13 Kasım 2011

Milli Takımın başına Jeffrey Lee geçerse Dünya Kupası'nı alırız


30 Mart 2010 tarihinde Vatan Gazetesi'nde Gökmen Özdemir imzalı bir haber yayımlandı. 5 Galatasaraylı futbolcu, Rijkaard'ın oynattığı futbola eleştiri yöneltiyor ve şunları söylüyor: "İleride baskı yapmamızı istemedi. Biz kendi kendimize arada baskı başlattık. Zaten ileri ucumuz baskı yapacak bir yapıda değil. Baskı yapmadan Ali Sami Yen’de maç kazanılır mı? O zaman nasıl iç saha avantajını kullanacağız? Hoca hâlâ Türkiye’yi anlayamadı. Bu ligin ne kadar zor ve mücadeleye dayalı olduğunu çözemedi... Bizim tanıdığımız, bize anlatılan Rijkaard bu olamaz. Takım içi adaleti de sağlayamıyor. Elano ve Giovani’ye yer açmak için denemediği taktik kalmadı. Galiba Dünya Kupası için Elano ve Giovani’nin forma garantisi var.

Rijkaard bu takımın 4-3-3 oynayamayacağını anlamadıysa artık çok geç. Biz kendimizi biliyoruz, takımı görüyoruz. Böyle oynayamayız. Ali Sami Yen’de de çift forvetle oynamalıyız. Deplasmanda da! G.Saray tek forvetle maça çıkmaz. Orta sahanın göbeğinde bir türlü istikrar sağlayamadık. F.Bahçe maçında Elano dökülürken, Balta’yı sola, Caner’i onun önüne koymayı bile düşünmedi Rijkaard. Bize gerçekten yazık oluyor. Çok rahat şampiyon olacağımız ligde sırf hocanın inadı ve yanlış yabancı tercihleri sebebiyle avantaj kaybettik."


Şimdi Hırvatistan'dan 3 yiyen günümüz Türkiye'sine dönüyoruz. Milliyet gazetesinden Nevzat Dindar'ın imzalı haberde Arda Turan şunları söylüyor: "Hiddink’in tercihleri bu sonucu hazırladı. Özellikle forvet bölgesinde büyük sıkıntı yaşadık. Hocamız, Burak’ı ilerde tek başına oynattı, böylece gol bölgesinde etkisiz kaldık. Allah aşkına, kendi sahamızda oynuyoruz. Ama ilerde bir tek Burak. Hücum bölgesinde en az 3 oyuncunun olması gerekirdi. Ne yazık ki, Hırvatlar’ı gözümüzde çok büyüttük. Rakimizin Dünya sıralamasındaki yerine göre hocamız çekingenlik gösterdi.

Hiddink’in, oynatmak istediği kontrollü futbol Türk oyuncusunun yapısına ters. Kenarda sizi yöneten hocanız eğer futbolcusuna güvenmiyorsa, zaten maça 1-0 geride başlarsınız. Öyle de olmadı mı? Oysa 2008’de Avrupa şampiyonu olduğumuzda Türk oyuncusunun karakteristik yapısına uygun şekilde her maçı son dakikaya kadar kovaladık. Bugün (önceki gece) ikinci dakikada maç bizim için bitti"


Testi kırıldıktan sonra yol gösteren çok olurmuş. Hoş, testiyi zaten Eminönü'nde 3 tanesi 1 TL'ye satılan boktan yapıştırıcıyla, biraraya getirdiğimizi görmemek aptallıktı ya, yine de iki kelime edelim.

Türkiye'de işler şu yukarıda görülen örnekteki gibi yürüyor. İşler iyi gittiğinde vezirsin ama rüzgâr tersine döndü mü rezilin önde gidenisin. Haa bunu söylerken, Hiddink'i savunmuyorum. Zaten gelişi baştan hataydı. 9 aya yakın bir ülkenin ulusal takımı teknik direktör bekledi, ha bugün ha yarın gelecek diye. Hiddink İngiliz basınına, emekliliğini açıklamışken, bizim süper zeki yöneticilerimiz, "Hadi ulan, bizden de sana emekli ikramiyesi" diyerek, kendisine görev verdi.

Hiddink'ten ya da başka isimlerden bağımsız, "Biz neden bu haldeyiz?" sorusunu sorduğumuzda, karşımızda basınından taraftarına, federasyonundan futbolcusuna kadar pek çok parametre çıkıyor.

'Bu ülke topraklarında futbol oynayan adamların hiçbiri profesyonel değil'in altını bir çizmek lazım. Transfer dönemlerinde atacakları imza günü dışında, profesyonel kelimesinin içini dolduracak tek bir davranışları bile olmaz. Teknik direktörünün arkasından iş çeviren, onu göndermek için basını kullanan, taraftara oynayan, senede milyonlarca dolar kazanıp sürekli 'vefa, vefa' diye ortalarda dolanıyorsanız, Türkiye'de futbolcusunuz demektir.

Şu yukarıdaki iki olay örtüştüğü için Arda'nın adını anıyorum, yoksa kendisi benim için Galatasaray'ın eski bir futbolcusundan ibaret, tıpkı Caner Erkin, Lukunku ya da Adrian Knupp gibi. Herif Rijkaard gibi, Hiddink gibi iki futbol adamına nasıl futbol oynanması gerektiği dersini (!) veriyor. Bu dersi verirken de, çalıntı replikler kullanıyor, "Avrupa şampiyonu olduğumuzda Türk oyuncusunun karakteristik yapısına uygun şekilde her maçı son dakikaya kadar kovaladık" diye. Rijkaard AC Milan efsanesinin bir parçasıyken, ona, Hiddink'e akıl veren, taktik söyleyen herif Bayrampaşa semt pazarına portakal olarak düşmemiş bile ama ikisinden de iyi biliyor.

Kılavuzu karga olanın burnu boktan çıkmazmış, bu salakta da aynı şey. Bunların kılavuzu "Türk futbolcusu duygusal futbol oynar" diyen herif. Bu 'duygusal futbol' da dünya futboluna bizim kıyağımız olsun. Söz ettiği şey, her şartta futbolcunun sırtının sıvazlanması, "hadi aslanlarım" diye gaza getirilmeleri, elinde sopa bulunan, despot ama aslında Kadir Savun yüreğine sahip, babacan teknik direktör modeli.

"Peki birader, sen hani profesyoneldin?" diye sorası geliyor insanın ama o olguyu imzayı attıkları yerde bırakıveriyorlar.

Diyor ki, "Avrupa şampiyonu olduğumuzda Türk oyuncusunun karakteristik yapısına uygun şekilde her maçı son dakikaya kadar kovaladık." Ah benim salaktan bozma, aptaldan rol çalan, embesile öykünen Türk futbolcu modelim, Cech elinden o topu kaçırmasaydı, sen neyi kovalayacaktın acaba?

Dönelim spor basınına. Her gelen teknik direktöre efsane yaftası yapıştıran, gönderileceği anladığında kıçına teneke bağlamaktan geri durmayan, masa başında ahkâm kesen ama bir boktan haberi olmayan insan topluluğuna yani.

Bu ülkede kendisine köşe yazarlığı verilen adam, "Ben Modric'in adını 2008'den beri duymadım" diyor. Şimdi bu moronumsu canlı, futbol yazarlığı yapıyor ama Modric'in adını duymuyor. Kıvamı tam tutmamış bu arkadaş milli takım düzeyinde maç izlemediğini belli ediyor. Onu geçtim Şampiyonlar Ligi izlemiyor. Bunu da geçtim, dünya basınını takip etmiyor. "Adını duymadığım" dediği Modric'in, İngiltere'deki kulüplerin yarısının peşinde olduğunu, bilmeyen bu şahıs ve benzerlerinin futbolla ilintili tek bildiği şey Fenerbahçe, Galatasaray, Beşiktaş ve Trabzonspor. İzlediği maçlarda, bu takımlar kimlerle oynuyorsa, birkaç kelam da onlar hakkında edebilir belki.

Arkadaş, bu senin işin mi? İşinle ilgili hiçbir bok bilmeyeceksin, dersine çalışmayacaksın, sonra ahkâm keseceksin. Lan bir ilerleyin artık, teknoloji çağındayız. Singapur Ligi'ndeki Gombak United-Tanjong Pagar maçını bile izleyebilecek dönemdeyiz ama sen Modric'in adını duymuyorsun. Adama götüyle bile gülmezler lan!

Senede 1.5 milyon dolar kazanan, 'Türkiye'nin en iyi ve en objektif yorumcusu' herif, yorumlayacağı maçta Hırvatistan hakkında bilgi sahibi değil. Sağ bekine 'forvet' der, gol atan oyuncu için "Bu hangi takımda oynuyor?" der, "Normal oynasak yeneriz" diye, tam da Arda ve onun gibileri için sözümona gaz verir.

Oğlum, siz niye bu işi yapıyorsunuz lan! O kadar para kazanıp, bir bok bilmeyeceksin, sonra sağa-sola laf atacaksın. İnsan aynaya bakamaz, hak etmediği parayı kazanınca, nasıl rahat uyuyorsunuz, anlaşılır gibi değil.

Gelelim futbolun yönetenlerine. Ben 'yöneten' diyorum da, pozisyon itibariyle öyleler. Yoksa bildiğin yönetiliyorlar. Yayıncı kuruluşu, siyasal erki, UEFA'sı, kulüp başkanları filan bunları parmağında çeviriyor, götlerine gazyağı sokup, alev çıkartırıyorlar bunlara.

Futbolu nasıl yönettiklerini yazdan beri görüyoruz. Her aldıkları karar skandal. Kimseye sormadan kupa statüsünü değiştiriyorlar, herkesin rızasını almadan ligin şekli değiştiriliyor, birilerinin götünü kurtarmak için, UEFA kapılarında pazarlık yapıyorlar.

Türkiye'de futbol, kitlelerin uyuşturulması için müthiş bir araç. Eskiden haftada bir bilemedin iki gün konuşulan futbol, her gün oynanan maçlar nedeniyle süreklilik kazandı. İşin ilginci, insanları uyuttukları spor, yerlerde sürünüyor. Futbolcusu teknik direktörüne akıl veriyor, gazetecisi konu hakkında bilgi sahibi değil, taraftarı skora göre destek veriyor v.s. v.s.

Ülke futbolunun büyük bir çöküş içinde olduğunu, pastanın dilimleri için yürütülen kayıkçı kavgasını görmemek aptallıkla eşdeğer.

Şimdi yerliydi, yabancıydı, Avcı'ydı, Sağlam'dı diye bir süre oyalanırız. İsim bulunur, bugün teknik direktörünü eleştirenler, gelecek isim gidene kadar susar, işler kötüye gittiğinde onu da "Zaten tecrübesi yoktu" eleştirir, ülkede 2014 hayalleri kurulur, ona da gidilmezse bir kurban bulunur, yolumuza devam ederiz.

Galatasaray için söylemiştim, aynısını Milli Takım için de dile getireyim; önce yeniçerileri temizlesinler, sonra futboldan para kazanan ama konudan bihaber asalakları yok etsinler, taraftar diye vandal, futbolcu diye andaval tipleri spatulayla kazısınlar. Sonra göreve Gombak United teknik direktörü Jeffrey Lee bile gelse, bugünkü durumdan daha kötü olunmaz.

Bu işleyiş devam ettiği sürece göreve Alex Ferguson, Jose Mourinho ya da Pep gelse, onların da ağzına sıçarız, emin olun.

11 Kasım 2011

Saygı beklenmez, saygı hak edilir!

Milli maçın faturası da Galatasaray taraftarına kesildi. Milli formaya saygı gösterilecekmiş, öyle diyor futbol uleması Rıdvan.

Rıdvan Dilmen bu ülkede 1.5 yıl futbol oynamış, teknik direktörlük kariyeri büyük fiyasko olan, kahvedeki adamın diliyle yorum yapan, bir şahıstan başka bir şey değil.

Taraftar için milli formaya saygı göstereceksin dediği adam Emre Belözoğlu. Hani şu, saha içinde İsviçreli futbolcu tekmeleyen, basın tribününe milli forma üstündeyken, kol hareketi çeken tip. Ulan, bırakın bu hamaseti. Önce üstüne milli forma giyen herif, o formaya saygıyı gösterecek. Sonra saygı görmeyi bekleyecek. Üç kuruşa beş köfte yok.

Kaleye geçen angut "Amına koduğumun çocukları" diyecek, kolunda kaptanlık bantı olan lavuk "Orospu evlatları. Şimdi o ağzınıza sikmek lazım sizin de neyse" diyecek, ben bu adamlara saygı göstereceğim.

Milli formanın kutsallığı tek taraflı mı? Taşıyana saygı gösterilecek kutsallığından ötürü ama taşıyan üstündeki formaya hiç saygı göstermeyecek. Mis lan, mis. O zaman geçirelim üstümüze milli forma, gelelim NTV binasının önüne sana, sülale boyu küfredelim. Hoş, ben pijamayla da geniş geniş yapıyorum o işi ayrı mesele ama madem hadise formadan kaynaklanıyor, öyle yapalım.

Samimi olsun herkes. Galatasaray-Fenerbahçe rekabeti ülkede her şeyin önüne geçmiştir. Misal, Volkan Dünya Kupası finalinde 90. dakikada penaltı kurtarsa, kaç Galatasaraylı deliler gibi sevinir? Olur muhakkak da, azınlık halinde kalır. Ya da Sabri Avrupa Şampiyonası finalinde 90'da 30 metreden koysa, kaç Fenerbahçeli, o golü Gökhan Gönül attığında verdiği tepkiyi verir.

Volkan zaten antipatik bir tip. Fenerbahçeliler dışında seveni olduğunu sanmıyorum ama Ali Sami Yen'de götüyle top durduğu an, ağzıyla kuş, götüyle ejderha yakalasa bile Galatasaraylı taraftarlarla arasında asla bir daha düzelmeyecek bir ilişki vardır. Keza Kadıköy'de üçlü çektiren Sabri'yle Fenerbahçe taraftarı arasında da benzer bir ilişki var.

O yüzden samimiyetle söylüyorum ki, milli takımdan hazzetmiyorum. Antrenörü Oğuz Çetin olan, kalesi Volkan'a emanet, kaptanlık bandı Emre'nin taşıdığı bir milli takım için de asla ve asla sevinmem. Haa bunu söylerken, Gökhan Gönül'e ya da Mehmet Topuz'a neden küfretmediğimi de bir zahmet sorgulasın Fenerbahçeliler. Derdim Fenerbahçeli olması değil, sizin de misal Mehmet Topal Galatasaray forması giyerken, bir şey söylediğinizi tahmin etmiyorum.

Konu uzadı, demem o ki, şu milli forma kutsaldır martavalı bir kenara bırakılsın. Benim için kutsal forma Galatasaray'dır. Fenerbahçeli için Fenerbahçe veya Beşiktaşlı için de Beşiktaş forması kutsaldır.

Kimse 3-0 yenildik diye kendini yerden yere vurmasın. Rakibine saygı duymayan kimse, futbol oynamasın.

Milli formaya saygıysa, sen daha maç başlamadan rakibinin milli formasına saygı duymadığını gösteriyorsun. Yorumcu olan gavat, milli formaya saygı derken, bunu dile getirse ya. "Ayıp oldu" dese ya. Senden sonrası tufan tabii. Söylesen o lafı, milliyetçi duyguları kaşıyacaksın, rahatsız edeceksin.
Senin forman, marşın saygıyı hak ediyor, Hırvatistan'ın forması çaput, milli marşı da Serdar Ortaç bestesi! Değil mi a.k. Bu yüzden önce herkes samimi olmalı.

Son olarak, "Bu şahane stadı yapanlar da yuhalandı" diyerek, tüm ihaleyi Galatasaray taraftarına yükleyen; modern futbol bilgisi bir ilkokul çocuğu düzeyinde olan, yorumculuğu sokak ağzı ile karıştıran dallamaya ya, siktir git demek lazım.

Futbol bilgini, "Biz duygusal futbol oynuyoruz. Mantık futbolu bize göre değil", "Normal oynasak bu Hırvatlar'ı yeneriz" gibi adını sizin koyacağınız yorumlarda bulundu. Futboldan bir bok anlamıyorsun, işin siyasi boyutuna hiç girme, çünkü beynin bunları almaz. Sen günlük 5 bin 10 bin TL'lik bahislerini oyna, at yarışını yap, Fenerbahçe maçlarını izlerken, rakip çizgiden top çıkarttığında onlara "Orospu çocuğu sanki şampiyonluğa oynuyor" diye yorumlarda bulun.

Gerisi senin aklının alacağı işler değil.

Tanıdık geldi mi?


Deneyde kafes, maymunlar, 1 merdiven (ladder), merdivenin tepesinde muzlar, 1 de soğuk duş kullanılıyor. Merdivene çıkıp muzları almaya yeltenen maymun dışındaki 4 maymuna bilim adamı soğuk duşla ıslatıyor.

Her maymun bir seferde olsa muzları almaya yelteniyor ve onun dışındaki maymunlar devamlı soğuk suya maruz kalıyor, daha sonra da muzları almaya çalışanı darp ediyorlar.

Bir süre sonra maymunlardan hiçbiri muzlar orda durmasına ve aç olmalarına rağmen almaya yeltenmiyorlar.

Bir süre sonra maymunlardan bir tanesi yeni başka bir maymunla yer değişiyor. İlk işi muzları almaya yeltenmek oluyor. Diğerleri yeni maymunu soğuk duş olmamasına rağmen darp ediyor.

Birkaç yeltenme ve darp girişiminden sonra maymun nedenini bilmediği halde muzları almaya yeltenmiyor.

Sonra 2. bir maymun eski maymunlardan biriyle yer değişitiriyor. Onun da ilk işi muzları almaya yeltenmek oluyor, diğerlerinden dayak yedikçe vazgeçiyor. 3. maymun, 4. maymun ve en sonunda 5. maymun da aynı şeyleri yaşıyor.

En sonunda soğuk duş etkisini yaşayan ilk 5 maymun bu şekilde yeni 5 farklı maymunla yer değiştirmiş oluyor.

Yeni gelen maymunlardan hiçbiri soğuk duş olayını yaşamamasına rağmen muzları almaya kesinlikle yeltenmiyorlar. Yeltenen olursa da o maymunu yine dövüyorlar.

Dayanın lan


İki gazeteci Cem Emir ve Sebahattin Yılmaz enkaz altında.

Dayanın lan, dayanın...

Erdoğan Bayraktar sansürü


5 gündür bok gibi hastayım, o yüzden olan biten hiçbir şeyden haberim yok. Sabah sabah işe geldim bütün sinirim ayağa kalktı.

Herkes biliyordur, bu 'Arena fatihi'nin Van depremi sonrası "Artık burası en güvenli yer. Evlerinize girin" sözlerini. 'En güvenli' yerde şu ana kadar 17 kişi yaşamını yitirdi. Halen enkaz altında olanlar var.

Bu suratında meymenetten eser olmayan adam, söylediklerinden çok utanmış olacak ki (!) önce sözlerinin 'yanlış' anlaşıldığına dair bir açıklama yapıyor.

Tabii, "Artık burası en güvenli yer. Evlerinize girin" derken aslında başka bir şey söylemek istedi ama hepimiz gerizekâlının önde gideni olduğumuz için bunu kavrayamadık.

Deniz Baykal'dan çok hoşlanmam ama bugünkü iktidar için dile getirdiği 'korku imparatorluğu' tanımlaması, tarihi bir söylemdir. Gerçekten de, ülkede 'korku imparatorluğu' kurdular.

Bunun son örneğini de, Erdoğan Bayraktar haberinde yaşamışız. Öğleden sonra gelen bir telefonla, Erdoğan Bayraktar'ın "Artık burası en güvenli yer. Evlerinize girin" açıklaması medyadan kaldırılıyor.

Yok yanlış duymadınız, haber çıkartılıyor. Artık seve seve mi yaparsınız yoksa sike sike mi yaparsınız o sizin tercihiniz!

Başbakan Erdoğan'ın medya patronları ve yöneticileriyle yaptığı görüşme, meyvelerini veriyor. Daha önce reklamcılar aracılığıyla yaptıkları sansürü (burada okuyabilirsiniz) taşeron kullanamadıklarından ötürü, kendileri yapıyor.

Gerçekten bir korku imparatorluğu yarattılar. Gazetecilerin, yazarların, profesörlerin, siyasetçilerin cezaevlerine atıldığı ülkede, biz kendimizi demokrasi, insan hakları diye kandıralım.

Medya hepimizi; kan, vahşet, taciz, tecavüz, seks haberleri ile oyalıyor. Kendi arkadaşları cezaevinde ama onlar doğru düzgün bir satır yazamıyor. Şu televizyonlara çıkan, gazetelerde köşe yazan adamlar var ya, hiçbiri adam değil onların. Hepsi büyük aldatmacanın payendeleri. Ay sonunda cebine girecek onbinlerce doları düşünüyor, altındaki arabasının alınmasından, şoförsüz kalmaktan korkuyor. "Rahatım, konforum ya bozulursa" diye endişe ediyor.

Ne zaman elleri ayarlarına dolaşsa, basına sansür uyguluyorlar. Erdoğan Bayraktar da bu olaylardan biri olmuştur.

Aşağılık düzende, aşağılık yönetenleri olan bir ülkede, aşağılık bir basına sahibiz. Hepsi bizi sikmek, olan biteni unutturmak için.

Sabah sabah iç açıcı olmadı biliyorum ama hepimizi ayakta sikiyorlar. Umarım farkına varabiliriz...

10 Kasım 2011

Atam bu orospu çocukları insana hiç değer vermiyor


Bu memlekette Atatürk fetişmi var. Şu manşetin başka bir açıklaması olamaz. 10 Kasım'da Atatürk'ü anacağız derken, eşeğin götüne nasıl su kaçırılır fantastik bir örneğini vermişler.

Van dün gece bir yıkım daha yaşadı. Depremin olduğu ilk günden bu yana, devletin yetersizliğini, çaresizliğini hep birlikte gördük.

Geçtiğimiz günlerde Başbakanlık'tan açıklama geldi, Van için toplanan yardımların 118 milyon TL'ye ulaştığına dair. Yollanan para 12 milyon TL. Matematik hesabı olan, 118'den, 12'yi çıkartsın, kalan rakamı birilerinin anasının götüne soksun, tek tek.
Memlekette deprem vergisi diye bir şey var ama bizimkiler duble yol yaptıklarını itiraf ediyorlar. Üstüne utanmadan yardım kampanyası düzenleniyor.

Sonra "Sen neden bu kadar çok küfür ediyorsun?" diyorlar. Lan, küfür etmeyeyim de, ne yapayım bu annesi-babası belirsiz, döle maya çalınmış, ortaya orospu çocuğu çıkmış bu puştlara! Benden, deprem için aldıkları vergileri, yol yapmak için kullanıyorlar. O yol nereye çıkıyor, hiç söylemeyeyim, konuştukça daha beter sinirleniyorum çünkü.

Neyse dün akşam Van'da ikinci deprem meydana geldi. 10 kişi yaşamını yitirdi. Halen enkaz altında olanlar var ama Sözcü gazetesi, Atatürk fotoromanı yayınlıyor. Ayıp lan, ayıp. İnsanlar ölmüş, senin meslektaşların enkaz altında sen şikedesin, BDP'desin hâlâ. Bırak gazeteciliği, insanlığa sığmaz şu birinci sayfa.

O birinci sayfada soytarılık yapacağınıza, "Deprem söylentilerine itibar etmeyin" diyen, götvereni koyup, ifşa etmeniz gerekirken, "Sizin takımınız olan Fenerbahçe'yi, dolayısıyla Türk futbolunun itibarını zedeliyorlar" diye aklısıra göndermede bulunuyorlar.

Ulan, siktiğimin Türk futbolunun itibarı, bir insanın hayatından önemli midir? Bu kadar aymazlık, bu kadar şaklabanlık, bu kadar vicdansızlık olur mu?

Rahatlayın amına koyayım, rahatlayın. Deyin ki, "Deprem Van'da olduğu için, sikimizde bile değil" ona göre davransın herkes.

Nasıl bir ülkedir burası, anlamış değilim. Götverenin biri, sağa sola bina dikmekten, her şeyi şekillendirdiğini düşünmüş olmalı ki, "Bir daha deprem olmaz" diyor. Kimsenin sesini çıkarttığı yok, üstelik herif görevinin başında.

Bunların tamamının götüne duble yol döşeyeceksin. Ondan sonra çift gidiş, çift geliş TIR'ları salacaksın. Ama bu genişliğe şilep soksan, tınmaz bu pezevenkler.

9 Kasım 2011

Galatasaray devrimdir


Ortaokula gidiyordum, İngilizce sınavı var ertesi günü. Bütün gece "Ulan maça gitsem mi gitmesem mi?" diye düşündüm. İngilizcem çok iyiydi, Asuman Hanım'ın da en sevdiği öğrencisiydim. Ne yapar eder, benim için ayrı sınav ayarlatırım diyerek, son kararımı verdim.

Ertesi sabah, okulun yanındaki parka damladım, belki benimle maça birileri gelmek ister diye. Kime sorsam "Oğlum İngilizce sınavı var, ben gelmem" yanıtı verdi. Tek başıma gitmeyi de hiç mi hiç istemiyorum. Velakin, benimle maça gelecek kimse çıkmadı.

Ataköy'den, Bakırköy'e doğru yürümeye başladım, maça gitmek için. O dönemler, şimdiki Bakırköy Emniyet Müdürlü'nün köşesinden "Maça, maça" diye bağıran minübüsler kalkardı. Cebimde maç param var. Dolmuşa binsem, simit bile alacak param kalmıyor. "Siktir et lan! Dayan maç bitene kadar" dedim ve dolmuşa atladım. İki-üç kişilik yer var. Onlar gelsin ki, kalkalım diye bekliyoruz.

Yaşlı bir amcanın yanına oturdum. "Okulu mu astın?" diye sordu. Mahçup, utangaç bir ifadeyle "Astık be amca" dedim. "Olur öyle talebelikte" diye kafamı okşadı, gülümsedi. Mecidiyeköy'e gidene kadar, Asım Amca'yla muhabbet ettik.

Emekliymiş, "Galatasaray maçlarını kaçırmam, deplasmanlar dışında" demişti. Ben de, cebimde ne zaman para olsa maçlara gidiyorum diye durumu anlattım.

Garip bir ruh hali vardı, gayet iyi anımsıyorum. Dolmuştaki herkeste o ruh hali vardı. Sanki ilk maç 3-0 yenilmemiş de, 1-1 berabere kalmışız ya da en kötü 2-1 yenilmişiz gibiydi. Herkes, "Turu atlarız" diyordu. Ne yalan söyleyeyim, onlar kadar inanmıyordum, turu atlayacağımıza.

Asım Amca, "Bilet kuyruğuna birlikte girelim" dedi. Elindeki çantasından, poşete sarılı bir sandviç çıkarttı, uzattı. Huyum değildir, insanlardan bir şeyler kabul etmek. "Yok amca sağol" dedim.

"Al ulan keraneci, cebinde paran yoktur senin" dedi. Lan amına koyayım, ruhani bir olayla karşılaşmış gibi irkildim. "Herif nereden biliyor acaba?" diye içimden geçirdim.

Sokaklarda oynayarak büyüdüm ama annemden ötürü steril bir çocukluk yaşadım. Öyle insanlardan bir şey kabul etmek, onlarla çarçabuk muhabbet etmek filan bana göre olaylar değildi.

"Amca aç değilim" diye yalan söyledim. Halbuki, sabahın köründe, kahvaltı bile yapmadan evden çıkmışım. "Bu senin hakkın, acıktığında söyle" dedi.

Bilet kuyruğunun sonuna kadar gelmiştik. Ben Asım Amca'dan iyiden iyice huylanmaya başladım, kaçamıyorum da. Arada "Arkadaşlar gelecek, onlarla buluşacağız" dediysem de, "Birlikte izleyeceğiz, uğur getirecek" diyor. O zamanlar totem diye bir hadise yok tabii.

Neyse yeni açığa girdik, üst tarafa, oturduk maçı bekliyoruz. Asım Amca'ya "Senin hiç çocuğun yok mu?" diye sordum. Adam öylece bana baktı, gözlerinden yaşlar süzülmeye başladı.

"Yaşasa senin yaşında bir kızım, bir de senden büyük bir oğlum olurdu" dedi. Ortaokula gidiyorsun, malın önde gidenisin, hadiseyi kafanda çözümleyebilecek beyin de yok. Sadece kötü bir şey olduğunu anladım, o kadar.

"Kızımı doğumda kaybettim, teyzen de az kalsın ölüyordu. Oğlumu da, 5 yaşında araba ezdi" diye anlatmaya başladı. Beyinsizim filan ama hissiz bir yavşak değilim. Birlikte ağladık tribünde. Hiç unutmuyorum, kızına 'Neslihan' ismi koyacaklarmış.

Maçın başlamasına az bir süre kala, Asım Amca "Aç karna bağırılmaz, tut şu sandviçi" dedi. Ulan yalanım yok, bir saat o cümleyi kurmasını bekledim.

Bak şimdi, bunu söyledim diye, "Göt herif, adamcağız çocuklarının ölümünü anlatıyor, senin aklından bunlar mı geçti?" demesin. İtiraf ediyorum, geçti amına koyayım. Açım işte anlayın durumu.

Stat nasıl kalabalık anlatamam. Bir kişinin durabileceği yerde, iki hatta üç kişiyiz. Asım Amca beni önüne aldı, "Oğlum ben seni tutarım, gol olursa millet çuvallanıverir, yanımdan gidersin" diye.

Maç başladı, lan nasıl basıyoruz anlatamam. Maçı izleyenler gayet iyi bilir. Özellikle sol kanattan Metin ve Prekazi yardırıyor hiç durmadan. İlk gol devrenin ortalarına doğru geldi. Uğur aradan sıyrıldı, koydu. Hayvan gibi bağırdım "Goooooool" diye. Asım Amca'yla sarıldık birbirimize. "Dur, dur daha 3 tane atmamız lazım, çok heyecanlanma ama bak görürsün atacağız" dedi.

İkinci yarı, önümüzde oynanacak. Hâlâ ne zaman maça gitsem, "Şu goller benim önümde atılsa" derim. Asım Amca, "Bak şanslıyız, golleri yakınımızda atacaklar" dedi, öyle baktım güldüm, çünkü o anda benim de içimden aynı şey geçmişti.

İkinci yarı başladı, Cevad o muz ortalardan yaptıkça yapıyor. O kanadı Semih, Metin, Cevad bildiğin TEM'e çevirmişti. Gelen ortalıyor, giden ortalıyor. Önce Tanju, ardından Uğur iki tane daha koydular, 3-0'ı yakaladık. Ama daha maçın bitmesine 15 dakika var. Uğur'un golden sonra benim ses tamamen yok oldu. Bildiğin hiç çıkmıyor. Bir taraftan "Anneme ne diyeceğim?" diye düşünüyorum. Maça gittiğimi bilse, ağzımın ortasına sıçar çünkü. Ama insan bir noktadan sonra "Ucunda ölüm olsa giderim" diye düşünüyor.

Asım Amca ile sarıldık birbirimize, 3-0'dan sonra, "Bak demedim mi sana bu turu atlarız" diye bağırıyor. Gollerde, Asım Amca ile sarılıyorum, sonra vatan toprağına ayak basan, gurbetçi genç misali, yanımdaki elemana sarılıyorum. Her golde, kimi bulsak sarılıyoruz. Sanki gol daha bir anlamlı geliyor.

Sonra çok geçmedi, 4-5 dakika sonra, hayatımda izlediğim tartışmasız en iyi gollerden birini izledim. Kim hatırlamıyorum, şişirdik topu defanstan, Tanju topla buluştu, rakibi karşısına aldı, o sağ ayak içi, uzak direğe giden gol geldi.

Diyorum, sesim hiç yok ama bağırıyorum hayvan gibi. Dünya benim oldu o an, öyle böyle bir his değil. Sonra 5. gol geldi. Kendimi yarı kaybetmiş halden, kafa bir milyon noktaya geldim. Asım Amca'ya döndüm "Attık, attık" diyorum, adamcağız "Sesin çıkmıyor evladım" diye gülümsüyor.

Maç bitti, Asım Amca'yla birlikte dönüş yoluna koyulduk. Konuşamıyorum lan, hakikaten. Hayatımda hiç olmayan bir şey başıma geldi. Artık ne kadar bağırdıysam, sesim çıkmıyor. Asım Amca'ya bir şeyler anlatmaya çalışıyorum, adam kahkahalarla gülüyor. Bakırköy'de indik dolmuştan. Bir kâğıda, telefon numarasını yazdı, "Maça gideceğin zaman, ara birlikte gidelim" dedi. Sarıldık, ayrıldık.

Atladım okula gidiyorum, son derse yetişeceğim diye. Okul kapısından içeri girdim, boynumda bayrak, millet tezahüratlar yapıyor. Herkes soruyor "Maç nasıldı?" diye. İbo vardı, "Oğlum ne şanslısın, Asuman Hanım'ın kızkardeşi ölmüş, sınav iptal edildi" dedi. Aldı mı beni bir sevinç. İnsanlıktan çıktığım anlardan biri haliyle. Kadının kızkardeşi ölmüş, ben bir yandan 5-0'ın sevincindeyim, diğer taraftan yazılıyı kaçırmadığımın.

Millete maçı anlatmaya çalıştım ama olmadı. Çünkü sesim tamamen yok olmuştu. Eve doğru yol aldım, ilk gördüğüm bakkaldan içeri daldım. Maç biletini Asım Amca almıştı, o yüzden cebimde para da var. 4 tane yumurta içtim, ses hafif kendini belli etti ama annemin çakmamasına imkân yoktu.

"Koyver lan" dedim, dayaksa da yerim a.k. 5-0 kazanmışız, turu atlamışız, isterlerse işkenceden geçirsinler umrumda bile değildi.

Ezik, sinik, kendine güveni olmayan ülke futbolunun kaderini değiştirmesi açısından, Xamax maçı Türk futbol tarihinin dönüm noktalarından biridir. Üstüne gelişen olayları herkes az-çok biliyordur.

Bugün iş öyle bir noktaya geldi ki, Ali Şen olmasa, Galatasaray o turu atlayamaz noktasına getirildi. Yani bir Fenerbahçeli, turu kurtardı.

3-0'dan 5-0 maç koymuşuz, buna da sahip çıkılıyor ya, 'pes' diyorum. Sahada rakibin ağzına sıçmışsın, kalende doğru düzgün atak yaşamamışsın, tribünde 50 bin kişi, sahadaki 11 kişiye eklenmiş, rakibin ağzına sıçıyor, "Ali Şen olmasa yeeehh" diye bu başarıya da ortak olunmaya çalışılıyor.

Bu kulübün geldiği çevreyi, çıktığı yeri dışında tutarak söylüyorum; Galatasaray bu ülkenin devrimcisidir. 1988'de de yaptık bunu, 2000'de de. Bu öyle, "Aradan 11 yıl geçti hâlâ UEFA Kupası" diyorsunuz embesilliğiyle karşı durulabilecek bir durum değil. Lan bu ülkede; Preveze'yle, Sırpsındığı'yla, Çaldıran'la övünülür ama Avrupa'da kazandığın kupayla övündüğün zaman seni neredeyse utanılacak noktaya getirmeye çalışırlar.

Lan UEFA Kupası'nı aldık, sik kafalılar "Fuar Şehirleri Kupası" diye dalga geçmeye çalıştı. Amın oğlu, istersen ismine "Yarrak Kupası" de, ne fark edecek.

Bir siktirin gidin gençler.

Hayalleri gerçeğe dönüştüren tek takım Galatasaray'dır. O yüzden, Galatasaray devrimdir, devrimcidir. -Lafın götünü kaşımayın, ne demek istediğim açıktır.-

Neuchâtel Xamax yıldönümü kutlu olsun. Asım Amca da, umarım yaşıyordur ve Galatasaray'la gülümsemeye devam ediyordur...

7 Kasım 2011

Tanır mısınız?


Bu ülke insanının toplumsal hafızası zayıftır, hem de çok zayıf. Sosyal medyada konuşulanlar, yazılanlara bakınca çarçabuk kavrayabilirsiniz bunu. X bir olay, bir gün, hadi bilemedin iki gün konuşulur ve Y olayın devreye girmesiyle, gözler kapanır, ağızlar susar.

12 Eylül pek çok yönden trajedilerle doludur. Bir neslin kayıp gitmesini, bir halkın sinmesini, bir ülkenin yönünü değiştirmesiyle dünya üstünde yapılmış 'en etkin' darbelerden biridir.

Pek çok toplumsal olayda, bireysel ölümlerde aklımdan ilk geçen şeylerden biri "Ulan bunun filmi yapılmalı" tepkisidir. Bu tepki, oturup bir de sinemada izleyeyimden ibaret değil elbet. Sinemanın acayip bir büyüsü var. 10 yıl önce beğenerek okuduğunuz bir kitabı belki unutabiliyorsunuz ama 10 yıl önce beğenerek izlediğiniz filmi unutmuyorsunuz. Görüntünün çekiciliği, sözsel anlatım da güçlüyse hafızaya çivi gibi çakıyor yaşananları.

İlhan Erdost, bir yayınevi sahibi. 7 Kasım 1980 günü ağabeyi ile gözaltına alınıyor. Mamak Askeri Cezaevi'nde, şu "sağa dön, sola dön" fotoğrafları çekilip, fişleniyorlar. İki kardeş cezaevi aracına bindiriliyor. Bir bloktan diğer bloğa götürülünken, vatanperver (!) bir astsubay olan Şükrü Bağ, emri altındaki askerlere "Bunlar yılandır, analarını ağlatmazsanız ben sizin ananızı ağlatırım" komutunu veriyor.

20 dakika boyunca iki kardeş, hazırola geçirilerek, dövülüyor. Yere düşüyorlar, bu kez yerde tekmeleniyorlar. İki kardeş, araçtan indirilir, İlhan Erdost astsubaya, küçük kızını uyandırmadan evden çıktığını söyler ve "Bizi daha fazla dövdürmeyin" der.

"Bunu daha önce düşünseydiniz!" diye yanıtladı, astsubay. Dayak yeniden başlar. Coplarla kafalarına vurulur, hırsla, intikamla. İlhan Erdost yüzükoyun yere düşer. Astsubay, "Bir patlatılmadık hayalarınız kaldı, şimdi onu da patla­tırlar" diyerek yeniden dayak emrini verir. 10 dakika daha dövülür, iki kardeş.

Askerlerden biri, iki kardeşi yine dövme­ye başlar. Emir almamıştır bu kez, inisiyatif kullanarak, vurmaya başlar. İlhan Erdost bir kez daha kapaklanır yere.

Muzaffer Erdost 'su' diye bağırır koğuşlara, su ister. Bağırır, çağırır.

İlhan Erdost, "Midem bulanıyor, kusacağım!" der. Dizüstü çöker, başı öne düşer. Muzaffer Erdost, "İlhan, İlhan" diye bağırır ama ses gelmez. Nabzına bakarlar, artık atmıyordur.

Soruşturma başlatılır, cezaevi aracındaki erlerden birinin, sağcı bir militan olduğu anlaşılır. Yani sizin anlayacağınız asker değil ama üstüne üniforma giydirilerek, işkence timine katılması sağlanır.

Türkiye'de sinemanın nasıl gelişim sağlandığı anlatılır durur. Bugün vizyona girmiş filmlere baktığımızda, bireysellikle örülü hikâyelerle, teknolojik açıdan gelişmiş görüntülerin önümüze sunulduğunu görüyoruz. Vıcık vıcık komedi filmleri, 'kenar mahalledeki' gençlerin yırtmaya çabaladığı üstüne aksiyon sosu eklenmiş Hollywood imitasyonları, aşk-nefret-para üçgeninin gezindiği sikindirik romantik filmler v.s. v.s.

Bir ülkeye bu denli büyük yıkım yaşatan tarihsel bir olayı, beyaz perdeye getiremedi sinemacılar. O yüzden, herkesin ağzına pelesenk olmuş 12 Eylül'de neler yaşandığını 80 gençliğiyle birlikte, sonrası nesiller bilmiyor bile.

'Esat Oktay Yıldıran' ismini, bu ülkede kaç kişi biliyor acaba? İlgilenen, dönemle ilgili kitapları okuyanlar dışında, kimse için bir şey ifade etmiyor.

Daha önce yazmıştım Cengiz Dinlemez'i. Onun yaşadıklarını çok kez dinledim. Elbet yaşananları anlayabilmek mümkün değil ancak bu ülke, katilleriyle, darbecileriyle halen hesaplaşmadı. Yaşananların hepsi halı altına süpürüldü, "Ama o dönem için gerekiyordu" savunmasıyla geçiştirildi.

O dönem için gerekiyordu denilen şey, cezaevi aracında bir insanın öldürülmesiydi.
Bir babanın makatına sokulan, copun oğlunun ağzına sokulmasıydı.
Bir kocanın yanında, karısına tecavüz edilmesiydi.
İnsanların lağımlara sokularak, ağızlarına kaşıklarla bok doldurulmasıydı.
İnsanlara, 'Ben Türk'üm' dedirtene kadar, vücutlarına elektrik verilmesiydi.
İşkence altındaki insanların, kendilerini yakmasıydı.

Bunların mı yaşanması gerekiyordu?

Bugün de, yüzlerce insan cezaevlerine atılıyor. Profesörler, doktorlar, yayınevi sahipleri, gazeteciler.

O gün cezaevi önünde İlhan Erdost'u işkenceyle öldüren zihniyet, bugün sokak ortasında hamile genç kızları tekmelettiriyor, emekli öğretmenleri dövdürüyor, işçileri, memurları coplattırıyor.

Sanırım bugün de yaşanması gereken bunlar olsa gerek!

12 Eylül'den bu yana 31 yıl geçti aradan. O gün koşullar gerektiği için alenen yapılanlardan ders çıkarttı (!) sistem. Artık herkesin gözü önünde ve kitlesel olarak işkence yapmıyor.

Yeri geliyor Manisa'da gençlere işkence yapıyor, yeri geliyor gazetecileri öldürüyor, yeri geliyor otellerde aydınları yakıyor, yeri geliyor Başbakan'ı protesto etti diye üniversiteli gençleri sıra dayağından geçiriyor, yeri geliyor köylüleri dövdürüyor, yeri geliyor parasız eğitim isteyen gençleri senelerce cezaevinde tutuyor.

Ama tüm bunları kitlesel olarak yapmıyor. Yavaş yavaş, ağır ağır, her kitleyi hedefleyecek ve kitleye gözdağı vermek için, aralıklarla yapılıyor.

Bazı insanlar ölümsüz oluyor. O yüzden İlhan Erdost hep 36 yaşında kalacak.

Bir zamanlar Bodrum






















6 Kasım 2011

Kaldıracağız, kaldırıyoruz, kaldırmak üzereyiz, reform yapacağız


YÖK'ü kaldıracağız seçim taahhütlerinden biriydi. Sonra aradan 8 yıl geçti, "YÖK'te reform yapacağız" dendi.

YÖK'ten memnun olmayan kesim yoktu. İsterseniz arşiv de tararım, fotoğraflarını da koyarım, üniversite kapılarında Müslüman arkadaşların YÖK karşıtlığına dair yaptıkları eylemlerin.

Gel zaman, git zaman, 'türbanlı bacılar ve sakallı hacılar' üniversite kapılarından çekildiler. Dertleri YÖK değildi çünkü. Onlar 12 Eylül'ün faşist kurumlarıyla ilgilenmiyorlar, tıpkı iktidar ve yandaşları gibi.

Hepsinin ağzında bir 12 Eylül edebiyatı ve onun yarattığı mağduriyet var yıllardır. Ama ne hikmetse, kurumlar, kuruluşlar ele geçmeye başlayınca ses soluk kesiliverdi. O yüzden samimiyetlerine inanmadım.

Haa bu kadar laftan sonra bir dangalak çıkar da, "Sen ne diyorsun lan!" demeye kalkarsa, "Siz daha türbanlı arkadaşların üniversiteye girmesi konusunda ağzınızı açamazken, ben savunuyordum" diye de yanıt veririm. O yüzden kes sesini, siktirtme belanı.

Yarın iktidar kaybedilsin, bunlar yine üniversite kapılarını aşındırmaya başlarlar. Talep mi kalmadı? "Üniversiteye neden götümüzde yarakla giremiyoruz?" diye ağlanır, sızlanır.

Elli tane örnek yaşadık şu iktidar döneminde. "Yapacağız" dedikleri her konuda, kurumları kendi istedikleri şekle dönüştürdükten sonra konuyu bir daha açma gereği bile hissetmediler.

Akp iktidarının faşist yönetimlerden tek farkı, seçimle işbaşına gelmiş olmasıdır. Haa seçimle işbaşına gelmiş faşistler de mevcut tabii.

Onların kavgası ne darbeyle, ne darbecilerle, ne de kurumlarla. Şurada zilyon kez yazdık, bugün darbelerden ağlayan yavşakların 12 Eylül darbesinden nasıl nemalandığını. 12 Eylül bunlar iktidara gelsin diye yapıldı, YÖK gibi kurumlar bu zihniyetteki insanların, eğitim kadrolarına sızmaları için kuruldu.

İsteyen istediği kadar götünü yırtsın "Ama ama biz darbeye karşıyız" diye.

Samimiyetsizliğinizi gördük, yaşadık, yaşıyoruz. Bu ülkede darbelerden mağdur olan ülkenin devrimci-demokratlarıdır. Siz 12 Eylül'de ellerinizi ovuşturuyordunuz pezevenk sürüsü...

Sizin kaldıracağınız tek şey, emir aldığınız insanların önündekiler olur.