Henry'nin yaşı kaçtı?
- 33 oldu abi.
- Herif süre bile alamadı. Hem bak Barcelona şutlayacakmış.
- Evet abi Yaya Toure'yi de satıyormuş.
- Yapma lan. İkisini aldırabilir miyiz?
- Abi Toure'yi Mançester (Ömer Üründül şivesiyle) istiyormuş
- Pekala o zaman. Kim golcü istiyor?
- Abi Fenerbahçe istiyor.
- Osman, "Fener'in rotası Henry" diye yaz. Habere ekle, Dünya Kupası'nda oynayamadı, kulübü de istemiyor, fiyatı düştü diye.
- Eyvallah abi.


Bu haberde de temel kıstas ve okuru inandırıcı olgularımız yaş ve kulüp bağlarıydı. Bitiyor mu bu kadarla. Tabii ki bitmiyor. Şimdi benim favorim olan yeni parlayan genç yıldız haberi var.

- Abi bak, bu Gana'daki Annan şahane ön libero. Ömer Üründül, her maçta söylüyor.
- Yapma ya, dikkatli izlemedim ben bu oğlanı.
- Abi ben tüm maçları izledim, harbiden herif süper. Çok temiz top oynuyor.
- Nasıl oynuyor lan?
- Abi temiz oynuyor işte. Bak aynı Alioum Saidou'nun gençliği gibi.
- Diyorsun.
- Evet abi.
- Ön libero dedin, değil mi? Kimin ihtiyacı vardı ön liberoya?
- Galatasaray. Yazmadığımız adam da kalmadı hem. Her milletten Diarra'yı bile yazdık.
- Peki bu kadar iyi oyuncuysa başkası alamaz mı?
- Abi daha o kadar parlamadı. Ama parlar diyor, Ömer Üründül.
- İyi, "Cim-Bom Annan'ı gözüne kestirdi" diye atın manşeti.


Dünya Kupaları ve Avrupa Şampiyonaları, yazın futbolsuzluktan ötürü, spor medyasının tek sığınma aracı haline geliyor. Hayatlarında hiç görmedikleri, isimlerini bile duymadıkları futbolcuları, çeşit açısından bir anda vitrine sürme olanağına sahip oluyorlar.

Eh, o kadar ismi bir arada bulunca da, fırsat kaçar mı? Kaçmaz tabii ki. Şimdi tüm bunları neden yazdım değil mi? Buna benzer diyalogları inanın duydum. O kadar ilginç ki, 10 kişilik spor servisinden sadece bir kişinin takip ettiği Dünya Kupası'nda, Japonya ile Güney Kore'yi, Gana ile Kamerun'u karıştıran gazeteciler görüyorum.

Her ne kadar işin dalgasında olsam da, acınacak durumda spor gazeteciliği. Bakmayın spor gazeteciliği diyorum ama futbol gazeteciliği olsa gerek bunun adı. Şu köşelerde yazan meşhur tiplerin telefon konuşmalarına şahit olmak moral bozuyor.

Serdar Taşçı nereli diyen arkadaşlara


Bundan önce Eren Derdiyok ve Mesut Özil hakkında yapmıştım. Arayan, soran çok olunca, insanlar bilgilensin istiyor, bu araştırmacı bünyem.

Evet hiçbir zahmetten kaçınmadım ve yanıtı buldum. Alman Milli Takımı kadrosunda bulunan Serdar Taşçı'nın ailesi Artvinli. Yani bu demek oluyor ki, Serdar Taşçı kardeşimiz Artvinli.

Bu postla ilgili kimi yazsam, yıldızı parladı. Sıra artık Serdar Taşçı'dadır. Bundan sonra hızlı bir yükseliş bekliyorum kendisinden.

Büyük bir takıma gidebilir, sakatlıklar olur milli takımda ilk 11'e yükselir. Orasını bilmem ama görürsünüz Serdar Taşçı'nın da geleceği, bu postla daha da parlak olacaktır.

29 Haziran 2010

Çeyrek finale çeyrek kala

İkinci tur maçları sona erdi. Bugün alınan her iki sonuç da, genel beklentinin bir yansımasıydı.

Yarın daha geniş biçimde çeyrek final eşleşmelerine dair söyleyeceklerimiz olacaktır.

İspanya'nın Dünya Kupası'ndaki serüveni bana 1988 Avrupa Şampiyonası'ndaki Hollanda'nın durumunu hatırlatıyor. Sözü geçen Avrupa Şampiyonası'nda Hollanda, daha ilk maçında Sovyetler Birliği'ne 1-0 yenilmiş fakat finali Sovyetler Birliği'ni 2-0 yenerek kapatmıştı.

İspanya da, tıpkı Hollanda gibi daha turnuvanın ilk maçında İsviçre karşısında aldığı 1-0'lık yenilgiyle yola başladı. Herkesin kafasında az-çok soru işaretleri doğdu haliyle. Ancak gelinen noktada, çeyrek finaldeki rakibi itibariyle en rahat eşleşmeye sahip.

Final için önlerinde Brezilya, Arjantin, Hollanda ya da Almanya gibi iki rakip yerine sadece tek takım var. Tabii bu kelimeleri, İspanya'nın Paraguay'ı rahat geçeceği savıyla yazıyorum.

İspanya ile futbol oynamak ciddi anlamda sinir bozucu. Eğer İspanya Milli Takımı'nda oynuyorsanız ya da TV'den izlerken, İspanya'yı destekliyorsanız haliyle zevkten dört köşe duruma geçiyorsunuz fakat durum tam tersiyse, işte o zaman çileden çıkmamanız için tek bir neden bile yok.

Yüzde 70'e yüzde 30 gibi abuk subuk bir topla oynama oranı bile her şeyi anlatmaya yetiyor aslında. İspanya bu iki rakamı öyle sıradan bir takım karşısında değil, 19 maçtır yenilmeyen bir Milli Takıma karşı yakalıyor.

Portekiz'de Carlos Queiroz, Ottmar Hitzfeld'den kopya çekmiş gibiydi. Ancak onun kadar başarılı olamadı.

Ronaldo'yu sevmediğimi pek çok kez söylemişimdir, bu fikrimde değişiklik yok ama ciddi anlamda üzüldüm. Dünya futbolunun merkezinde olup, kendi taraftarınca yuhalanmak, gerçekten insanın içini acıtıyor.

Bütün ülkenin tüm sorumluluğunu, tek bir adamın sırtına yükleyip, medet ummak akılcı bir çözüm değil. Bunun altında ezildiği her halinden anlaşılıyor.

Messi ile karşılaştırıldığında, Arjantinli'nin çok daha şanslı olduğunu söylemem mümkün. Ronaldo'nun çevresi Tevez, Milito, Higuain, Di Maria gibi yeteneklerle örülü değil. O yüzden, kuvvetle muhtemeldir ki, gerek kendi ülke medyasında gerekse de, başka ülkelerde başlatılacak "Ronaldo milli takımında, kulüp takımlarındaki gibi oynayamıyor" tezine, şimdiden şiddetle karşı çıkacağımı belirteyim. Zaten bu tartışmaların tamamı deli saçmasından ibarettir.

İkinci turun diğer maçında ise Paraguay-Japonya karşılaşması ise, bu turnuvada izlediğim en kötü oyuna sahne oldu. Hakkı penaltılara gitmesiydi. Penaltıları hep Rus ruletine benzetmişimdir. Penaltıyı kaçıran Komano'nun vuruşu da dahil olmak üzere her iki takımın penaltıcıları da doğru vuruşları yaptı.


Şu kadarını söylemeliyim, Japonya yerine Güney Kore, Paraguay'ın karşısında olsaydı bu turu geçerdi. Korkakça oynayanların, sürekli tartıp biçmelerin futbolda yeri olmamalı. Tabii bunu izleyen biri olarak söylüyorum. İşin içinde olanlar için durum böyle değil. Fakat Paraguay çeyrek finalde ancak bizim gibi izleyici olurve skorun olabildiğince altta kalması için çabalar. Biraz iddialı oldu ama sahadaki futbola baktığımızda, gerçekçi olduğunu söylemek olası.

Başta da belirttiğim gibi, çeyrek finale dair kelamlar yarın. Yarın olmasa da, bir sonraki gün. Bizim de kendimizi nadasa almamız gerekir. Bundan sonra hedefimde Hollanda, Arjantin ve Gana dışında takım kalmadı.

40 yıl önce futbol ayakkabısı


Fotoğraftaki futbol ayakkabısı Sir Stanley Matthews.

Futbolun gelişimini sadece ayakkabılara ve toplara bakarak bile anlamamız mümkün sanırım...

İngiltere'nin Yılmaz Vural'ı; Harry Redknapp


Harry Redknapp: İngiltere Milli Takımı teknik direktörlüğünü İngiltere’de doğup büyüyen ve İngiliz futbolunu bilen birinin üstlenmesi gerek. Göreve talibim...

Bir an Yılmaz Vural konuşuyor sandım. Hayır, ilginç olan şu. Yılmaz Vural mı haklıydı yoksa Redknapp mı Yılmaz Vural tipinde bir adam?

Dünyanın başka yerlerinde, üstelik kalite farkı olduğunu düşündüğümüz İngiltere ile Türkiye'de benzer şeylerin tartışılması, insana garip geliyor.

Abarttın demeyin sakın.

28 Haziran 2010

Hollanda-Brezilya maçına erken bakış


Hollanda futbolunun yeri her futbolsever için ayrı olmuştur. Her büyük turnuvaya (1988 Avrupa Şampiyonası dışında) büyük umutlarla ve büyük beklentilerle gelirler, grup maçlarındaki futbolla taraflı tarafsız herkesi büyülerler. Ancak grup maçları sonrası tek ayaklı maçlar başladığı andan itibaren, tekleme emareleri kendini gösterir.

Hollanda'nın ikinci turda hesaplarını, Paraguay ya da İtalya'yı düşünerek yaptığı muhakkak. Fakat dünya kupaları tıpkı bugün olduğu gibi bambaşka defterlerin açıldığı karşılaşmalarla dolu.

Çok rahat geçebilecekleri Slovakya karşısında Stoch ve özellikle de Vittek'in karşı karşıya kaldıkları pozisyonlarda, 2010 Dünya Kupası'na damga vurabilecek bir sürpriz yaşayabilirlerdi. Olmaması direkt olarak tecrübeyle ilgiliydi. Rakip Slovakya değil de, çeyrek finaldeki Brezilya olsa ve Vittek ve Stoch yerine Fabiano ile Kaka'nın bu pozisyonlara girdiğini varsaysak, sonucun ne olacağını kestirmek az çok mümkün.

Robben, ilk turdaki sakatlığı sonrası tam performansla sahaya çıktığı Slovakya maçında, aslında dünya futbolunda biraz hakkı yenmiş bir adam olduğunu gösterdi.

Niye bilmiyorum, Robben'e hiç Messi muamelesi yapmadık ya da Ronaldo'ya gösterdiğimiz saygıyı göstermedik. Real Madrid'de bile istenmeyen adam oldu, bunun üstüne ne söylenebilir ki?

Oysa sahada yaptıkları, oynadığı takımlara etkisi tartışılmaz. Robben'i kendi kalibresindeki diğer yıldızlardan ayıran en belirgin özelliği, kendinden çok takımı için oynaması. Dripling yeteneği, 1'e 1'lerdeki etkinliği, sürati, ortaları, 26 yaşına gelmiş bu adamın, benzerlerinden hiçbir farkı olmadığını, hatta birçoğuna nazaran yetilerinin üstün olduğunu gösteriyor. Hep, hakkı yenmiş bir adam olduğunu düşündüm, hâlâ da aynı fikirdeyim.

Turnuva başlamadan önce "Favorim Hollanda" derken, iki ismi hedefe koymuştum Hollanda açısından. Biri Robben, diğeri ise Sneijder. Şu dört maç sonunda gördüm ki, belki Gullit ve Van Basten etkisinde değiller ama bir takımı şampiyon yapabilecek güçteler. Tabii, bu iki isme eklemlendirilecek oyuncular da mevcut. (Örn: Kuyt, De Jong, Van Bommel...)

Hollanda'nın bu Dünya Kupası'ndaki en temel eksiği, Van Nistelrooy tarzında bir adama sahip olmamaları. Ne yazık ki, Van Persie aynı etkiyi yapamıyor. Oyun stili olarak da, futbolcu tipi olarak da buna uygun değil. Klasik golcü tanımına uyan bir adamın, forvete oturtulması durumunda sanki daha başarılı olurmuş gibi hissediyorum ama bunların hepsi birer varsayım.

Çeyrek finalde önlerinde, bu kupada verecekleri en zor sınav var. Bu virajı geçtikleri taktirde, şampiyon olacakları düşüncem perçinlenecek. Aslında Brezilya için de benzer bir durum söz konusu. Bu kupada karşılaşacakları 31 takımın içinde kendilerine en ters gelebilecek rakiple karşılaşacaklar.

Brezilya'yı, Şili karşısında izledik. Akıl öyle menem bir şey ki, hiçbir şey yolunda gitmezken, bir anda onun sayesinde istediğinize ulaşabiliyorsunuz. 35 dakika boyunca, rakibin hata yapmasını bekleyen Brezilya'da Maicon, tam 34. dakikada orta yapacakken kafasını kaldırdı ve baktı. Pozisyonu biz göremedik ama TRT spikerine göre içeride 2 kişi vardı. Maicon şu kararı verdi ceza sahasına baktığında, "Şimdi orta yaparsam içeride 2 kişi var fakat topu rakibe çarptırıp kornere çıkartırırsam minimum 5 adamla ceza sahasında olacağız."


Belki şu yazıyı okuyan herkes "Oha birader amma yazdın" diyebilir ama pozisyonu tekrar izleyin. Yani o orta anını, Maicon'un bakışını ve topu bilinçli bir biçimde rakibine çarptırıp kornere çıkartırmasını. Kesinlikle böyle düşündüğüne eminim.

Evet işte, 90 dakikalık aksiyon içinde aklınızı kullandığınız bir an, kalan 55 dakikanın çorap söküğü olmasını sağlıyor.

Şimdi üste dönüp bakalım. Evet hem Hollanda hem de Brezilya, kendi açılarından bu kupada oynayacakları en zor takımla oynayacaklar. Brezilya, ilk kez topun sürekli kendinde kalmasını isteyen, sürekli ve şuursuzca değil (Bundan önceki turnuvalarda Hollanda'nın temel yıkılış sebebidir) bilinçli bir biçimde rakibinin üstüne giden, orta sahasını sağlam bir blokla koruyan; üstelik sadece kesici değil aynı zamanda topu oyuna sokmayı becerebilen bir orta sahayla karşı karşıya.

Açıkçası, Brezilya-Hollanda maçının genel olarak orta sahada kısır geçeceğini ve beklentilerin aksine çok zevkli ve kaliteli olmayacağını düşünüyorum. Benzer özellikler taşıyan iki takım oynayacak çünkü.

İki takımın defanslarını karşılaştırdığımızda kesin bir üstünlük var. Onun ismi de Maicon. Hiçbir turnuvada bu kadar baskın ve dominant bir kanat beki izlediğimi hatırlamıyorum. Oyunun skoruna her saniye etki edebilecek, rakibin sol kanadını canından bezdirebilecek, neredeyse her yaptığı orta isabetli olan bir adam.

Dunga kuvvetle muhtemeldir ki, kazanma planlarını 35'lik van Bronckhorst'a karşı kuracaktır. Bu, takımı açısından en doğru ve en akılcı taktik olacaktır.

Diğer tarafa gelince, Bert Van Marwijk eğer van Bronckhorst'u Maicon'la, kaderine razı bırakırsa, kendi açısından en yanlış tercihi yapmış olur.

Doğrusunu söylemek gerekirse, bu turnuvada kime gönül verdiysem, diğer tarafın kazanmasını izlemek zorunda kaldım, birkaç karşılaşma dışında. Hollanda-Brezilya maçında gönlümün kefesi açık ara Hollanda derken, aklımın kefesi ise Maicon etkisizleştirilebilirse (zor kelimeymiş ya da ben zorladım) Hollanda'nın kazanacağını söylüyor.

Şili ve Slovakya için mutlaka bir şeyler söylemek gerekir. Slovakya, kendi açısından çok parlak bir turnuva geçirdi. Sadece 3-2'lik İtalya maçı için bile, ülkede birkaç belgesel çekilebilir. Vittek bu turnuvada Slovakya forması değil de; Hollanda, Almanya forması giyse Salvatore Schillaci etkisi yaratabilirdi. Bu bakımdan 2010'un kazananlarından birinin Ankaragücü olduğunu söylemek mümkün. Stoch'a gelince, ciddi anlamda yetenekli olduğu su götürmez fakat asla ve asla şapkadan tavşan çıkartabilecek bir futbolcu değil. Fenerbahçe ve Galatasaray arasındaki kavganın son derece gereksiz olduğu, bu kupada görülmüştür.

Şili bu turnuvanın futbolsever açısından hemen herkesin gönlünü kazanmıştır. Futbola pozitif bakan, futbol oynamaya çalışan ve izleyeni pişman etmeyen bir takımdı. Ama onların da kaderi, son dünya kupalarında parlak futbol oynayan takımların başına geldiği gibi oldu ve ikinci turda elendiler. Yine de, kısır ve zevksiz geçen ilk turların en iyi takımlarından biriydiler ve bizleri heyecanlandırlar. Akılda kalmaları bile çok önemli...

Cruyff'la aynı fikirde olmak...


Johan Cruyff: Kupada şu ana kadar izlediğim en iyi takım Şili. Şili neredeyse tüm takımların yakaladığından daha fazla gol pozisyonu yakaladı.

Biz taraftarlara ekstra şeyler sunacak kalitedeydik. Hiç şampiyonluk kazanamamış olabiliriz, ama tüm dünya bizden bahsetti. Şimdi Şili bu rolü bizim elimizden aldı.

32 takımlı turnuvada tek şampiyon çıkacak. Turnuvayı kazanma şansınız bu kadar azken, en azından seyircilerin hoşuna gidecek şekilde futbol oynayabilirsiniz. Şili bunu yapıyor.

Hep birlikte kadayıf oluyoruz


Şahane iki maç kaçırdım ama bir o kadar şahane konser izledim. En son postta yazmıştım, "Megadeth ve Slayer'ı bekliyorum" demiştim.

Megadeth'in performansında ne yazık ki, ciddi bir ses sorunu vardı. Dave Mustaine'in sesini duymakta oldukça zorlandı insanlar. Anthrax ya da Slayer'da böyle bir sorun yoktu.

Slayer'de Tom Araya, formundan hiçbir şey kaybetmemiş. Dave Lombardo'nun davul soloları harikaydı. İngiltere-Almanya maçını kaçırmama zerre üzülmedim.

Ve Metallica. "İyi, Kötü, Çirkin" eşliğinde sahneye çıkan Metallica, neden Metallica olduğunu gösterir biçimde sahnede tek kelimeyle döktürdü. Hetfield, Big Four'a atıfta bulunarak, "Tarihi bir geceye tanık oluyoruz hep birlikte" diyerek, Big Four'un diğer gruplarının da gönlünü aldı.

Evet, Almanya-İngiltere maçını kaçırdım. 44 yıllık hesabın bir başka versiyonunu izleyemedim ama Hetfield'ın dediği gibi, tarihi bir anı orada yaşadım.

Bu arada, inat ettim saha içi bilet aldım ve izledim ama yaş geçmiş artık onu anladım. Bizim yaşlarımızda, tribünde konser izlemek gerekirmiş. Ben de, bu adamlarla birlikte kadayıf oluyorum...

27 Haziran 2010

Gana'yı bekleyen büyük sınav


Dünya Kupası'nın ikinci turunun ilk gününde harika iki maç izledik. Gerek ABD-Gana, gerekse de Uruguay-Güney Kore karşılaşmaları futbol açısından her türlü zenginliği içinde barındırıyordu.

Önce ilk maça dönelim. Kesin favori olarak maça başlayan Uruguay, golü erken bularak, büyük bir avantaj sağladı. Böylesi tek ayaklı maçlarda ilk golü bulan, her zaman ibrenin kendisinden yana olmasını sağlar. Güney Kore defansı, kalecisiyle birlikte yaptığı hatayı, yaklaşık 60 dakika boyunca telafi etmeye çalıştı.

Futbolda tecrübe denen şey, Uruguay-Güney Kore maçının 10 ila 70. dakikaları arasında kendisini gösterdi. Güney Kore bayıltıcı bir baskıyla, Uruguay'ı sıkıştırdı. Uruguay'ın nefes bile alamadığı anlar oldu.

Oysa Güney Kore'nin bu dakikalar arasında yapması gereken, baskıyı gerektiği kadar hissettirirken, maçın berabere bitebileceği mantığıyla hareket etmeleriydi. Güney Kore'nin gol bulamamasının temel sebeplerinden biri vurucu bir santraforlarının olmayışıydı.

Teknik direktör Huh Jung-moo; Lee Dong-guk hamlesini biraz daha erken yapabilse, bambaşka bir sonuç üstünden konuşuyor olabilirdik. Takımın en golcü ve en bitirici oyuncusunu 60 dakika boyunca, üstelik de inanılmaz bir baskı kurmuşken yanınızda oturtuyorsanız, böylesi bir sonuca da hazırlıklı olmanız gerekir.

Uruguay, gol yemediği grup maçlarından çok etkilenmiş olmalı. Eğer çeyrek finalde oyun planlarını bunun üstüne kurarlarsa, pişman olurlar. Çünkü karşılarında 90 dakika bitiminde yeni 90 dakika geçirebilecek, bir rakipleri olacak.

Aslında Güney Kore ve Uruguay arasındaki fark, Suarez kadardı. Ceza alanında maç boyunca topla sadece 3 kez buluşan Uruguaylı, ilkinde doğru yerde olmasının, ikincisinde de doğru vuruşu yapmanın ödülünü aldı. Çeyrek final kapısını aralayan ikinci gol, kupanın en güzel golü olmaya aday.

AFRİKA'NIN YILDIZI

İşyerinden çıkıp, eve doğru gelirken, Gana-ABD maçını sani birkaç saat sonra sahaya çıkacak, teknik direktörmüşcesine kafamda oynadım. Herkes "Oha lan sallama" diyecek ama uzatmada Gyan'ın attığı golün bir benzerini, ben daha dramatik bir final olma hayaliyle 90'da attırmıştım.


Ciddi bir heyecan taşıyarak izledim maçı. Maçtan beklentilerimin tamamı sahada oynanan futbolla örtüştü. Gana'nın diğer Afrika takımlarından tek farkı, teknik direktörünün mukavele süreleri aslında. Milovan Rajevac'la; Le Guen, Sven-Göran Eriksson ve Lars Lagerback'la, karşılaştırıldığında turnuva başında herhangi birine sorsam "Lagerback mı Rajevac mı diye?", "Rajevac kim ki?" yanıtını almam muhtemeldir.

Kariyerinde Kızılyıldız dışında parlak takımlarla çalışmamış Rajevac'ın diğerleri arasındaki en keskin farkı, mukavelesinin 2.5 yıla yakın süredir devam ediyor olması. Sadece şu veri bile, aslında insanlara çok şeyi anlatabilmeli. Neyse biz maça dönelim.

İkinci turu sonuna kadar hak etmiş, sonuna kadar kovalamış iki takımın mücadelesiydi. Kingston maçın belirleyicisi oldu. Kurtardığı 3 pozisyonla, ibrenin 180 derece dönmesini sağladı. Gana'nın temel iki sorunu var. Birincisi maç temposunu ayarlayamamaları ikinci ise kanat oyuncularının orta yapmaktan daha çok şut çekmeyi seçmeleri.

ABD, bu karşılaşmada da bundan önceki performanslarına benzer bir oyun oynadılar. Hiçbir maçta "Acaba ABD erken öne geçse, nasıl bir futbol sergilerler?" sorusunun yanıtını bulamadık. Yedikleri ilk golde Boateng'in ciddi ustalığı var. Kendisini karşılamaya gelen rakibini dışa kat ederek saf dışı bıraktı ve Howard'ın kapattığı köşeye topu bıraktı.

Golden sonra Gana, skoru 2 hatta 3'e bile taşıyabilirdi. İlk yarı soyunma odasına 1-0 girdikleri zaman, ne yalan söyleyeyim, eleneceklerini düşünmeye başladım. Altidore'un oyundan çıkmasına kadar da böyle düşündüm.

Gana, her Afrika takımı gibi potansiyelinin farkında değil. Fiziki üstünlüklerinden ötürü, bir maçın 90 dakikasında tempo yapıyorlar. Elbette yüzyıllık gelenekler kolay bırakılamaz ama tam da burada teknik direktör devreye girmeli. Rajevac'ın ve elbette Gana'nın en ciddi sınavı olacak Uruguay karşılaşması.

Fiziki üstünlükten öte aklın yarı finali olacak ve aklın hakim kıldığı takım yarı finale çıkacak. Tabii şans faktörünün de etkisiyle. Ama önce akıl...

ÇOK İSTEDİĞİN ZAMAN OLMUYOR

Harry Kewell kırmızı kart gördüğü zaman söylemiştim. Bir şeyi çok istediğin zaman olmuyor. Bugün İngiltere-Almanya maçı var ama ne yazık ki izleyemeyeceğim. Maça dair yorumları sizlerden okuyacağım.

Big Four beni bekler, aylardan bu yana Slayer ve Megadeth'i bekliyorum çünkü. Ben sizin için eğlenirken, siz de benim için Almanya-İngiltere maçını izleyin. İçimdeki his, berbat oynayan İngiltere'nin Almanya'yı yeneceği yönünde.

26 Haziran 2010

Engelliysen haddini bil!


Bu ülkede eylem yapmayacaksın, konuşmayacaksın, susacaksın, 'kader'ine razı olacaksın.

Ne kadar 'uysal' olursan, ne kadar 'sessiz sedasız' olursan, o kadar iyi senin için!

Kim olduğunun önemi yok. Biraz sesin yükseldi mi, hemen yersin sopayı kafana, lunaparktaki kurbağa misali. Lafa gelince "Türkiye demokratikleşiyor" ama gelgelelim hayatın pratiğinde öyle değil.

Niye yazdım değil mi bunları? Okuyun da görün.

"Türkiye'de engellilere yönelik örnek proje olarak gösterilen İzmit'teki Bizimköy Engelliler Üretim Merkezi'nde çalışan, ücretlerinin düşük olmasının yanı sıra yönetimin kendilerine kötü davrandığını öne sürerek 4 gün önce işyeri önünde seslerini duyurmaya çalışan 18'i engelli toplam 20 kişinin işine son verildi

Kocaeli Sanayi Odası Başkanı Ayhan Zeytinoğlu, bu kişilerin uyarıya rağmen eylemlerini sona erdirmemesi ve işbaşı yapmaması nedeniyle iş akitlerinin feshedildiğini açıkladı. Zeytinoğlu, çıkarılanların yerine yeni engelliler alınacağını ekledi."


Şimdi bu 18 kişinin yerine daha 'uslu' engelliler alınacak. Ne zamana kadar çalışacaklar? Ta ki, seslerini yükseltene kadar. Yok, eğer bir şeyler talep ederlerse, o zaman koy kıçına tekmeyi.

Bu ülkede zaten engelli olmak başlı başına bir eziyetken, bir de böylesine durumlarla karşı karşıya kalmaları ciddi anlamda sinir bozucu.

Bu insanlara, otobüs bile sağlamaktan aciz bir ülkede yaşıyoruz. O kadar trajikomik hadiseler var ki. Mesela metrobüs denen aletler, engellilerin binebilmesi için üretilmiş ama engelli yurttaşların metrobüse ulaşabilmesi için yaklaşık 45 merdiven çıkıp, aynı sayıda merdiveni de inmek zorunda. Sadece bir örnek bu, sayısız zorlukla karşı karşıyalar.

Böylesi işten çıkartmalar, işten çıkartılanlara değil, halen çalışanlara verilen gözdağıdır. Eylem yapan, hak arayan bu insanlara hadleri bildirilmiş oldu ve yerlerine geçeceklere de mesaj verildi. Bu kararda imzası olan herkesin engellere gelmesi dileğiyle...

25 Haziran 2010

İlk turun ardından aklımda kalanlar


İlk tur maçları sonuçlandı. İlk maçlarda bezdik, sonrasında yavaş yavaş açıldık. Final tatsız bitti pek çokları açısından.

Futbol ciddi anlamda şansı faktörünü taşıyor. İlk turun en büyük sürprizini yaparak İspanya'yı yenen İsviçre turnuvaya veda etti. Oysa pek çoğumuzun tahmini İsviçre'nin Honduras karşısında bir galibiyet daha alarak, ikinci tura taşınmasıydı. Ama böylesi bir sonuç Şili gibi bir takımı ikinci turdan mahrum bırakacaktı ki, bu biraz haksızlık olurdu.

İsviçre-Honduras maçına çok fazla bakamadım, baktığım dönemlerde Honduras'ın 3'e 1 ya da 5'e 2'lerini gördüm. O yüzden ahkâm kesmek anlamsız. İlk maçta epeyce şansın yardımıyla İspanya'yı yenen İsviçre, Şili maçındaki ürkek oyununun kurbanı olarak eleniyor.

İlk maçlar bittiğinde söylemiştim, ilk turun en çok merakla beklediğim maçı İspanya-Şili'ydi fakat garip bir kırmızı kart oyunun bütün ahengini kaçırdı.

İspanya, Avrupa Şampiyonası'ndaki parlak performansının yanına bile yaklaşır düzeydi değil. Şili kalecisi Claudio Bravo'nun anlamsız ileri çıkışıyla maç aslında orada bitti.

Maçın başında o kadar hissettirdiler ki, bugün beraberlik bile istemediklerini, yedikleri golden sonra gardı düşen boksöre döndüler. İspanya karşısında böylesi cesur bir performans sergilemek, her takımın harcı değil. Bugün belki rakip Şili değil Brezilya ya da Almanya olsa daha ihtiyatlı bir oyunla rakiplerinin karşılarına çıkarlardı.

Benim bu dünya kupasında en rahatsız olduğum şey, hakemlerin kart standartı ve ceplerinden bozuk para çıkartır gibi kart çıkartmaları oldu. Tamam, yıldızlar korunsun, oyunun oynanmasına yönelik hamleler yapsın hakemler ama bu kadar da kolay kart gösterilmesin. Böyle olunca mücadele denen şeyden eser kalmıyor.

Aslan gibi kükreyen bir takımı maçın sonlarında pısırık bir kediye döndürdü, kırmızı kart.

İspanya'da oyuncular aynı oyuncular ama taşlar sanki yerli yerinde değil. Torres, Iniesta, Casillas gibi oyuncular, bırakın tam performansı yarı zamanlı çalışan durumunda bile değiller. Böyle olunca, daha silik ve anlık patlamalar yapan bir takım izliyoruz.

İspanya-Portekiz ve Şili-Brezilya maçları ciddi anlamda ikinci turların en iyi maçları olmaya aday. Şili her ne kadar tüyü yolunmuş tavuk gibi çıkacaksa da Brezilya karşısında, bu maçta aldıkları dersle daha mantıklı futbol oynamaya çalışacaklardır. Tabii burada Brezilya'nın ne oynadığı da önem kazanıyor.

PORTEKİZ-BREZİLYA

Herkes Uruguay-Meksika maçından beraberlik bekliyordu, benim beklentimse, dünyada dil ve kültür kardeşliği yapan üç ülkeden ikisinin (sonuncusu sömürge Angola) karşılaşmasından çıkacağı yönündeydi.

Brezilya'nın ilk tur boyunca oynadığı oyunlardan haz aldığımı söylemek mümkün değil. Buna biraz anti-Brezilya ruhum da eşlik etmiş olabilir. Fakat Zico-Socrates-Eder-Serginho-Paulo Isidoro-Falcão-Casagrande-Careca-Edinho gibi adamları izlemiş bir futbolsever olarak, bu Brezilya'nın futbolundan haz alınmayacağını da söylemeliyim.


Elbette futboldaki değişim yadsınamaz ancak tüm dünyaya stiliyle kendisine âşık etmiş bir ülkenin, bu kadar gerçekçi futbol oynamasını kabullenemiyorum. Beklediğim şey; üç-beş çalım, bacak araları, rövaşatalar değil fakat yarı '86 Rusyası (O Rusya da taş gibiydi ayrı mesele) gibi de bu kadar fiziki bir oyun istemiyorum, Brezilya'dan.
Futbol eğer sadece sonuç için oynanacaksa Brezilya doğru olanı oynuyor, bunu itirazım yok.

Portekiz'i hiçbir zaman sevmedim, kabullenemedim, bunların değişeceğini de düşünmüyorum. Bir maç boyunca Ronaldo'nun neredeyse kendi yarı sahasından şut çekmesi, yaratıcılıktan uzak bir takım, pek fazla şirin gelmiyor. Portekiz seyretmektense, yüz kere Şili maçı izlemeyi yeğlerim.

İLK TURUN 'EN'LERİ
Adettir yapılır. Bunlar tamamen benim seçimlerim haliyle. Beğendiğim, ve beğenmediklerimi yazmak istedim..

En iyi kaleci: Diego Benaglio
En iyi savunma oyuncusu: Arne Friedrich
En iyi kanat beki: Philipp Lahm-Maicon
En iyi orta saha oyuncusu: Enrique Vera-Jorge Valdivia-Mesut Özil
En iyi forvet: Róbert Vittek-Diego Forlan
Hayal kırıklığı yaratanlar: İtalya-Fransa-Kamerun-Frank Lampard


En büyük sürpriz: Yeni Zelanda-Güney Kore
En güzel gol: Dennis Rommedahl (Kamerun maçındaki gol)-David Villa (Honduras ve Şili maçlarındaki goller)
Yarın ikinci tur başlıyor. Maçlarda eğer erken goller olmazsa, bol bol gerileceğiz. Bu arada dün yazamadım kusura bakmasın, takip edenler. Gönül koymayın.

Avrupa futbolunun iflası ve Türkiye'ye etkileri


İlk turun bitmesine bir gün kaldı. Sonuçlar ilgi çekici Dünya Kupalarına en çok takım gönderme hakkına sahip olun Avrupa takımları yaprak dökümü misalı birer birer eleniyor. Son şampiyon bugün gitti, finalist zaten turnuvaya gelmemiş gibiydi. Herkesin favorisi İngiltere ecel terleri dökerek ikinci tura çıktı, Danimarka favori olduğu maçat Japonya'ya teslim oldu. Avrupa Şampiyonu apoletine sahip Yunanistan varlık gösteremeden elendi. Bir önceki Avrupa Şampiyonası'nın yarı finalistlerinden Türkiye ve Rusya buraya dahi gelemedi...

Doğrusu, bugünkü sonuçlardan sonra futbola karşı inancım biraz daha arttı. Şöyle bir bakıyorum; ikinci tura çıkan takımlar -Slovakya dışında. İlk iki maçlarında futbol oynamaktan uzaktılar- ilk maçtan beri futbol oynamaya çalışan takımlar.

Yoluna devam etmesi beklenen iki Avrupa takımı kaldı. Biri İspanya, diğeri ise Portekiz.

Bu başlıktaki iddialı teze katılmanızı beklemiyorum ancak bence pek çok etken bir araya geliyor bu konuda. Belki de, turnuvayı bir Avrupa takımı kazanabilir fakat temel argümanım, sahadaki futbol.

İlkin şunu söylemek gerekir; Avrupa'da serbest dolaşım hakkıyla başlayan sınırsız transfer hakkı -ya da 6+2+2 gibi denklemsel transfer hakları- futbolun ülkeler adına gelişimine engel olmuştur. Yoluna devam eden ya da etmeyen ülkelere bir bakalım. İtalya; ilk Paraguay maçında şöyle bir cümle yazmıştım "Benim adıma maçta ilginç olan tek şey, Serie A şampiyonunun tek bir futbolcusunun bile İtalya Milli Takımı'nda oynamıyor olması. Kadrosunda numunelik 4 İtalyan'a sahip olan bir takımın (Biri de devşirme) o ülkenin liginde şampiyon olmasının nasıl bir başarı olduğunu ayrıca tartışmak gerekir." (Bunu ilk ben söylemiştim anlamında yazmıyorum. Ancak birkaç gündür sıkça dillendiriliyor. Benimkisi daha çok 'Bu fikri aşırmadım' anlamında)

İşin İtalya ayağına baktığımda, zaten sevmediğim Mourinho'nun başarısının sırrı ortaya çıkıyor. (Bunu ayrı bir yazı olarak mutlaka yazacağım) Son dünya şampiyonu kadrosunda, Seri A ve Şampiyonlar Ligi şampiyonu takımdan bir tane oyuncu alamıyorsa, ortada ciddi bir sorun var demektir. Sadece şu veri bile, başlıktaki tezi doğrular niteliktedir.

Gelelim İngiltere'ye; bugün İngiltere basını her ne kadar ikinci tur bayramı yapıyor olsa da, diğer taraftan "İyi haber ikinci turdayız, kötü haber Almanya ile karşılaştık" yorumunda bulunuyor. Pek çoklarına göre 2010 Dünya Kupası'nın en büyük favorisi olan takımın basını, turnuvanın en genç takımlarından birinden böylesine ürküyor. İngiltere'yi favori gösterenlerin genel dayanağı Premier League. Evet Avrupa'nın en iyi liglerinden biri, en parlak performansların sergilendiği yer ama lig kaliteli yabancılarla örülü.

Gelelim Fransa'ya; onlardaki durum hepsinden daha farklı. Takım içinde gruplaşmalar, teknik direktör-futbolcu kavgaları, genel anlamda iç çekişmeler. Fakat onların futbolundaki dinamikler de, Afrika menşeeli oyuncular.

Almanya'nın durumu da biraz Fransa'ya benziyor. Kendi bünyesinde artık yetenekli futbolcu çıkartamayan Almanlar, 2-3 ve 4. nesil yabancı çocukları ile ayakta kalabiliyor. Bunun tabii ki, hiçbir sakıncalı durumu yok. Eleştiriyor gibi görünmek istemem fakat Avrupa futbolundaki gerileme aynı zamanda Alman futbolunu da etkilemiştir.

İspanya, 2000 yılındaki Türkiye'ye benziyor. O dönemin Galatasaray'ı gibi Barcelona'dan örülü bir milli takıma sahipler. Bu nesilin ardından kimlerin geleceği belirsiz. Belki bir Avrupa Şampiyonası daha çıkartırlar ama sonrası meçhul.

Hollanda, futbolcu ihraç eden ülkelerin başında geliyor. Bu onların futbolunun gelişkin yapısının bir örneği. Turnuvada üst tura çıkan takımlara bakarsak, genele futbolcu ihraç eden ülkeler olduğunu görüyoruz. Bu açıdan, diğer Avrupa takımlarından farklı.

Şimdi biri çıkıp diyebilir ki, "İyi de ya bir Avrupa takımı şampiyon olursa, buna ne diyeceksin?" Tabii ki, böyle bir ihtimal söz konusu ancak kimin olacağı burada önemli.

İşin Türkiye ayağına bakacak olursak, futbolumuzun berbat bir dönemden geçtiğini söylemek gerekir. Son 2 dünya kupasında da yokuz, 2008 Avrupa Şampiyonası'nda Cech'in hatasıyla ilk turdan elenmenin eşiğinden dönüp, bir daha tarihe rastlanmayacak biçimde yarı finale çıktık.

Kulüp takımlarımızın hiçbir Avrupa Kupası'nda başarısı yok. Artık ikinci tur bile başarı görülür hale geldi. Son yılların lig şampiyonlarından hiçbirisi göz dolduracak futbol oynamıyor. Kısır skorlar, çekişmeden uzak maçlarla, sadece adrenalin pompalayarak, heyecanı üst düzeyde tutmaya çalışılıyor.

Türkiye'de futbolun yönetenleri artık şunu görmeli:

1- 6+2+2 gibi saçma sapan hatta embesilce kararlar, Türkiye'de futbolun daha geriye gitmesine neden olacaktır.

2- Futbol Güney Amerika'da sadece Brezilya'da oynanmadığı görülmeli. Bu yüzden transfer yaparken, 5. sınıf Brezilyalıları 'yıldız', 'yıldız adayı' diye kimseye yutturmaya kalkılmasın. Keza, Asya'da da futbol oynandığı gerçeği göz önüne alınsın.

3- Taraftarın istediği, 'yıldız' transfer diye, sisteme, takıma, ülkeye hiç mi hiç uymayacak transferler yapmaktan acilen vazgeçmeli.

4- Yabancı oyuncuda sayısal üstünlüğü değil, niteliksel üstünlüğü ön plana almalılar.

5- Altyapılarına önem vermeyen takımların hiçbirisinin ayakta kalabilmeleri mümkün görünmüyor. Bir futbolcu için neredeyse tüm altyapılarını gönderen kulüpler, geleceklerini de sattıklarını görmek zorundadırlar.

Avrupa futbolu, tamamen para üstüne kurulu ve parasal başarılarla ayakta kalıyor. Türkiye'de kulüplerin buna ayak uydurabilmesi mümkün değil. Bu büyük sahnede ancak ve ancak figüran rolünü üstlenebiliriz.

Buna razıysak, sorun yok ama değilsek ona göre hareket etmek zorunda herkes. Kıytırık adamlar için yapılan transfer kavgaları, girişilen sahte kavgalar, kaliteden uzak, futbolu sadece gürültü patırtıyla ayakta tutma girişimleri Türkiye'deki futbol ortamını daha da kalitesiz hale getirmekten başka bir işe yaramayacaktır.

Baktığım pencerede gördüğüm bir şey daha var. Belki birileri çok kızacak ama böyle değerlendiriyorum. Jose Mourinho'nun dünyanın en başarılı teknik direktörü olduğu külliyen yalandır ve külliyen bir yutturmacadır. Elindeki zengin ve transferle şişirilen kadroları 'başarılı' kılmak, kendisine "Dünyanın en iyi teknik direktörü" apoletini kazandırsa da, Porto''daki günleri dışında o unvanı hak ettiğini düşünmüyorum.

Ligde, tarihinin en başarılı (daha başarılısı çıktığı için başarısız sayıldılar) dönemlerinden birini geçirmiş olan Real Madrid'e gittikten sonra kaç transfer yapacağını birlikte göreceğiz. O kadroya, kimler alınacak merak konusu.

Bunlar nacizane fikirlerim. Katılmayabilirsiniz ancak sadece bir-iki skor üstüne yazılmış kelimele ve cümleler olmadığını da farkedin...

24 Haziran 2010

Sahi Carrusca dönüyor mu?


Ya karambolde unuttuk, 'tez konusu' transferimiz Marcelo Carrusca, bu yıl takıma dönüyor.

Beklenen patlamayı bu yıl gerçekleştirmesin 'genç' yeteneğimiz. Bu da aynı Semih gibi olur, yıllar geçen gençliği bitmez.

Ya cidden, bilgisi olan var mı, akıbeti hakkında?

Mesut Özil'in sevgilisi Lagerblom Müslüman oldu


Bild gazetesi Mesut Özil’in sevgilisi Anna Maria Lagerblom’un Müslüman olduğunu yazdı.

Bild gazetesi, "Onlar Dünya Şampiyonası’nın yaz masalı" başlığıyla verdiği haberde, aile arasında yapılan sade bir törenle İslamiyet’i seçen Lagerblom’un "Melek" adını aldığını belirtti.

Alman pop kraliçesi Sarah Connor’un kız kardeşi olan Anna Maria Lagerblom’un annesinin, kızının son zamanlarda evde domuz eti yemediğini ve Kuran-ı Kerim’e ilgi duyduğunu fark ettiği ifade edildi.

Protestan olan ailesinde konunun görüşüldüğünü anlatan Sarah Connor, "Anna Maria ve Mesut ailemizin birer parçası. Önemli olan birbirlerini sevmeleri. Müslüman ya da Hristiyan olmaları ailemizde çok da fazla bir rol oynamıyor"

Gazete, Mesut ve Anna Maria’nın (Melek) bu konuda bir açıklama yapmak istemediğini, ancak olayı doğruladığını bildirdi.

Haber ilginç. Aynen verdim.. Yazı bana ait değil

23 Haziran 2010

13. günden aklımda kalanlar



Dünya Kupası maçlarından önce mutlaka yazılması gerekirdi. Wimbledon'da dünya spor tarihine geçen bir gün yaşandı ve yarın da bu tarihi gün devam edecek.

ABD'li John Isner ile Fransız Nicolas Mahut arasındaki birinci tur maçı Salı günü başladı büyük bir ihtimalle Perşembe günü bitecek. Dünya spor tarihine geçecek bu mücadele tam 10 saatten bu yana devam ediyor. Üstelik 10. saat sonunda maç ertelendi.

Fransız Nicolas Mahut, bir tenis maçındaki en yüksek ace sayısına da ulaştı. Tam tamına 98 ace atan Mahut, bir daha bu rakamın yakalanmasına izin vermez.

Wimbledon'daki kural gereği tie-break setinde, tie break uygulanmıyor. O yüzden iki raketten birinin, diğerine 2 farklı oyun üstünlüğü kurması gerekiyor. Ancak maçın tie-break seti 59-59'ken ve tam tamına 10. saate girilmişken, maç yarına (yazı sonunda bugün olur) ertelendi.

Biri Fransız, diğeri ABD'li bu iki adamı bütün dünyadaki sporseverlerin ayakta alkışlaması şarttır. Yarın bir inceden yazı gelir buna.

DONOVAN'DAN SİHİRLİ DOKUNUŞ

2010 Dünya Kupası'nda bir günü daha geri bıraktık. C Grubu'nda büyük bir sürpriz yaşanarak, ABD grup liderliğini alarak 2. tura çıktı, İngiltere ise 2.'likle yetinmek zorunda kaldı.

İlk maçtan bu yana "Defoe, Defoe" haykırmalarımı duymuş olan Capello, nihayet Emile Heskey'i ilk 11'de oynatmayarak, turnuvadaki en doğru kararını verdi. Verdiği bu karar, kendi kariyerinin de tartışılmaya başlandığı bir anda, ilaç niyetinde olmuştur.

Bir Türk misali, yumurtanın kapıya dayandığı ve kupaya veda etme olasılığı bulunan İngilizler, gruptaki en rahat -görece- maçlarını oynadılar. Skor her ne kadar 1-0 bitse de, 3-0 ya da 1-1 de bitebilirdi.

İngiltere'de kaptan Steven Gerrard, maçın kesin ve net yıldızıydı. Bu cümleyi yazmışken James Milner'a haksızlık yaptığımı düşünmesin kimse. Attığı o diyagonaller için bile maçın yıldızı etiketini hak etmiştir.

Gruplar açıklandığında belki de İtalya ile birlikte en rahat takım olarak görünen İngiltere, kan-ter ikileminde kaldı gruptan çıkabilmek için. Gerçi ABD'nin kazanmasıyla Almanya ile karşılaşmak zorunda kaldılar ama eğer bu turda bir veda olsaydı, İngiliz futbolcuların Ada'ya nasıl döneceklerini tahmin bile edemezdim.


Slovenya'nın futbolunu, oyun anlayışını çok sevmedim. Fakat bir gerçek var ki, kadrolarına bakılacak olursak, başarılı oldular.

Gelelim grubun dengesini değiştiren maça, yani ABD-Cezayir karşılaşmasına. Futbol öyle ilginç bir oyun ki, hayatımda ilk kez, üstünde ABD forması taşıyan bir takımın galip gelmesine sevindim.

ABD, bu turnuvada gördüğüm tartışmasız en inatçı takım. İki maçı da bırakmadılar, iki maçta da disiplinlerinden taviz vermediler ve iki maçlarında da futbol oynamaya çalıştılar.

Cezayir maça çok hızlı başlayıp topu direkten döndükten sonra -o top girseydi de, ABD'nin maçı çevireceğini düşünüyordum- ABD maçı kazanmak için 93 dakika boyunca mücadele etti. Altidore, Donovan, ikinci yarı oyuna giren Feilhaber, Bocanegra ve Cherundolo harika maç çıkarttılar.

Her iki maçı dönüşümlü seyretmiş olsam da, futbol olarak "Tamam maç budur" dediğim karşılaşma ABD maçıydı. Bunda Cezayir'in de oyunu etkendi. Cezayir kalecisi Rais Ouheb Mbouli, son dakikada yediği gol dahil mükümmele yakın bir maç çıkarttı. ABD'nin inim inim inlemesine sebep oldu.

Doğrusu İngiltere için aynı şeyi söylemeyeceğim ama ABD sonuna kadar gruptan çıkmayı hak etti. İkinci turda Gana ile karşılaşacaklar, bir maçlık ABD destekçiliği yeter de artar bile.

ALMANYA VE GANA MUTLU 'MESUT'

Son Fanatik, Fotomaç başlığımı atmış bulunuyorum. Bundan sonra daha rahat okuyabilirsiniz. İnanın hiçbir yere bakmadım ama kuvvetle muhtemel bir dolu yerde benzer başlıklar mevcuttur.

Açıkçası, Almanya-Gana maçında bir tarafın kazanması gerekiyorsa, bunun Gana olması lazımdı. Bölük pörçük izlediğim için net ifadeler kullanmak istemiyorum fakat Gana'nın kaçırdığı pozisyonları görünce ciddi anlamda hayıflanmadım değil. Öte taraftan, grup ikincisi olarak ABD ile karşılaşacak olmalarına da acayip sevindim. ABD'yi küçümsüyor değilim, yine de Gana'nın grup ikinciliğinin çeyrek final kapısı olarak görüyorum.

Mesut Özil maça çok kötü başladı. Kaçırdığı gol, paslarındaki isabet oranı, ikili mücadelelerdeki zayıflığı ile Almanya'nın en kötülerinden biriydi. Ama işte ilk maçta söylediğim gibi Mesut; Zidane'ların, Tigana'ların, Socrates'lerin, Hagi'lerin temsilcisi gibi. Çok kötü oynadığı bir maçta, mükemmel bir gol atarak, 90 dakikaya damgasını vuruyor.

Mesut tipinde yeteneklere, futbolda her zaman rastlanmıyor. Rastlansa da, kendilerini harcamak için ellerinden geleni yapıyorlar. Mesut Özil, bugün var olduğu konumdan çok daha ileriye gidecektir. Avantajlarından biri Almanya Milli Takımı'nda oynaması. İçimdeki ses eğer Türk olsaydı, Emre Belözoğlu ya da Arda Turan'ın (bu oyuncuları küçümsemiyorum fakat bu 'gurbetçi' denilen adamlar, Türkiye'de gerek basının gerekse de takım içindeki arkadaşlarının alay konusu oluyor, konuşmalarıyla, kültürleriyle dalga geçiliyor. O yüzden de çok erken kopuyorlar milli takımdan) yedeği olurdu, diyor.

Bu yüzden Almanya vatandaşı olması Mesut Özil'in geleceğinin daha da parlak olacağı anlamını taşıyor, benim adıma.

Almanya fiziki açıdan Gana ile baş edebilecek ender takımlardan biriydi. Bugün eğer 1-0 üstünlükle sahadan ayrıldılarsa, bu fiziki güçlerinin ve gençliklerinin sayesinde gerçekleşti. Özellikle defansta Arne Friedrich ile Philipp Lahm maçı kazanmalarında büyük rol oynadı. Lahm'ın çizgiden çıkarttığı top, Friedrich'in üç kritik müdahalesi ile grup liderliğini ceplerine koydular. Gana'nın kaçırdığı goller de, grup liderliğinin yolunu açtı.

İlginçtir, Gana turnuvada attığı 2 golü de penaltıyla buldu. Bu maçta öyle goller kaçırdılar ki, değil saç baş, kirpik-kaş bile kalmaz insanda. İkinci tura çıkmalarını, kesin olarak Avustralya'nın galibiyetine borçlular.

Gana'nın ABD karşısında ikinci turu da aşabileceğini düşünüyorum. İngiltere'nin gelmemesi tecrübe açısından bile ibreyi onların aleyhine çevirebilirdi. Bu açıdan şu ana kadarki eşleşmelerden en şanslısını yakaladılar. Aynı şey tabii ki ABD için de geçerli.

Muhtemelen ikinci tura çıkan tek kıta takımı olacaklar. Bu yüzden, ABD maçında arkalarındaki seyirci desteği de onların avantajına olacak.

Avustralya-Sırbistan maçını çok fazla izleyemedim, o yüzden ahkam kesemeyeceğim. Bu maça bakmak yerine, zap hakkımı Wimbledon'daki John Isner-Nicolas Mahut maçından yana kullandım.

Kewell'ın kırmızı kartı sonrası zaten benim adıma Avustralya bitmişti. Sırbistan'ın futbolcu kalitesini, sahaya yansıtamadığını düşünüyorum. Gerçi, bir beklentim yoktu, hele Gana maçından sonra hiç kalmamıştı. Gana ikinci turu daha çok istedi ve istediğini de aldı.

Yarın John Isner ile Fransız Nicolas Mahut maçını sakın kaçırmayın. En azından 10 saatin ardından neler olup bitiyor, onu görün.

Kapatın futbol branşını


Uğur Uçar Ankaragücü'ne transfer oldu. Forma giymese de, Galatasaray'da en sevdiğim futbolculardan biriydi. Kardeşimdi, takım kaptanımdı, ikinci Cüneyt Tanman'ımdı.

Biraz önce kulübün İMKB'ye yaptığı açıklama geldi. Uğur Uçar, 1 milyon 300 bin lira bonservis bedeliyle Ankaragücü'ne transfer olmuş.

Ve 2009-2010 futbol sezonu sonuna kadar olan hak edişlerinin 100 bin lirasından feragat etmiş.

Galatasaray Kulübü, altyapısından yetişen oyuncusunun 100 bin lirasını vermiyorsa yazıklar olsun.

Transfer yapacaklar bu adamlar değil mi? Batsın transferiniz. Önce formasını terleten adama parasını vereceksin, sonra transfer yaparsın. Mehmet Topal 500 bin lirasını bıraktı, Uğur Uçar 100 bin lirasını.

Aferin size, böyle devam edin. Örnek kulüp yönetimi bunlar. Hayatımda hiçbir yönetime antipati duymadım, ilk kez oluyor bu. Belki ben fazla hassas davranıyorum, bilemiyorum. Ama kulübün, bu yönetimden kurtulması gerektiğini düşünüyorum.

Her şeyi bir kenara bırak, koskoca Galatasaray Kulübü, bir top kapabilmek için buzun üstünde dizini kıran, kendi altyapısından çıkan oyuncusuna 100 bin lira ödemiyorsa, kapatsınlar o branşı.

İroniye bak ki; o çocuk giderken sana para kazandırıyor. Ağzımdan çok şey çıkacak, iyisi mi susmak.

Not: Fotoğraf, rovasata.blogspot.com'dan alıntıdır

22 Haziran 2010

12. günden aklımda kalanlar


Gecenin sonundan başlamak lazım. Arjantin işi bitirmişti, diğer 3 takım grup ikinciliği için mücadele ettiler.

Ağırlıklı olarak Güney Kore-Nijerya maçını izledim, futbol kalitesi açısından olmasa da, nefeslerin kesildiği bir karşılaşma olduğunu söyleyebilirim. Güney Kore, iki golünü de duran toptan buldu, bu açıdan ilginçti. Her iki golde de ciddi baraj ve kaleci hataları vardı.

Üç takım arasındaki en avantajlı takım, Nijerya'ydı. Arjantin'in Yunanistan karşısında galip geleceği açıktı, bu açıdan alacağı galibiyetle ikinci turu aralayabilirdi. Maç içinde Yakubu ve Obasi'yle inanılmaz pozisyonlar kaçırdılar.

Yakubu'nun 3 metreden kaçırdığı gol (pozisyon net ofsayttı, olmaması iyi oldu) ile Güney Kore defansını 2'ye 1 yakaladıkları pozisyon dönüm noktası oldu. Doğrusu, Yakubu penaltıyı atarken bile şüphe içindeydim atabileceği konusunda.

İtiraf etmek gerekir ki, bu gruptan çıkan ikinci takımın, futbol adaleti açısından Güney Kore olması gerekirdi. Maçın son 10 dakikasını saymazsak, disiplinleri ve kondüsyonları sayesinde kazandılar. Geriye düştükleri zaman bile; hiç bozulmadan, oyun disiplininden kopmadan aynı mücadeleyi veriyorlar. Bu açıdan takdir etmek gerekir.

İkinci turda rakipleri Uruguay olacak. Uruguay'ın çeyrek finale çıkacağını ama bunu gerçekleştirirken, fazlaca zorlanacağını düşünüyorum.

Gecenin diğer maçını çok fazla takip edemedim. Yunanistan'ın oynadığı her maç ızdırap, Arjantin'inki ise festival niteliğinde. Arjantin'in sol kanadında oynayan Clemente Rodriguez'e ciddi anlamda bayıldım. Sol kanat arayan bir takım olsam bir dakika bile düşünmeden, Estudiantes'in kapısını çalarım.

Sonucu belli bir maç için konuşmak gereksiz ancak Maradona açısından, grupta oynanan 3 maç güven tazeleme anlamına gelmiştir. Belki sahada izleyemiyoruz ama saha kenarında kaçan gollere hayıflanması, gollerden sonra havaya zıplaması, mimikleri, jestleri onun halen izlenebilir olduğunu gösteriyor.

İkinci turda işleri çok da kolay olmayacak. Fakat bir şey var ki, oyun anlayışı ve stili olarak izlenmesi en güzel takımlardan biri. Her şeyi bir kenara bırakın, Maradona için bile izlenir bu takım. Messi'yi isim olarak saymak zaten abesle iştigal etmekle eşdeğer.

TURNUVAYA 'FRANSIZ' KALDILAR

Evet, bir Fanatik, Fotomaç başlığı ile yine birlikteyiz. Bir kez daha atmıştım, bu ikinci oldu, bir de final yapar kapatırım bu iğrençliği..


Herkesin beklediği oldu ve Uruguay ile Meksika ikinci tura yükseldi. Bu grupta da, futbol adaleti açısından ikinci tura çıkması gereken takımlar hedefe ulaştı.

Haliyle, bu maçları da dönüşümlü olarak izledim. Ağırlık Meksika-Uruguay maçı oldu, öte taraftan Fransa-Güney Afrika karşılaşması aksiyon açısından daha çok şey yaşattı futbolseverlere.

Teknik direktörünün futbolcusuna 'embesil' dediği, futbolcusunun teknik direktörüne küfür ettiği, yine futbolcusunun basınına "Kendimizi küçük takım gibi hissediyoruz" dediği bir milli takımın turnuvada bulduğu tek gol şans sayılmalı. Bu kadar şey içinde Domenech'i saymamam, bana bile şaşırtıcı geldi. O kadar çok şey yaşandı ki, rezaletin asıl sorumlusunu unutturuyor insana.

Güney Afrika, gardı düşmüş Fransa'yı hele de 10 kişi kaldıktan sonra 2-1'le bırakması ciddi bir başarısızlık. Turnuvanın en kötü iki teknik direktörünü karşı karşıya getiren karşılaşmanın en ilginç yanı, bundan önceki maçlarda gol atmamak için çabalayan iki takımın gol atmaya çabalaması oldu. Sonuçta ikisine de iyi oldu. Hele de Fransa'ya.

Bir dönem, bu buhranı atlatmaları mümkün görünmüyor. Fransız futbolunda özellikle milli takım açısından derin kırılmalar yaşanması olası. Laurent Blanch'ın, yola silbaştan başlaması gerekiyor. İşi kolay değil.

Gruptan çıkan iki takıma gelince. Turnuva öncesinde ve ilk maçlar sonunda Uruguay'a şans tanımadığımı söylemiştim, sağlam yamuldum. Halen de ısınabildiğimi söyleyemem. Kiminle oynasalar, rakibi destekleyeceğim gibi görünüyor.

Fakat hakkını vermek gerekir, sağlam adım atıyorlar. Defansları çok sağlam, orta sahaları sert ve gereksiz top kayıplarını minimize yaşıyor, forvete söz söylemek de imkânsız. Cidden, niye sevmiyorum ki? Taş gibi takımmış.

Yarın Slovenya-İngiltere ve Gana-Almanya maçı mutlak izlenmeli. İngiltere'nin izlenebilirliği elenmesine bağlı olacak. Basınlarının "Beatles'dan sonra en iyi grup" diye yorumlamıştı, grupta çıkan takımları. Olası kötü bir sonuçtan sonra daha yaratıcı başlıklar ve en aşağılayıcı yorumları merakla bekliyorum.

Gana-Almanya maçı ise, futbol açısından çok sağlam bir maç olacak. Büyük ihtimal basınımız, iki kardeşin mücadelesi şeklinde görecektir. Kupa, seyri gittikçe artıyor, tek üzüntüm kendi kıtalarında ikinci tura hiçbir ülkenin çıkamayacak olması. Son ümidim Gana...

Bu ülkenin insanları


Bugün bir gazeteci olarak öğrenmiş oldum ki, yaptığım haberlerle PKK'ya 'bilerek ya da bilmeyerek' yandaşlık yapıyormuşum.

Şehit cenazelerindeki ayılıp, bayılma görüntülerinin gösterilmesiyle yapıyormuşum bunu.

Aslında Başbakan Erdoğan haklı. Onların hepsi var olmamış sanal görüntüler. Ya da o görüntüler yaşanıyor olsa da, görmezden gelmemiz gerekir. Hiç olmamış gibi, hiç yaşanmamış gibi öyle kısa, satır veya kısa haber olarak "Hakkari'de PKK'lı teröristlerin karakola saldırması sonucunda 9 asker şehit olurken, 14 asker de yaralandı" diye vermeliyiz.

Misal, olayın olduğu gün gazetenin manşeti "Türkiye binde iki büyüdü" haberi olmalı. Sürmanşette, Başbakan Erdoğan'ın o meşhur elini göğsüne götürdüğü fotoğrafla birlikte "Dünya, Başbakan Erdoğan'ı alkışlıyor" haberi olmalı.

Manşetin hemen altında, "Yargıtay Başkanı'ndan şok ses kaydı" diye bir haber ve onun da altında, "AB, Türkiye'yi almadığına bin pişman" başlıkla haber yer almalı.

Artık gazetenin alt kısımlarını da "Stoch'tan mesaj var", "Galatasaray'ın yeni bombacısı", "Quaresma'dan sonra hedef Robben" haberleriyle sayfayı tamamlamış oluruz.

Neden böyle bir sayfa yapmalıyız? Başbakan tarafından PKK yandaşı ilan edilmemek için.

Aslında, bu ülkede hiç acı yaşanmıyor, yoksulluk yok, çöpten beslenenler tamamen ütopya, 5 lira için sokakta insan kesenler de yok. Bu ülkede borçlarından dolayı her gün onlarca insan da intihar etmiyor, külliyen yalan.

Çocuğuna harçlık veremediği için kendini asan insanlar yok bu ülkede. Fabrikası kapandığı için kafasına kurşun sıkan işadamı hiç yok.

Bu ülkede göçük altında kalan insanlara hiç rastlanmıyor. Göçük altında kalsalar bile, kendi hatalarından kaynaklanıyor. Zaten böyle bir haber olsa da, kime hizmet ettiği belli olmayan medya, yalan söylüyor.

Bu ülkede, taş attığı için 12 yıl hapis cezası alan çocuklar, polis panzerleri altında kalan çocuklar, aileleri tarafından satılan çocuklarsa hiç yok. Bizim çocuklarımız mutlu, bizim çocuklarımız hep gülümsüyor.

Bu ülkede, parasızlık nedeniyle böbreklerini satışa çıkartan insanlar da yok. Gürbüz, sağlıklı, toraman insanlardan oluşan bir coğrafyanın evlatlarıyız.

Bu ülkenin siyasetçileri, erdemli, onurlu insanlardan oluşur. Üstünde toplu iğne başı kadar leke olduğunda bile istifa eder, gururuna yediremez çünkü.

Bu ülkede yolsuzluk olmaz, yer yoktur. Öyle başka ülkelerde olduğu gibi oğluna gemi almaz, girişimci çocuklarına 17 yaşında şirketler kurulmaz.

Bu ülkenin başbakanı, genelkurmay başkanı siperde çömelmez. Başı dik, alnı ak pür-i paktır yönetenleri, karar vericileri.

Bu ülkenin dağlarında; Ilgazlar'da, Munzur'da top sesleri, kurşun sesleri duyulmaz, sarı papatyaların üstüne kan damlamaz. Bu ülkenin mor sümbüllü dağlarında herkes el ele verip; kırlarda, çayırlarda koşar, birbirine gülümseyerek.

Evet, bu ülkenin gazetecisi hain, alçak, namussuz. Olmayanı yazar, olanı saklar.

Domenech'in boykot yorumu


Raymond Domenech: Onları bu yaptıklarının adı konulmamış bir cinnet hali, embesillik ve aptallık olduğuna ikna etmeye çalıştım ama engel olamadım.

Bir noktada bu maskaralığı durdurmaya karar verdim. Fransızların yaşananları bilmeye hakkı var diye düşündüm ve oyuncularımın yazdığı bildiriyi alıp okudum. Yoksa hiçbir şekilde bu davranışı desteklemiyorum


Bir şey söylerdim ama bugün küfür yok...

Boşverin futbolu, Marsel'i izleyin


Türk tenis tarihi açısından bugün tarihi bir gündü. Kariyerinde üçüncü kez, büyük bir turnuvada ana tablo oynayan Marsel İlhan, 17 numaralı kortta tarihi bir zafere imzasını attı.

Brezilyalı Marcos Daniel karşısında ilk iki seti kaybeden Marsel, muhteşem bir geri dönüşle karşılaşmayı 3-2 kazanarak, 31 numaralı seri başı Victor Hanescu'nun rakibi oldu.

Maçtan sayılar vereyim. 31 ace ile kariyer rekoru kıran Marsel İlhan, direkt puan vuruşlarında Brezilyalı rakibine 84-56'lık üstünlük sağladı.

İlk seti tie-break'le 6-7 kaybeden Marsel, ikinci setde de rakibine 4-6 ile boyun eğdi. Üçüncü setin başlamasıyla muhteşem geri dönüşü başlatan genç tenisçi, dördüncü setin başında kırdığı servisle 3-0'ı buldu ve setin sonuna kadar avantajını koruyarak maçı final setine taşıdı.

Final setini 24 dakikada 6-1'le kazanan Marsel İlhan böylece adını ikinci tura yazdırdı.

Şimdi ikinci turdaki rakip Rumen Victor Hanescu. Hanescu daha önce beş kez katıldığı Wimbledon'da üçüncü turu geçme başarısı gösteremedi.

Maçlar NTV Spor'da, kaçırmayın derim. Can sıkıcı bir futbol maçındansa, dünyanın en prestijli tenis turnuvasındaki genç bir çocuğu izlemek yeğdir.

21 Haziran 2010

11. günden aklımda kalanlar


Dünya Kupası'nda grup maçlarının ikincilerini de bitirmiş olduk İspanya-Ponduras maçıyla.

Günün ilk maçında Portekiz ile Kuzey Kore karşı karşıya geldi. Portekiz, ilk yarısında zorlandığı maçta son 30 dakikada bulduğu 6 golle Dünya Kupaları tarihinin en farklı skorlarından birini aldı. Bu skor Portekiz açısından ikinci tur müjdecisi olması açısından da büyük önem taşıyor. Fildişi Sahili'nin böylesi bir skor alması, oynadığı oyun açısından pek mümkün görünmüyor.

Doğrusu gol bekleyenler için kaçırılmaz bir fırsat oldu Portekiz-Kuzey Kore maçı. İkinci yarısı fazlasıyla acımasızca geçen maç için yazılabilecek bir şey yok. Aralarında ciddi sıklet farkı olan iki takımdan biri gücünün yettiği kadar direndi, bir noktadan sonra bayrak düştü, havadaki yağmura nispet yaparcasına gol yağmuru başladı.

Böylesi skorları pek sevimli bulduğumu söyleyemem. Atan, yiyen kim olursa olsun. Bu noktada biraz Lucescu tavrım var. Al topu çevir, şovunu yap; son dakikalara doğru numunelik bir gol daha at, bitir işi. Bu skoru yiyen takımın futbolcularının ruh hali, bundan sonraki yaşantılarına etkisi hoş olmuyor. Bu ülkenin Kuzey Kore olduğunu da düşünürsek, daha bir sarsıcı olacağı kesin.

Ronaldo maçın en iyisiydi, büyük şansla bir de gol attı. Fakat bu onun için bir sınav değildi. Gerçek sınavını katı Brezilya orta sahası ve defansına karşı verecek.

HAKEMLER MAÇLARA DAMGA BASIYOR

Bugün en çok beklediğim maçtı İsviçre-Şili maçı. Biri ilk turun en büyük sürprizini gerçekleştirmiş olan İsviçre, diğeri ilk turun en güzel futbollarından birini sergilemiş olan Şili.



Behrami'nin oyundan atılğı dakikaya kadar oyunda belirgin bir Şili üstünlüğü vardı. Sonrası yine aynı şekilde geçti. 90. dakikada Eren Derdiyok, o topu kaleye yuvarlayabilse, ilginç bir maç olabilirdi ancak futbolun adaleti devreye girdi ve top auta çıktı.

Suudi hakem Khalil Al Ghamdi, 2. dakikadan 90. dakikaya kadar kart gösterdi. Muhtemelen elini cebine atmaktan ötürü epey kol kası yapmıştır. Turnuva öncesinde, FIFA'nın hakemlere biraz daha sert olmaları yönünde uyarı yaptığını biliyoruz ama bu kadarı da işin cılkının çıkmasına neden oluyor.

Böylesi bir yönetimle sahada futbol oynanmasını beklemek saflık olur. Futbolsever olarak sahada mücadele görmeliyim, belli sınırlar dahilinde itişen-kakışan adamlar olmalı. İlk yönettiği Fransa-Meksika maçında da benzer bir yönetim göstermişti. Otoriteyi kartla sağlayabileceğini sanıyor olmalı. Umuyorum bir daha hiçbir maçta izlemem kendisini.

Şili tıpkı Honduras maçında olduğu gibi ofansif düşündüğünü gösterdi. Gerçekten bu turnuvada en beğendiğim takımlardan biri, mentalite açısından. Golü bulmak için tek bir yol üstünden değil her türlü yolu deneyerek oynuyorlar. Benim hazzetmediğim, statik takım diye tabir ettiğim, takımlar dışında.

Şili Milli Takımı'ndaki Alexis Sanchez çok ciddi bir yetenek ama ne yazık ki, etrafında kimse yokmuşcasına oynuyor. Ne pas vermek, ne orta yapmak, ne yardımlaşmak, hiçbirini uygulamıyor. Oysa bunları yapabilse, üst düzey bir yetenek olarak dünya futbolunda sahne alır, yapamazsa sadece yazık olur.

Hakem sayesinde İspanya maçında Carlos Carmona ve Matias Fernandez oynamayacak. Özellikle Carmona'yı fazlasıyla arayacak Şili. İlk maçlar sonunda alınan skorlar doğrultusunda söylemiştim, yine tekrar edeyim Şili-İspanya maçı bu turnuvanın en izlenilesi maçı olacak.

İsviçre açısından bakacak olursak, Behrami'nin kırmızı kartı sonrası gardı çok açık bir biçimde düştü. Zaten oyunda Şili'ye çok fazla karşı koyamamışlardı, o dakikadan sonra hiçbir şey yapamadılar. Şili'nin İspanya'dan farkı, takımı top kullanırken daha çabuk biçimde ileriye taşıması olduğu için ağır oyunculardan kurulu İsviçre defansı ve orta sahası rakibine direnmekte zorlandı. Skorun 1-0 olmasında, Şilili oyuncuların kişisel oyunları ve Benaglio etkili oldu.

Ottmar Hitzfeld'in Şili maçı kardosundaki tek itirazım Frei'ya yer açabilmek için Barnetta'yı yanına almasıydı. Oysa Barnetta çok yönlü bir oyuncu ve sağ bekten sol açığa kadar repertuvarı çok geniş. 10 kişi kaldıktan sonra Barnetta'yı mecburen hatırladı ama iş işten geçmişti.

Dünya Kupası'nda ilk turdaki en ciddi çekişme, benim açımdan H Grubu'nda yaşanacak. Kadrosu dahilinde, bu grubun en iyi futbolunu oynayan Şili'nin ikinci tura çıkamaması futbol açısından şık olmaz. Gönlümde Şili'nin liderliğinde İspanya'nın ikinci olup Brezilya'yla eşleşmesi var. Umuyorum böyle bir tablo yaşanır.

İSPANYA KENDİNE GELDİ

Günün son maçında ilk turun sürpriz yenilgisini alan İspanya ve Honduras arasındaydı.

İspanya ve Honduras maçı da, tıpkı Portekiz-Kuzey Kore karşılaşması gibi arada epey sıklet farkı olan iki takımın mücadelesine sahne oldu. İspanya oynadı, Honduras direnmeye çalıştı. Doğrusu gününde bir Torres olsaydı daha 30. dakikada 3-0 gelip, tıpkı Portekiz maçındaki gibi tarihi bir skora şahit olabilirdik.

İspanya'nın şansı yenilgi sonrası karşısına Honduras'la karşılaşmaları oldu. İsviçre yenilgisi sonrası Şili ile oynasalardı kendileri açısından tatsız bitebilirdi 2010. Hâlâ böyle bir tehlike var tabii ki.

İspanya'yı sevin ya da sevmeyin, her futbolsever için izlemesi şart olan takımlardan biri. Ramos'un 90 dakika bitmeyen bindirmeleri, Xavi'nin zekâsını takıma yansıtması, Puyol'un hırsı, David Villa'nın gol yeteneği, Casillas'ın aydınlık yüzü, Xabi Alonso'nun sertliği, Pique'nin bir defans oyuncusu nasıl olur dersleri... Bir takımda ne görmek isterseniz, İspanya'yı izlerken onu buluyorsunuz.

İçimden geçen Hollanda ve İspanya'nın final oynaması. Finale giden yolda, kesişecekler mi bilmiyorum ama bu iki takımın final oynarsa, ruhumda mini bir Nirvana yaşayabilirim.

Maçı konuşmak gereksiz. Muhammed Ali ve Oscar de la Hoya maçını tartışmak gibi olur. Futbol olarak gözüm doydu, dahası gereksiz.

Her gün sonunda TRT spikerlerine dokundurmamak olmaz. Yaklaşık 30 dakika boyunca Xabi Alonso'ya Xavi Alonso deyip duran Erdoğan Arıkan'a ve yanındaki faşist zihniyetli adama rağmen futbol izledik. Burası Türkiye yapılabilecek bir şey yok işte.

Suudi Bünyamin


Ya cidden böyle hakemlik olmaz. Fransa-Meksika maçından sonra da söylemiştim. Herifin zaten suratında meymenet yok.

Her şeye sarı kart verilirse, nasıl futbol oynanacak. Dakika 30 olmuş bir kırmızı kart, 4 sarı kart var maçtı. Maçın içine etti aleni olarak.

Herifi ne zaman görsem Bünyamin'i görür gibi oluyorum. Herifler hakem değil, kolluk kuvveti sanki. Bünyamin zaten öyle de, bu herif öğretmen olacak bir de.

Karanlıkta kalmış köpekler


Şu yukarıda gördüğünüz fotoğraftaki başlıktan ne anlıyorsunuz? Daha sıcak sıcak dün akşam Keita'nın pozisyonu akla geliyor değil mi?

Bak işte, sırf bu yüzden internet için adam gibi bir yasa şart. Bu sahtekârlığı yapana, bu işi bir daha yaptırtmayacaksın, bu işi yapan kuruma kol gibi ceza vereceksin ki, bir daha yapmaya cesaret bile edemeyecek.

Haberde isim bilerek yanlış yazılmış. Çünkü ölüm tehdidi alan adam Nijerya-Yunanistan maçında kırmızı kart gören Sani Kaita.

Ama cin 'editör' böyle bir yöntemle, daha iyi okunacağını düşünmüş ki, ismi değiştirmiş.

Şimdi ben o haberi yapan herifin ismi yerine 'Yavşak' desem, 'Puşt' desem, ne olur acaba?

Bin kere olsa da yazacağım. Türkiye'de internet medyasının ciddi anlamda kontrol altına alınması gerekiyor. Karanlıkta kalmış köpek gibiler çünkü.

20 Haziran 2010

10. günden aklımda kalanlar

Bu kez sondan başlayalım. Turnuvanın ilk turda belki de en çok beklenen maçlarından biriydi Brezilya-Fildişi Sahilleri. Oyun kalitesi açısından beklentileri karşılamaktan uzak kalan maça dair şunları söyleyebilirim:

1- Fransa'nın takımı, hakemi, teknik direktörü bu Dünya Kupası'nın çanına ot tıkamak için gelmiş sanki. Stephane Lannoy, berbat ötesi bir yönetim göstererek, maçın içine etti. Luis Fabiano'nun golü, Elano'nun sakatlandığı pozisyonda vermediği kırmızı kart, oyunun sonlarında maçın alabildiğince sertleşmesine karşı pasif kalması. Hepsinin birleşimi, Dünya Kupası skandalı olarak tarihte yerini aldı. Mümkünse tüm Fransızlar bu turnuvadan çekilsin.

2- Gerek Kamerun gerekse de, Fildişi Sahili, ne yazık ki, iki aptal teknik direktörün seçimlerine kurban gitmiştir. Lazio kariyerinin mirasını yiyen Sven Göran Eriksson, gittiği hiçbir takımda başarılı olamamasına karşın, kendisine takım bulmakta hiç zorluk çekmiyor. Ne menem bir adamd olduğunu çözebilmiş değilim. Ama şurası kesin, kendisine amatör takımda bile takım verilmemeli.

3- Brezilya, bu berbat oyun stiliyle nereye kadar gider acaba? Dünyaya bu futbolu getiren, bu iğrenç futbolu uygulatan herkes, futbol katilidir.
Şu birkaç yıldan bu yana etrafta dönen "Ofans maç kazandırır, defans şampiyon yapar" sözü, herkesin ağzına pelesenk olmaya başladı. Ama gel gör ki, herkes futbolsuzluktan da şikâyetçi. Ben futbol izlemek istiyorum arkadaş. Kimin kazanıp, kimin kaybettiği umurumda bile değil. Dünya Kupası izliyoruz, minimum 7 defansif adam, bulursan çift yönlü bir futbolcu, ayıp olmasın diye de iki-üç hücum gücü olan adam.
90 dakika boyunca orta sahada top çeviren adam izliyoruz. Koy forvete uzun boylu bir adam, kanatta iki de orta yapmayı beceren adam oldu mu, tamam işte. Futbol diye izlediğimiz şey bu.

4- Fildişi Sahili her ne kadar teknik direktör kurbanı da olsa, yetenekli futbolcuları doğru dürüst performans sergileyemedi. Zaten bu noktada çıldırıyorum. Portekiz maçında, Dindane berbattı, bu maç yine 11'de. Kalou dökülüyor ama 70'e kadar sahada. Eriksson, lütfetti Romaric ve Keita'yı hatırladı 2-0 olunca. İtiraf etmek gerekir, Afrika takımları kendi kıtalarındaki bu kupada sınıfta kaldılar. Tek geçer not Gana'ya, onların da ikinci tura çıkabileceği şüpheli.

5- Elano konusunda yine aynı şeyi söyleyeceğim ve bir de not ekleyeceğim. Yine gol attı ama Galatasaray taraftarının kendisinden beklentisi göz önüne alındığında, o beklentinin altında kalacağı kesin. Bu adamın maksimumu bu kadar. Haa, Dünya Kupası'ndaki iki maçta bir sezon boyu Galatasaray'da attığı kadar gol attı o ayrı mesele.

6- Keita için de birkaç kelime etmek gerekir. İyi futbolcu, kaliteli futbolcu, yetenekli futbolcu, tribünleri heyecanlandıran futbolcu ama yazık ki ahlak yoksunu. Ben, renklerine aşık olduğum takımda böyle ahlaksız adamları istemiyorum. Yanından geçerken kulağına üflesen, yüzünü tutup yerlerde sürünecek. Sürekli aynı şeyi yapıyor. Eğer biri satılacaksa, benim tercihim Keita'dır. Eğer üzerine oynanıyorsa, gelmeyeceksin bu oyuna, akıllı olacaksın. Ama her seferinde o bu oyunlara gelip, kendi oyunlar üretmeye çalışıyor. Bu da çirkinleşmesine neden oluyor.

7- Ne yazık ki, üstte şikâyet ettiğim futbol sistemi dünyada artık sonuca gitmek isteyen herkesin kullandığı bir yöntem. Bu sistemi gayet iyi uygulayan Brezilya kupada nereye kadar gider bilinmez. Ancak umuyorum, diğer gruptan İspanya ikinci olarak gelir ve Brezilya ile karşılaşır, futbol oynayarak ezer geçer.

İTALYA'NIN SIKINTISI

Maçın başına geçtiğimde İtalya'nın çok zorlanarak bir galibiyet alabileceğini düşünüyordum. Düşüncem doğru çıktı, skor konusunda yanıldım.

İtalya'nın Paraguay maçından sonra; "Benim adıma maçta ilginç olan tek şey, Serie A şampiyonunun tek bir futbolcusunun bile İtalya Milli Takımı'nda oynamıyor olması. Kadrosunda numunelik 4 İtalyan'a sahip olan bir takımın (Biri de devşirme) o ülkenin liginde şampiyon olmasının nasıl bir başarı olduğunu ayrıca tartışmak gerekir" demiştim.

Evet, bu eksiklik İtalya'nın başarılı olmasının önünde büyük bir engel. Lippi bu konuda en günahsız adam. Çıkıp, "Inter'in kadrosunda İtalyan vardı da, ben mi almadım" dese yeridir. Pirlo sakatlıktan ötürü oynayamayınca, orta sahaları sıradanlaşıyor. Pirlo'nun dönüşüyle neler değişir birlikte göreceğiz. Fakat kesin olarak ihtiyaçları var çünkü orta sahaları vasat.

İtalya'nın en önemli ve en belirgin özelliği her zaman savunma olagelmiştir. Fakat hem Paraguay hem de Yeni Zelanda maçlarında gördük ki, artık o konuda da yetenekli değiller. Vincenzo Iaquinta bir kağnı gibi ağır ve İtalya'nın hızlı hücum yapmasında engel. Ama işte o yukarıda söz ettiğim berbat futbol anlayışı yok mu? O sistem, bu tip adamları, teknik direktörler için vazgeçilmez kılıyor.

Yeni Zelanda tüm dünyayı şaşırtmaya devam ediyor. Önce Slovakya sonra da İtalya karşısında acayip mücadele ettiler. Bu maçta çok daha iyi oldukları kesin. Hücum açısından tek alternatifleri yan toplar ve bunu olabildiğince uyguluyorlar.

Garip bir grup oldu. Herkesin çıkabilme ihtimali var. Yeni Zelanda'nın, Paraguay karşısında çok direnebileceğini düşünmüyorum. Böyle bakıldığında Paraguay'ın liderliği yüksek olasılık.

GRUBUN EN İYİ TAKIMI, LİDERLİĞİ HAK ETTİ

Ayrı bir başlık açmayacağım Paraguay-Slovakya maçı için. Bu turnuvanın en kötü takımlarından biri Slovakya. En iyi oyuncuları kâğıt üstünde Hamsik. İki maçta aklımda kalan tek bir pozisyonu bile yok. Gerisini siz düşünün. Şimdi ufaktan Fenerbahçeli taraftarları endişe almıştır.

"Ulan yıldız diye aldığımız adam boktan bir milli takımın yedeği" diye. Çok net belirtiyorum, eğer Galatasaray almış olsaydı aynı şeyi düşünürdüm. İzlemeyenler vardır diye söyleyeyim. Lig Tv, Sinan Kaloğlu'yla bir röportaj yapmış. Haliyle bu konuda ahkam kesebilecek adamlardan biri. Aynen şunları söyledi: "Valla iyi futbolcu ama öyle yıldız filan değil."

Bu aptal ülkede, hangi kısır çekişmeler yüzünden kimlere 'yıldız' muamelesi yapıyoruz?

Slovakya, Slovenya gibi takımları izleyince, "Neden Rusya yok, niye İsveç bu kupada değil" diye her seferinde hayıflanıyorum.

Paraguay, ilk golü bulduktan sonra özellikle de ikinci yarının başlamasıyla, garip bir biçimde sahasına kapandı. 45 dakika gayet iyi oynamışsın, rakibinin gücü de belli niye kapanırsın, niye bu endişe? Top oynamak istesen oynuyorsun, onu da görüyoruz. Sevemiyorum işte böyle takımları.

Ancak ikinci maçlar sonunda gördük ki, bu grubun en iyi takımı Paraguay. En azından top oynamaya çalışıyorlar. İsim olarak ilk maçın sonunda da onu adını söylemiştim, ine aynı ismi söyleyeceğim. Yaşı 31, daha kıtadan dışarı adımını atmamış. Şu bizim takımlarımız Güney Amerika'da Brezilya'dan başka ülkeler olduğunu görse fena olmayacak.